Ekonomide yaşanan sorunlar giderek daha da ağır bir hal alıyor. Hükümet yetkilileri de bu sorunlarla başedebilmek için birtakım tedbirler almaya devam ediyor. Daha önceki yazılarımda bu tedbirlerin yanlış hesaba temellendiğini belirtmiş, hükümeti bu konuda uyarma ihtiyacı hissetmiştim. Ortaya koyduğum bu eleştiriler, doğal olarak şu soruyu da beraberinde getiriyor: Peki, ne yapmak gerek?
Önce sorunu tespit etmeye çalışalım. Sorunları iki başlık altında toplayabiliriz.
Bunlardan ilki, TL’deki büyük değer kaybına bağlı olarak enflasyonda yaşanan artış ve bu artışa bağlı olarak da satın alma gücünde yaşanan düşüş.
İkincisiyse, döviz borçlarında, TL bazında yaşanan artış. Yani gelirin, borç karşısında daha da azalması.
***
Fiyat artışları nedeniyle satın alma gücünde ortaya çıkan düşüşle beraber, ekonomi küçülme sürecine girmis durumda. Ağustos ayına ilişkin olarak yayınlanan bütçe verileri, bu küçülmeyi doğruluyor. KDV gelirlerinde, geçen yılın aynı ayına göre bir artış var ama bu artış, enflasyonun altında. Bu da satışlardaki düşüşün bir işareti. Ve ekonomideki bu küçülme, hem hane halkını hem de şirketleri zora sokacak bir gelişme. Borç geri ödemeleri zorlaşacağı gibi, zora giren şirketler eleman çıkarmak zorunda kalacaklar ve bununla doğru orantılı bir biçimde, işsizlik artacak.
Peki hükümet bu hastalığa nasıl bir tedavi uyguluyor?
Zam yapıyor ve ‘#zamlar devam edecek’ diyor.
Mesela, akaryakıta zam yapılıyor. Bu artış haliyle pekçok diğer ürünün de fiyatını artırıyor. Ve tabii bu da enflasyonu… Ve gelin görün ki bu zam politikası, yangına körükle gitmekten başka bir şey değil.
Hükümet yetkilileri, ‘Dolar artıyor, o yüzden bunu fiyata yansıtmak durumundayız’ diyor. Bu açıklama, akaryakıttaki maliyetin bir kısmı devletin kasasından çıkıyormuş gibi bir algı yaratıyor olabilir ama aslında aksine, devlet akaryakıt satışından para kazanıyor. Kuzey Kıbrıs, Avrupa’da, akaryakıttan en yüksek vergi alan ülkelerden bir tanesi. Kuzey Kıbrıs’ta bu oran %55 iken, mesela İspanya ve İsveç’te %40.
Oysa hükümet, akaryakıttaki vergi oranı düşürerek, artışın ekonomi üzerinde yarattığı tahribatın önüne geçebilir.
Bunun yanı sıra arabalar da benzin yakma verimliliğine göre vergilendirilmelidir. Benzin tüketimi ekonomik olmayan arabaların vergileri artırılmalıdır ki bu aynı zamanda çevrenin korunması adına da önemli bir adım olur.
Maaşlar, en azından asgari ücret ve göç yasasına tabi kamu çalışanların maaşları, Ocak ayı beklenmeden, enflasyon oranında artırılmalıdır. Bu maaş artışının işverene elbette bir maliyeti olacak ama bu yük de yaklaşık 180 milyon TL’lik istihdamı Destek Fonu kullanılarak hafifletilebilir. Gerçi hükümetin, bu fonun kullanımı ile ilgili başka planları var; bu fonu kullanarak casinolarda yerli iş gücünü artırmayı hedefliyor ama ben bunun beyhude bir çaba olduğunu düşünüyorum.
Bu noktada şu notu düşmekte fayda var; Kuzey Kıbrıs’taki ‘Kemer Sıkma’ lobisi, benim önerdiğimin tam tersi bir politikayı öneriyor ve Avrupa’da 2009 krizinde, ekonomik tedbir adına düşürülen maaşları örnek gösteriyor. Ama gelin görün ki bu önerme aslında olanı biteni doğru analiz edememekten kaynaklanıyor.
