Türkiye’de uzun yıllardır insan hakları ve barış mücadelesi veren, defalarca yargılanan, hapis yatan ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye’yi mahkum eden Vicdani Retçi Halil Savda, hakkında çıkartılan son yakalama kararının ardından Kıbrıs Cumhuriyeti’ne sığınma (iltica) başvurusunda bulundu.
Gazeddakıbrıs Editoryal Kolektifi olarak Lefkoşa’nın güneyinde bir araya geldiğimiz Vicdani Retçi Halil Savda’yla gerçekleştirdiğimiz ve dün birinci bölümünü yayınladığımız söyleşi ikinci bölümüyle devam ediyor:
Yaşadıklarının ardından Halkların Demokratik Partisi (HDP)’nden 2015’te milletvekili adayı oldun. Bu kararı nasıl aldın?
2013’ten itibaren Türkiye’de bir çözüm süreci başlamıştı. 2013 Nevroz’undan başlayarak, Abdullah Öcalan’ın Diyarbakır Nevroz’undaki konuşmasıyla birlikte… Aslında süreç öncesine dayanıyor. Ondan önce görüşmeler Oslo’da başlamıştı. 2013’te “barış süreci” denilen durum resmiyet kazandı. Ve Kürt hareketi silahsızlanmayı tartışmaya başladı. Türkiye’de Kürt sorununun çözümü hususunda 2013 ile 2015 yılları arasında devlet PKK’yi, Öcalan’ı resmi muhatap aldı. Hatta bunun için heyetler oluşturuldu. Bu hepimizde, evet Kürt sorunu demokratik, barışçıl yöntemlerle çözülebilir inancı geliştirdi. Masada bunun çözülebileceğini gördük aslında. Çünkü o zamana kadar devlet zaman zaman, 1993’ten başlayarak PKK’yle gizli müzakereler yapsa da hiçbir zaman PKK’yi ve Öcalan’ı resmi ve açıktan muhatap almadı. Ama ilk kez 2013’ten başlayarak Öcalan’ı resmi muhatap aldılar, devletin heyetleri gitti, hatta bunun için Meclis’te kimi kanunlar çıktı. İmralı heyeti dediğimiz HDP’lilerden oluşan bir müzakere heyeti oluşturuldu. Öcalan’ın ve PKK’nin isteği doğrultusunda tutuklu 5 kişi Öcalan’ın yanına gönderildi. Dolayısıyla Kürt sorununun çözümü yönünde olumlu bir iklim vardı. Ve yıllardır Kürt siyaseti, legal demokratik siyaseti, seçim barajı nedeniyle bir türlü aldığı oy kadar Meclis’te temsil edilemedi. Zaman zaman bağımsız aday göstererek birkaç vekil Meclis’e sokabiliyorlardı. Onun ötesinde bir kaç sefer parti olarak girdiklerinde hep barajın altında kaldılar. 90’larda SHP ile yapılan ittifakı saymıyorum, onun dışındakileri söylüyorum… Meclis’te temsil edilememe ciddi bir mağduriyet yaratıyordu ve problemin Meclis’te güçlü bir şekilde temsili büyük bir eksiklikti. 2015 yılında yine devlet zaman zaman seçim barajını kaldırmak istediğini söylese de o barajı korudular ve 2015’te HDP üzerinden Kürt hareketi, sadece Kürt hareketi değil, Türkiye’deki sosyalist, muhalif bütün kesimler HDP ismiyle seçime girdiler. HDP Türkiye’deki bütün sosyalist ve muhalif kesimlerin Kürtler de içinde olmak üzere, hatta milletvekili adayı olarak Ermeni arkadaşlarımız da vardı, yine Süryani adaylar vardı, Arap kökenli adaylar vardı, dolayısıyla zengin bir temsil gücü oluşuyordu. Tam da bu tarihlerde HDP’nin barajı aşıp aşmayacağı çok kritikti. Ben de demokrasi ve temsil önündeki engelin aşılması için aday oldum. İstanbul’da adaylığım kabul edildi. 2 ay HDP ile çalıştım 2015 Haziran seçimlerinde ve İstanbul’da 9 vekil kazandık. Benim çalıştığım bölgede 5 vekil çıkardık. Türkiye genelinde de yüzde 13 gibi kimsenin beklemediği çok yüksek bir oyla HDP 80 milletvekiliyle Meclis’te temsil edildi. Türkiye’nin CHP’den sonra üçüncü büyük partisi oldu. Bu tüm toplumda olumlu karşılandı. HDP’nin barışçıl demokratik siyaseti, Türkiye’nin partisi söylemi, bütün problemlere sahip çıkma siyaseti ve çözüm sürecinde Öcalan ile PKK’nin barıştan yana tutumu insanlarda olumlu sonuçlar yarattı ve yüzde 13 oyla HDP Meclis’e taşınmış oldu.
