“Tek kanallı siyah beyaz televizyonda TRT, futbol dışında bazı spor haberlerini de veriyordu. Türkiye’nin sporda “şerefli mağlubiyetler” aldığı bir dönemden geçiliyordu. Sadece masa tenisinde bir çıkış yakalamıştı. İki masa tenişçi ya da o günlerin deyimiyle ping pongçu rakiplerini her maçta yeniyordu. Vasil Alaksendridis ve Oktay Çimen. Oktay şimdi Türkiye Masa Tenisi Federasyon Başkanı. Ya Vasil?”
İstanbullu efsane bir masa tenisçi ve “azınlıklar” üzerine
Bazı isimler ya da olaylar vardır ki aklınızdan, hatırlarınızdan silinir. O isimle, o olaylarla en ufak bir bağınız kalmamıştır. Ama bir gün, ya o insan veya bir yazı karşınıza çıkar. Filim şeridi hızla geriye sarılır. Aklınızdan silinen, unuttuğunu sandığınız o şey canlanıverir hafızanızda birden…
Işıklar yanar, şimşekler çakar beyninizde. Hücreleriniz adrenalinin etkisinde kalır. Tamam dersiniz nasıl oldu da unutmuşum ben bunu!
Bazen Londra sokaklarında yürürken, bazen de sosyal iletişim sayfanıza düşen bir görüntü ya da yazıyla irkilirsiniz… Evet artık herşey yerli yerine oturur ve o günleri yaşarsınız artık.
1974 savaşının hemen sonrasıydı. Kuzey’den kaçan Kıbrıslı Rumlar’dan bir hediye(!) kalmıştı mahallemize: Masa tenisi masasıyla, malzemeleri. Spora yatkın çocuklar olarak hepsimiz çullanmıştık masanın üzerine. Masa yıllarca bizi idare etmişti ve hepimiz masa tenisi tutkunu olmuştuk. Tek kanallı siyah beyaz televizyonda TRT, futbol dışında bazı spor haberlerini de veriyordu. Türkiye’nin sporda “şerefli mağlubiyetler” aldığı bir dönemden geçiliyordu. Sadece masa tenisinde bir çıkış yakalamıştı. İki masa tenişçi ya da o günlerin deyimiyle ping pongçu rakiplerini her maçta yeniyordu. Vasil Alaksendridis ve Oktay Çimen. Oktay şimdi Türkiye Masa Tenisi Federasyon Başkanı. Ya Vasil?
Şimdi size onun hikayesini anlatacağım…
Arkitera isimli bir dergide okuduğum makalede yazar Hüseyin Yanar şunları söylüyordu: “…Zoğrafyon Lisesi’nin merdivenlerini çıkarken işte bu Vasil’i hatırladım. Sanki onunla birlikteydim. Basamakları, konuşa konuşa, bir bir adımlayarak, her birinde sohbet ederek çıktık. Onunla ilk defa Mersin’de karşılaşmıştım. Sonra yaşamımızın resmine girip çıkan birçokları gibi uzun yıllar hiç haber alamadım. O anları bugün bile hatırlıyorum. O bir şampiyondu… Unutulamayacak efsanevi bir şampiyondu…”
Evet çocukluğumun efsane masa tenisçisinin ismini belki de 40 yıl kadar sonra tekrar duyuyordum. Hiç yabancı değildi bana çünkü o günlerde Türkiye Masa Tenisi Milli Takımı için hep bir Rum’un ismi geçiyordu. Vasil Aleksandridis! Türkiye adına oynuyor, şampiyonluklar alıyor ama o bir Rum’du…Çocuk halimle bunu çözemiyordum! İsmi aklıma kazınmıştı çünkü sürekli haberlerde, manşetlerde O vardı. 10 yıl boyunca Avrupa’da onu kimse yenememişti.