Avrupa’daki ekonomik programların temelinde iş gücü maliyetlerini düşürüp ülke dışına satılan malları ucuzlatmak vardı. Bunu bir örnekle açıklamaya çalışayım. Krizdeki herhangi bir ülkeyi ele alalım. Düşen iş gücü maliyetleri sayesinde bu ülke, örneğin daha ucuz çamaşır makinesi üretebilecek, bu üretimi Avrupa’ya ve dünyaya satacaktı. Yani ihracatı artacaktı. Diğer bir deyişle ülke içindeki talep düşüşü, dış talepteki artışla karşılanacaktı. Amaç buydu. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Almanya’nın Miele veya Bosch markalarıyla rekabet etmek kolay mı? Portekiz, ancak bu saçmalığa son verip iç talebi canlandırıcı önlemler alınca (örneğin maaş artışı) krizden çıkabildi.
Bizim öyle ihracat gibi derdimiz yok! O yüzden böyle derin analizlere de gerek yok. İhracatın olmayışı da aslında, yurt içi talebi canlı tutmanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
***
Ekonomik küçülme başka nasıl yavaşlatılabilir?
Kamu harcamalarını artırarak.
Nasıl mı?
Mesela neredeyse çökmüş durumdaki altyapıyı, hatta daha da spesifik olmak gerekecekse, perişan durumdaki fiziki ve teknik sağlık altyapısını yenileyerek!
Şimdi, ‘Peki ya finansman?’ diye soracaksınız.
Türk Lirasi mevduatlarına ödenen faiz şu sıralar belki de tarihin en düşük seviyelerinde; enflasyondan arındırılmış şekliyle, – %15-20 seviyelerinde seyreden bir faizden bahsediyoruz. Yani devletin, kamu bankalarından aracıyla borçlanmanın tam zamanı.
Ve bu borçlanma aynı zamanda faiz oranlarında bir artış yaratacağından, tasarruflarda yaşanan erimenin de bir miktar önüne geçilmesine vesile olacak.
Bu tür bir borçlanma ve biraz planlamayla sağlık altyapısında gerçekleştirilecek olan yenilenme, devletin sağlık harcamalarında çok ciddi bir tasarruf sağlayabilir.
2018 yılı bütçesinde yurt içi ve yurt dışı tedavi sevkleri için ayrılan miktar 45 milyon TL. Yani bugünkü kurla yaklaşık 7,5 milyon dolar.
Türkiye’de şu anda tam teşekküllü özel bir hastanenin yatak başı maliyetinin ortalama 100 bin dolar olduğundan hareketle, 15 milyon dolara 150 yatak kapasiteli, çok iyi donanımlı bir hastane yapılabilir ve devletin Yakın Doğu Üniversitesi Hastanesi ve Türkiye’deki hastanelere hasta sevkine ayırdığı yıllık 45 milyon TL de iki yıllık bir borçlanma devresinin ardından, devletin cebinde kalır.
Bu yolla aynı zamanda inşaat sektörüne de ciddi bir katkı sağlanmış olur.
***
İdeologlar istediği kadar bağırsın, tokmağı elinde tutan davula istediği sertlikte vursun, ekonomik kriz dönemlerinde, en azından devlet mekanizmasının iyi çalıştığı ülkelerde o devlet, işsizlere iş yaratmanın yollarını arar ve bulur. O devlet, borcunu ödeyemeyene yardım eder. O devlet, ev almak isteyenlere kolaylık sağlar. Çünkü sosyal devlet olmanın gereği budur.
Ancak meseleye, ‘bu şikayet edenler, devletimizin olanaklarından pay kapmak isteyen fırsatçılardır’ şeklinde bir anlayışla yaklaşınca, bir arpa boyu yol kat edemiyoruz. Her kriz döneminde aynı yanlış tedavileri uygulayıp, bu sefer işe yaramasını bekliyoruz. Geçmiş tecrübelerden ders almıyoruz. Ekonomik sorunlar azalmayıp artınca da öz varlıklarımızı peşkeş çekerek kurtulmayı ümit ediyoruz. AKSA örneğinde olduğu gibi, bu peşkeş politikasının yarattığı yük ve kriz döneminde yenen beyhude dayaklar da halkın sırtına kalıyor.
Hükümetlerin ekonomi politikalarını belirlerken akıl, mantık ve bilgi süzgeçlerini iyi çalıştırmaları, geçmişteki hatalarından ders çıkarmaları ve başka ülkelerin olumlu/olumsuz tecrübelerinden yararlanmaları gerektiğini düşünüyorum. Ve bir politika belirlenirken, bir tıp doktorunun hastasını tedavi ederken ‘önce zarar vermeyeceksin’ kuralını uyguladığı gibi, bu politikanın önce, halka zarar vermemesi gerektiğine inanıyorum.
Bu kriz dönemini en az hasarla atlatabilmek için yapılabilecekler vardır ve benzeri öneriler çoğaltılabilir.
Umarım doğru yol, çok geç olmadan ve halk daha fazla zarar görmeden bulunur.