Biliyoruz ki HDP projesi, bir proje olarak uzun bir zaman önce Abdullah Öcalan’ın tasarladığı, demokratik siyaset adı altında ve Kürt siyasetinin Türk muhaliflerle birleşerek yürümesi gerektiğini söylediği bir projeydi değil mi?
Tabikii.. Kürt hareketinin Demokratik Toplum Partisi (DTP) kurulurken de amacı Türkiye partisini Meclis’e taşımaktı.
Kürtlerin partisi değil bütün Türkiye’nin partisi…
Evet bütün muhaliflerin, ezilenlerin, Alevilerin, Hristiyanların, Arapların, Ermenlerin, Asurilerin, kadınların mecliste temsil edilmesi, problemlerin meclise taşınması üzerine kurgulandı. Ama DTP bu heyacanı toplumda yaratamamıştı. Ondan önceki partiler de bu heyecanı yaratamadılar. HDP böyle bir heyecanı yarattı toplumda. Devletin Öcalan’ı resmi muhatap kabul etmesi de bunda etkili oldu. Yine Türk medyasında o eski yasakçı uygulamaların aşılmasıyla da, bir şekilde HDP eş genel başkanlarına ve vekillerine kapıyı aralaması da, onları ekranlarında göstermesi de etkili oldu. Ve bu barış ikliminde insanlar bu projeye sahip çıktı. Devlet ve onun etrafındaki elit kesimler ne kadar milliyetçi ve şoven bir dalga gösterseler de topluma, toplumun büyük kısmı aslında devlet o pencereyi biraz araladığında, yani o milliyetçi ve şoven söylemden biraz vazgeçmeye başladığında veya toplumun kendi sesini, söylemini siyasete taşımanın önündeki engelleri biraz kaldırığında, nisbeten demokratik bir ortam oluştuğunda insanların aslında barış istediğini ve bu problemin çözülmesini istediğini gördük.
Bize biraz seçim dönemi çalışmalarından bahseder misin?
HDP’yle çalışırken girmediğimiz kapı kalmadı İstanbul’da. Kürdistan’daki savaşta askerken veya polisken çocuğunu kaybeden insanlarla tokalaştık mesela. Kimseden negatif bir tepki almadık. Herkes problemin barışçıl demokratik çözümünden yana olduğunu ifade ediyordu. Bunu İstanbul’da gördüm. İki, iki buçuk ay boyunca İstanbul’da yaklaşık 10 ilçede çalıştım. Herkes, Türkü de Kürdü de hatta MHP’lisi de, AKP’lisi de, CHP’lisi de herkes problemin çözümünde HDP’nin önemli bir rol oynadığını söylüyordu. İnsanlar oyunu vermeseler de, negatif algıdan kurtulup bizimle tokalaştılar, bizimle oturdular ve başarı dileklerini ilettiler. Bunu görmek güzeldi o tarihte ama daha sonra 2015 Temmuz’undan başlayarak aslında Suruç’ta DAİŞ’e bağlı canlı bir bombanın gençlere saldırısından başlayarak, Ankara’da barış buluşmasındaki canlı bomba eyleminden devam ederek, iktidar Türkiye’yi ciddi bir şiddet sarmalına sürükledi ve bu şiddet sarmalında HDP, 1 Kasım 2015 seçimlerinde biraz geriledi. Bu iklim bozuldu. AKP ve etrafındaki MİT, buna kimisinin Ergenekon dediği, kimisinin paralel devlet dediği, bu yapı 2015’ten itibaren çözüm sürecinin kendilerine yaramadığını ve iktidarlarının sorgulanır hale geldiğini gördüler. Çünkü o barış ikliminde bir sonraki seçimde HDP yüzde 25 oy alabilecek bir potansiyeli taşıyordu.
