Asgari ücret, işverenlerin çalışanlarına yasal olarak ödemek zorunda oldukları en düşük saatlik, günlük veya aylık ücrettir. Genellikle hükümetler tarafından, çalışanların emekleri karşılığında asgari düzeyde bir gelir elde etmelerini sağlamak ve sömürüyü önlemek amacıyla belirlenir. Asgari ücretin miktarı, ülkelere, bölgelere veya sektörlere göre değişiklik gösterebilir ve zamanla enflasyon, yaşam maliyeti veya iş gücü piyasası koşulları gibi ekonomik faktörlere bağlı olarak güncellenebilir.
Kapitalist sistemde, asgari ücretin başka bir rolü daha var. ABD Başkanı Roosevelt, 1933 yılında yaptığı konuşmada bunu çok iyi açıklar:
“Bana öyle görünüyor ki, çalışanlarına asgari geçim ücreti altında ödeme yaparak varlığını sürdüren hiçbir ‘işin’ bu ülkede devam etme hakkı yoktur. ‘İş’ derken ticaretin tamamını ve sanayinin tamamını kastediyorum; ‘çalışanlar’ derken beyaz yakalı sınıfın yanı sıra tulum giyen işçileri de kastediyorum; ve ‘yaşam ücreti’ derken, sadece çıplak bir geçim seviyesini değil, insanca yaşam koşullarını sağlayacak ücreti kastediyorum.”
Çalışanına ve vergisini ödeyemeyen bir işyerinin topluma katkısı yok. Böyle bir işyeri, iş sahibinin ‘hobisi’ olarak sınıflandırılabilir. Herkesin hobisini de vatandaşın finanse etme zorunluluğu yok. Kıbrıs’ın kuzeyi bu tür kurumlarla dolu…
Teorik açıdan baktığımızda, iş piyasasında ücret dinamiklerini anlamak için kullanılan model, Pissarides ve diğerlerinin geliştirdiği “search and matching” modelidir — bu model Nobel Ekonomi Ödülü kazandi. Bu modelde, işçi iş, işveren işçi arar ve bu aramaların bir maliyeti vardır. Bir eşleşme gerçekleştiğinde işçi ve işveren masaya oturarak maaşı belirler. Bu maaşı belirlemede en önemli parametrelerden biri pazarlık gücüdür. Eğer işveren güçlü ise maaş düşük, işçi güçlü ise maaş yüksek çıkar. Eşleşmenin kalitesi, yaratılacak değerin büyüklüğünü belirler. Pazarlik gucune gore paylasilan bu yaratilan degerdir.
Bu teorik çerçeve, Kıbrıs’ın Kuzeyinde de yaşanan durumları anlamak için kullanılabilir. Geçtiğimiz hafta yaşanan tartışmalara baktığımızda, siyasi elitin neredeyse tamamının işverene destek verdiğini gördük. “Fiyatları artıran kötü niyetli işverenden,” “Manamu be, da çok maaş öder” noktasına baş döndürücü bir hızla ulaştık. Bu tartışmalar, iş piyasasında işverenlerin çıkarlarının nasıl korunduğunu açıkça gösterdi.
Yaşanan ekonomik gelişmeler nedeniyle pasta küçülüyor. İşverenin aldığı payı korumanın en kolay yolu, işçinin payını düşürmek.
Geçen haftaki tartışmalarda bence en önemli nokta, söylenenlerin CTP’nin maaşları Euro’ya endeksleme/Euro’ya geçiş politikasına benzemesiydi. Hem Cumhurbaşkanının hem de, yazılanlardan anladığım kadarıyla, Serdar Denktaş’ın anlattıkları bu doğrultudaydı. Serdar, emekli bir siyasetçi; herhalde televizyona “iş insanı” kimliğiyle çıkarıldı? Bir iş insanının bu ekonomik ortamda maaşlardan şikayet etmesinden daha doğal bir şey olamaz.
Kritik soru: Neden bu tartışmada entelektüel liderliği CTP üstleniyor?
Bunun böyle olmasının şaşırtıcı bir yanı yok. CTP’nin ekonomi ekibi büyük ölçüde işverenlerden oluşuyor. Bir insanın öncelikleriyle, düşünce yapısıyla, ekonomik sorunlara tepki vermesinden daha doğal bir şey yok.
Bu durum, partinin işçi haklarından çok işveren çıkarlarını savunan bir noktada konumlanmasına yol açıyor. Böylece, ekonomik kriz dönemlerinde dahi işverenlerin çıkarları ön planda tutuluyor, çalışan kesimin sesi duyurması zorlaşıyor. Bu noktada, Gandhi’nin şu sözünü hatırlamak yerinde olur: “Bir toplumun ne olduğu, en zayıf üyelerine nasıl davrandığıyla ölçülür.” İşveren çıkarlarının sürekli olarak ön planda tutulduğu bir toplumda, bu dengeyi sağlamak için daha kapsayıcı bir yaklaşım gerekiyor.
Bu yüzden şu anda toplumun en çok ihtiyaç duyduğu şey alternatif bir melodidir. Geçen gün Korkut Boratav, Türkiye için sormuştu. Aynı soru Kuzey Kıbrıs için de geçerli: Böyle bir dönemde neden yeni bir siyasi oluşum ortaya çıkmıyor? Bu sorunun cevabını da başka bir yazıda ararız.