Ve yıllar geçip gitmiş, şimdi onu bir makalede tekrardan bulmuştum. İstanbullu Rumlardandı. İstanbul’un on yıllar öncesi sahipleri olan, dedeleri, babaları orada doğup büyüyen ve ölen bu insanlar artık “azınlık”tılar. Ve Vasil de bir gün çekip gitmişti İstanbul’dan…
Bir başka makalede Gürkan Haçir yine ondan bahsediyordu: “…Tarihin ne garip cilvesi! 1955’teki 6-7 Eylül olaylarında Rumların mağazalarını dükkan ve evlerini yağmalayan kalabalığın ellerinde Türk bayrağı vardı. Ve sık sık durup İstiklal Marşı söylüyorlardı. Kovmaya çalıştıkları Rum cemaatinin mensubu bir genç ise o bayrağı gururla defalarca göndere çektirmeyi başarmıştı. Hem de yüzlerce kez. Vasil Aleksandiridis, babasının Kınalıada’daki yazlıklarına aldığı masa üzerinde masa tenisi oynamaya başladı. Onun arkasından kardeşi Teofanis de bu spora ilgi duydu. İki kardeş Beyoğlu Spor Kulübü’ne yazıldılar. Onlara orada bir de Musevi arkadaşları eklendi; Davit Kumru! Vasil’e stili nedeniyle arkadaşları ‘Duvar’ lakabını takmıştı. Kısa sürede milli takıma yükseldi. Tam 10 yıl Avrupa’da hiç maç kaybetmedi. Uluslararası alanda en parlak sporcumuz oldu. 600’den fazla milli oldu. Onun ardından kardeşi Teofanis Aleksandiridis ve Davit Kumru da milli takıma seçildi. Hatta öyle tuhaf durumlar yaşandı ki; bazen sahada Türk milli takımının hangisi olduğu bile karıştırılır oldu. Hatay’da Suriye ile oynadığımız bir maçta tribündekiler şaşkındı. Çünkü rakip takımın oyuncuları Ahmet Mustafa Osman, Türk milli takımı ise Vasil, Fani ve Davit!”
Sosyal iletişim sitelerinde Vasil’i aramış ve nihayet O’nu bulmuştum. Vasil ile arkadaştık artık. Onların hikayelerini birçok kez okumuş, sinemalarda da seyretmiştim… “Salkım Hanımın Taneleri”, 1942 yılında Türkiye’de gayri müslimlere konan ‘Varlık Vergisi’ ve sürgünlerini, “Güz Sancısı”nda 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’da onların başına gelenleri anlatıyordu. “Bir Tutam Baharat” filmi ise 1955’te olduğu gibi bu kez de 1964’teki Kıbrıs olayları bahane edilerek, 1930’dan beri yürürlükte olan ‘Seyri Sefanin Anlaşması’nın iptal edilmek suretiyle, bir gecede on binlerce İstanbullu Rum’un Yunanistan’a göçe zorlanmasını işliyordu.
Kıbrıslı Rum arkadaşım Prof. Yiannis Papadakis, İstanbullu Rum olan ninesinin izlerini aramak için gittiği İstanbul’da, oradaki Türklerden değil, İstanbullu Rumlardan kimliğini gizlemek zorunda kaldığını anlatıyordu bizlere. “Ölü Bölgeden Yankılar” isimli kitabını yazarken Kuzey Kıbrıs’ta ve Yunanistan’da bulunmuş, İstanbul’da bizlerle de bir süre beraber yaşamış olan Yiannis, Kıbrıs sorununu ve İstanbullu Rumların dramlarını farklı bir gözle irdelemişti. İstanbullu Rumlar, orada yaşadıkları tüm kötü günlerini bir yönüyle de Kıbrıslı Rumlara fatura ediyor ve kendilerini pek sevmiyordu. Yiannis bunu yaşayarak görmüş ve şaşırıp kalmıştı. Aslında adamızda cereyan eden bu olaylarda ne Kıbrıslı Rumlar ne de Kıbrıslı Türkler masumdu. 1950’lerin ortalarında başlayan Kıbrıs olaylarından belli ki sadece Kıbrıs’ta yaşayan toplumlar değil İstanbullu Rumlar, Ermeniler, Museviler de çok çekmişti.
“Azınlıklar” diye yazarken tırnak içinde kullanıyorum bu kelimeyi. Çünkü onlar doğup büyüdükleri İstanbul’un sahipleri iken, şimdilerde çok az sayıda kalanlar dışında, yurtlarından çok uzaklarda yaşamak zorunda kalmışlardır. Sayıca az kaldıklarını ve siyasal/sosyal haklarının hep bunun üzerinden şekillendirildiği “azınlık” kavramına da gerek kalmayacak bir şekilde bu coğrafyadan sökülüp atıldıklarını ve azınlık bile kalamadıklarını söyleyebilmek için kahin olmaya gerek yok sanırım!