Kısaca AKP kendi gücünü kaybedeceğini anladığı andan itibaren süreç tersine döndü… Hepimiz hatırlıyoruz ki PKK’nın silah bırakma noktasına geldiği bir dönem yaşandı…
Aynen onu gördüler. Bir anda devlet çözüm sürecinin kendine yaramadığına karar verdi ve bozdular. Ama tabi burada genel fotoğrafın tümüne bakınca, 2013’te aslında bu sürecin, çözüm süreci dediğimiz sürecin başlamasının nedeni, iktidarın buna karar vermesinin esas nedeni, Suriye’de Esad iktidarına karşı bir mücadele başlamıştı. Uluslararası güçler, Amerika başını çekiyordu, Suriye’de bir rejim değişikliği istediler ve oradaki savaş ve fiili durumdan 2011’den itibaren Kürt hareketi, PYD üzerinden silahlı örgütlendi ve bir çok alana hakim oldular. Ve 2013’e geldiğimizde Suriye’de fiili bir güç haline geldiler. Bugünkü kadar güçlü olmasa da en azından birkaç bölgeye hakim olmaya başladılar. Koalisyon gücü dediğimiz, içinde Amerikan’ın, Avrupalı kimi ülkelerin olduğu, sonra Rusya’nın da dahil olduğu ve bölge uygulayıcısı olarak Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’ın da yer aldığı, koordine ettiği bu koalisyon gücünün içine bir şekilde PYD’yi de çekmek istediler. Aslında çözüm sürecinin başlama nedeni biraz da buydu. Yani Suriye’de Esad’a karşı savaşan islamcı El-Nusra gibi, o zaman daha DAİŞ güçlenmemişti en azından, buna karşı Kürt hareketini de bu koalisyonun içerisine çekip Esad iktidarını sona erdirmenin aracı haline getirmek istediler.
AKP bunu neden yapmak istedi?
Çünkü Suriye’de savaş başladıktan 5-6 ay sonra ABD Esad’ı devirmekten vazgeçti. Uluslararası güçler orada bir iktidar değişiminden çok bir kriz ortamında Suriye’nin mevcut durumunun devam etmesine karar verdiler. Araya Rusya girdi. Rusya’nın sahaya inmesi çok etkili oldu. Ancak Türkiye daha ilk günden bütün kartlarını Esad’ın devrilmesi için yatırdı ve Kürt hareketi bu koalisyonun içine girmeyip üçüncü bir alternatif yol önererek dedi ki, biz problemin dışardan bir müdahaleyle çözülmesine karşıyız, biz problemi kendi içimizde, Esad hükümetiyle gerekirse oturarak yani müzakere ederek çözmek istiyoruz. El-Nusra gibi örgütlere karşı mücadele ettiler. Bu tabi koalisyon güçlerinin hesaplarına uymadığından Kürt hareketini kendi yanlarına çekmeye çalıştılar. Kürt hareketi bunun içine girmediği için de Esad’a karşı Esad’ı deviren caydırıcı güç oluşturamadılar, o büyüklükte bir güç oluşturamadılar. 2013 çözüm süreciyle birlikte Kürt hareketini bunun içine çekmeye çaşlıştılar. Aslında AKP’nin temel amacı buydu. Kürt hareketini kendine yedekleyip bir şekilde paramiliter gücü haline getirmek istediler. 2015’e kadar da bunun olmayacağını anlayınca ve Türkiye de uluslararası alanda yalnızlaşmaya başlayınca bu sefer çözüm sürecini bitirmeye karar verdiler. Eski inkarcı ve baskıcı yöntemlerle problemi yok etmeye çalışan siyasete dönmeye çalıştılar.
90’ların o karanlık günlerini yaşamış bir insan olarak, bugün yaşananların 90’ları aratmayan şeyler olduğunu söyleyebiliriz miyiz?
Tabiki… Bir yanıyla 90’lar fakat 90’ları aşan bir yanı da var. 90’ları aşan yanı şu; 90’larda Cizre’de faili meçhul cinayetler yaşandı, mesela PKK’nın 1991-92’de Cizre merkezde yaklaşık bir haftaya yakın hakim olduğu, yani şehir merkezinde, silahlı gücüyle devleti sokmadığı ve zaman zaman bu süreçte devletle çatışmaların yaşandığı süreçler yaşandı. Şırnak merkezde benzer durumlar yaşandı. Ama devlet hiçbir zaman o tarihte obüs toplarıyla evleri bombalamadı. Tanklarla şehri kuşatmadı. Şehir savaşına girmedi devlet o tarihlerde ama 2015’ten itibaren, Aralık hatta Eylül ayından başlayarak Kürt şehirlerini kuşattılar. Tanklarla, obüslerle Kürt yerleşim bölgelerini bombaladılar. Sadece Cizre’de 14 Aralık 2015 ile 2 Mart 2016 tarihleri arasında 78 gün boyunca kimi kaynaklara göre 280, kimi kaynaklara göre 350’nin üzerinde insan öldürüldü. Bunların büyük kısmı sivil insanlardı. Cizre’nin yerlisi, Cizre’de yaşayan, Cizre’de siyaset yapan insanlardı. Hatta bodrumlar denilen, birbirine yakın 3 bordumda, yaklaşık bin-bin beş yüz metrekarelik bir alanda bulunuyorlardı. Ve orada, BM raporlarına göre de, 100’ün üzerinde insan diri diri yandı. Devlet tarafından yakıldı. Cizre’de binin üzerinde konut tahrip edildi ve bütün Cizre boşaldı. İnsanlar o 78 gün boyunca evlerinden çıkmak zorunda kaldılar. Çünkü devlet şu ev bu ev demeden, sivil silahlı insan demeden sokakta gördüğü herkese kurşun sıktı, top atışıyla hedef aldı… Mesela kucağında benim çocukluk arkadaşım, birlikte büyüdüğümüz Rukiye isimli bir arkadaşımın torunu hayatını kaybetti. Henüz 35 günlük torunu o sokağa çıkma yasağı sürecinde hayatını kaybetti. Bodrumlarda öldürülen bir çok kişiyi şahsen tanıyordum. O insanlar sivildi. Ya kent meclisi üyesiydi, ya legal demokratik partide parti meclisi üyesiydi, ya da kültür merkezinde sanat yapıyordu, müzik yapıyordu. Bu insanlar o bodrumlarda hayatlarını kaybettiler. Şırnak’ta benzer bir durum yaşandı, Nusaybin’de benzer bir durum yaşandı, Sur tarihi bir kent binlerce yıllık geçmişi olan bir kent. Sur’un o tarihi yapıları tahrip edildi. O yapıların bugün birçoğu yok. Yine Gever Yüksekova’da benzer tablolar var. İdil’de Silopi’de benzer tablolar var. Yani sokağa çıkma yasağı sürecinde, o şehirlerin içinde Sur, Nusaybin, Cizre, Şırnak binin üzerinde insan hayatını kaybetti.
Hem insanları katlettiler hem de o insanlara ait olan kültürü de ortadan kaldırdılar… Sen Cizre’de miydin?
Yaşam alanları kayboldu. Sokağa çıkma yasağının tümünde ben Cizre’deydim. Cizre’nin bir köyünde yaklaşık 15 dakika mesafede. Biz o top atışlarını izledik. Heronların Cizre’nin üzerinde 78 gün boyunca gezdiğini izledik. Askeri helikopterlerin gezdiğini izledik. Ve her gün silah sesleriyle uyandık. Her gece silah seslerini duyduk. Hem gün sabahtan akşama kadar, hem de akşamdan sabaha kadar hep bu fotoğrafları gördük ve nasıl ki Suriye’deki savaştan insanlar kaçıp başka şehirlere gitmeye çalıştı, aynı şekilde Cizre’deki insanlar da kimisi arabasıyla kimisi yürüyerek hayatta kalabilmek için şehrini terk etmek zorunda kaldı, sokağını terk etmek zorunda kaldılar. Bütün bunları gördük. HDP milletvekilleri, bizler şehre girmeye çalıştık. Bu vahşetin yaşanmaması için özellikle bodrumlar gündem olmaya başladığında ve insanlar susuz kalmaya başladığında, artık bulundukları alanlar, bulundukları binalar tanklarla toplarla vurulmaya başlandığında biz şehre girmeye çalıştık, bir katliamın yaşanmaması için, önüne geçmek için. Kimseyi şehre sokmadılar. HDP’li milletvekillerini sokmadılar. Hatta 1 Kasım geçici seçim hükümetinde olan HDP’li iki bakanı da Cizre’ye sokmadılar. Dolayısıyla orada bir vahşete tanık olduk. Ve bu vahşet 1990’da yaşanmadı. 1990’lardan daha ağır bir tabloyla karşı karşıyayız. 90’larla benzer tarafı ise şu; o dönem de devlet pervasızdı ve gözaltına aldığı insanlara işkence yapıyordu, bugün de devlet çok pervasız ve insanlara işkence yapıyor. 90’larda mesela o zaman HEP’in milletvekilleri hapse atıldı. 2 Mart darbesiyle Orhan Doğan, Leyla Zana, Hatip Diçle hapse atıldı karga tulumba. Bugün de işte HDP eş genel başkanları hapiste. Böyle benzer yanları var. O tarihlerde her gün devlet operasyon yapıyordu dağlarda, şehirlerde… Toplu tutuklamalar yaşanıyordu… Bugün de benzer bir tablo var, benzer şeyler yapılıyor. O gün Kürt basını üzerinde ciddi baskılar vardı, bugün de var. Ama bugünün o günden farkı 90’larda sadece Kürt hareketi üzerinde ciddi baskı vardı. Sadece Kürdistan’da bunlar yaşanıyordu. Bugün ise Türkiye’nin her yerinde benzer tablolar var. Mesela muhalif, sol, demokratik basına da sansür uygulanıyor. Hükümeti ya da Erdoğan’ı eleştiren yazarlar, gazeteciler, tivit attığı için, facebook’ta yazdığı için veya bir köşe yazısında eleştirdiği için insanlar yargılanıyor. Sadece sosyalist muhalif kesimler değil, CHP’li veya işte Cumhriyet Gazetesi de benzer baskılardan nasibini alıyor bugün. Türkiye’de 1975’lerden itibaren devlet içinde örgütlenen, devletin örgütlediği ve devletin içinde ciddi yerlere gelen cemaat Fethullah Gülen cemaati de bugün iktidarın hedefinde. Ve onlar da bir dizi baskıya maruz kalıyor, yani devlet bugün kendisi dışında, yani iktidar olan cenah o MHP ve Ergenekon dediğimiz o çete örgütü kendileri dışındaki bütün muhalif kesimlere hatta MHP’den ayrılan milliyetçi kesimlere bile; yıllarca devleti besleyen, devleti örgütleyen, devletin örgütlenmesini sağlayan, devletin baskı aracı olan, devletin hatta bir dönem ideolojik dili haline gelen onu temsil eden cemaati, yine işte ta yüz yıldır devletin üzerinde yükseldiği Kemalistleri, Kemalist bir kısım insanı veya çeşitli grupları, bütün bunları hedef almış, karşısına almış durumda. Dolayısıyla bugünün 90’lardan bir farkı da bu. Devlet iktidar eliti dışındaki bütün muhaliflere bir şekilde baskı uyguluyor onlara yöneliyor. Bir farkı da belki de bu diyebiliriz.
Türkiye’nin durumunu bize anlattın… Bu yaşananların ardından Cizre’de bir açıklama yaptın. Ve bu açıklama sana karşı yeni bir hukuki sürecin başlamasına neden oldu. Neydi o açıklama?
Sokağa çıkma yasağının bittiği gün ben de Cizre’ye gittim. O tarihlerde 2 ay boyunca Türkiye’nin bir çok yerinden heyetler geldi, uluslararası heyetler geldi, ululararası savaş karşıtı bir heyeti izmir’deki ve İstanbul’daki savaş karşıtı arkadaşlarla birlikte örgütledik onlar geldiler, insan hakları örgütleri geldi. Cizre’de çok ciddi bir tahribat vardı. Hem yapılar tahrip olmuştu, hem 300 civarında insan ölmüştü, hem de Cizre’nin yüzde 80’i Cizre’yi terk etmişti. Ve bu insanlar dönüyordu. Polisler, askerler evlere girmişler, tahrip etmişler, böyle işte evlerin yatak odalarında yatmışlar, her yer çöplük adeta neredeyse girdikleri bütün evler çöplük haline getirilmiş, dükkanları marketleri yağmalamışlar, hatta elektronik cihazların olduğu yerlere giren özel kuvvetler oraları yağmalamış. Yani bütün bir şehir yağlamanmış durumdaydı. Yattıkları bütün evlerde pezervatifler vardı kullanılmış…
Yani hem insanları öldürdüler hem de hayatta kalanların onurunu hedef aldılar…
Aynen… insan onuruyla oynadıkları kötü bir tablo vardı Cizre’de, öyle diyeyim… Ciddi bir travma sözkonusuydu. İnsan hakları örgütleri, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, Cizre Belediyesi, yani bölge belediyelerinin tümü, GAP belediyeler birliği, Rojova Yardım Derneği, bunlar bu yaraların sarılması için çok çetin ve büyük bir çaba gösterdiler Cizre’de. Hem bir çok hasar gören evin onarımı, hem küçük küçük yardımlarla çaba gösteriyorlardı. Bir de bu travmadan çocuklar da ciddi etkilenmiş, aşılması için kimi çabalar vardı, kimi girişimler vardı Cizre’de. Gıda yardımı, evlerde tahrip edilmiş, yağmalanmış beyaz eşya yardımı için çaba gösteriyorlardı. Türkiye Mimar Mühendis Odası da gelmişti, mühendisler de vardı, bir de bu tahribatın tesbiti için de heyetler çalışıyordu. Bir yerden bunun tesbiti için devlet çaba gösteriyordu ama bunun daha adil tesbiti için sivil heyetler de vardı.
Kısacası oradaki insanlarla dayanışma çabası vardı.
Evet.. Ben de bu heyetlerle geziyorum, çünkü bölgeyi biliyorum, bodrumları biliyorum. Gittik mesela daha ilk gün bodrumları gezdik Cizre Barosu’ndaki arkadaşlarla birlikte. İşte HDP’liler, milletvekilleri geldiler, başka diğer gruplar geldiler birlikte gittik bodrumları gördük. Aslında sıcağı sıcağına o katliamı gördük. Yakılan insan etlerinin kokusunu… Korkunç bir manzaraydı… Çocuklarını kaybeden insanlar orada, birçoğunun kimlik tesbiti yapılamamış, bunun tesbiti için çalışıyor, yani bir savaştan sonra bir şehrin görüntüsü diyelim buna. Böyle korkunç bir durum. Zaten 78 gün boyunca dışardan görüyorduk. Mehmet Tunç’un, Mehmet Yavuzer’in, bodrumda kalan insanların televizyonlardan canlı canlı görüntüsünü izledik. Biz hemen dibimizde patlayan bombaları, tankları izledik. Hemen sonraki gün de oradayız. Dolayısıyle bütün bu tablo yaşandı, Mart ayının ortaları, bir kamera, Cizre’nin yeniden inşası var belediyeler sivil toplum örgütleri birlikte organize etmeye çalışıyorlar, benden de buna dair görüş almak istediler. 5 dakikalık bir görüşme yaptım ve orada Cizre’deki tahribatı anlattım. Yeniden inşada sivil toplum örgütlerinin ne yapmak istediğini anlattım. Kısaca bu tabloyu anlatmaya çalıştım, bu tablonun çok ayrıntısını ya da tümünü değil. Bu tablodan bir fotoğraf çekmeye çalıştım o 5 dakikalık görüşmede. Ve bundan ötürü 2017 Mayıs’ında savcılık soruşturma başlattı ve Cizre’deki evime baskın yaptılar. Ben de o süreçte Kıbrıs’tayım. Evimi basma kararında şu iddia var; benim silahlı örgüt üyesi olduğum iddiasıyla, PKK’nın propogandasını yaptığım iddiasıyla gittiler benim evimi bastılar. Baskın sırasında ailem arama kararını görmek istiyor, göstermiyorlar. Göstermediler o gün…
Tutuklamak için evine baskın düzenlediler…
Evet, baskın kararında iki neden var. Biri benim evde bulunma ihtimalimden dolayı gözaltına almak için, ikinci neden de evde suç materyali bulabilir miyiz diye gidiyorlar. Bir kısım uluslararası af örgütü’nün halkı askerlikten soğutma suçlamasıyla ben yargılanırken hem 318’in kaldırılması için hem benim almış olduğum cezanın kaldırılması için başlattığı bir kampanya vardı 2011 tarihinde, o güna ait Amerika’dan, İsrail’den, Almanya’dan yani dünyanın bir çok ülkesinden gelen bir kısım mektuba el koydular. Uluslararası kurumların bana dair yaptıkları açıklamaların bir kısmına el koydular. Cezaevinde çektirdiğim fotoğraflara ve ailemin bana gönderdiği mektuplara el koydular. Beni bulamayıncalar gittiler ve beni almak için gelenler sonradan aradan bir kaç ay geçtikten sonra, tabi savcılığın benim hakkımda çıkardığı özel bir yakalama kararı olmadığı için, bu sefer 7 gün içinde Savcılığa gidip ifade vermemem durumunda tutuklanacağıma dair bir karar çıkartılar. Halbuki aslında 30 Mayıs’ta almışlar kararı. Yani 29 Mayıs’ta almışlar, 30 Mayıs’ta bunu uygulamak için gelmişler evime ama beni bulamadıkları için de o tarihlerde bir yazı yazılmasına bile gerek duymamışlar, aradan bir ay bir buçuk ay geçtikten sonra da bu sefer numaradan, sırf prosedürü yerine getirmek için bir de yakalama kararı çıkartmışlar.
Üçüncü ve son bölümüyle yarın devam edecek…
Halil Savda’yla gerçekleştirdiğimiz söyleşinin ilk bölümü: