Havadis Gazetesi’nin 4 Ağustos tarihli nüshasında, “Ne için olduğu belli olmayan kavga ? “ başlığı ile yayınlanan haberde Öntaç Düzgün, yerel bir gazetede yayınlanan ve manşeti “Kavga büyük olacak” olarak atılmış söyleşime nazire yapmış. Mete Hatay ise, haklı olarak söylemle yetinilmemesi gerektiğini, yapılacak işleri belirterek görüşlerini yapıcı eleştiri ile, sosyal medyadan sundu. Düşünce dünyamızın çok gerilediği, siyasetin içeriksiz bir hale dönüştüğü, siyaseti belirli bir dünya görüşü ve iddia ile ortaya koymanın neredeyse suç sayıldığı, gazeteciliğin tetikçilik olarak yapıldığı, gri zamanlardan geçiyoruz. Ben bu bağlamda her iki arkadaşıma teşekkür ederim.
1.Tutulmuş akıllar ve unutulmuş kavramlar
Siyasi kavramları kullanmayı tercih etmeyen, kullananları da beğenmeyen bir toplumsal dokumuz olduğunu görmek, içinde bulunduğumuz sosyal gerilemenin ne düzeyini anlama açısından bize bişeyler söylüyor. Üstelik bu sadece verili düzenin yani statükonun yandaşları tarafından değil, toplumsal dönüşüm iddiasındaki siyasi veya sosyal özneler tarafından da tercih ediliyorsa, olası dönüşümün yüzeysel kalacağını baştan öngörmek mümkün.
Son zamanlar söylediğime değil, yaptığıma bakın diyen siyasetçilerin yükselişte olduğu yıllar. Çeşitli nedenlerde siyasetin söylem gücünü kıranların, tam da aynı nedenle siyasetin dönüşüm kapasitesini olabildiğince sınırlandırdığını görüyoruz. İdare-i maslahatın solu sağı olmaz. Aslolan dönüşüm programıdır ve bunun bilimsel anlamdaki dayanaklarını ortaya koyabilmek adına kavramlar olmazsa olmazdır. Hayatı tanımlama yolunda çok temel araçlardır. Bir durumu, olayı tarif edebilmek adına elinizdeki araçları en iyi şekilde kullanmak bir sorumluluk gereğidir. Bu modern siyasetin bize bir sağladığı bir imkandır. Çünkü sosyal koşulların analizi, ancak ve ancak sosyal gerçekliğin bilimsel tarifi için önümüzde bulduğumuz kavramlarla anlamlı kılınabilir.
Kavramlar, mutlak doğrular mıdır ? Hayır değildir. Kendi içinde her zaman yeni durumları kapsayacak şekilde genişleyebilirler, genişletilebilirler, günlük kullanımda değiştirilebilirler hatta sonlanabilirler.
Sloganlar çözüm üretme araçları değil, mesaj iletme unsurlarıdır. Duruş sergilerler, içerik önerme sorumlulukları yoktur. Biz sloganlarla çözüm üretmeyiz, ama zamanın boş ruhu Neoliberallerin kamu yararını reddeden akıllarının ne kölesi oluruz ne de takipçisi. Ne dillerini kullanmaya mecburuz, ne de akıl yürütmelerini…
Neo liberalizm, kendi aklını, öngörüsünü, matematiğini ve kendi dilini çoğaltarak toplumların sorunlarına çare üretmemizi istiyor. Sorun çok, çözüm tek, çözüme ulaşma modeli ve araçları da bellidir, onlara göre. Tek ekonomik akıl.
Neo liberal ağın dünyadaki gücü, tahmin edilemeyecek ölçüde büyük ve etkilidir.Kapitalizmin son kırk yılına damga vuran, sistemin kendisini yeniden üretmesine temel oluşturan yeni ideolojik akıldır Neo liberalizm. Bunun dışına çıkan veya çıkmak isteyen her türlü siyasetçinin düşmanlaştırıldığı, neredeyse katlinin vacip olduğu bir dönem, bu dönem.
Burada bir de hani Liberalizm ile Neo liberalizmi birbirinden ayırmak gerektiğini ciddiyetle düşünenlerdenim ben de.Neo liberalizm, her katmanda, her ülkede, her bölgede eşitsizliği olabildiğince artıran modeldir. Toplumsal katmanlar, ülkeler, bölgeler arası eşitsizliği, uygulandığı her yerde büyüten bir yöntemdir. Bu bağlamda, gerilim potansiyelini kendi varlığında oluşturan sonuçlar doğurur. Bunun yanında belirsizliği statükonun temeli kılar bu düşünce. Olabildiğince ideolojik, olabildiğince sistematik bir saldırı ağının esasıdır. Doğallığında sosyalleşme karşıtı, paylaşım karşıtı, toplumsal dokuları parçalayan, dayanışmayı anlamsız kılan ve mutsuzluğu toplumsal bir norm haline getiren bir düşünce sistematiği ile karşı karşıyayız.
Neo liberalist dönem, kapitalizmin son aşamasıdır. Ve elbette kendi “mezar kazıcısını” bugünün şartlarında yeniden yaratandır.
Bugün, Trump veya Macron gibi Neo liberallere karşı İngiliz İşçi partisi Lideri Jeremy Corbyn’e, ABD, Demokrat Parti Başkan adayı senatör Bernie Sanders’e hatta Senatör Alexandria Ocasio-Cortez’e, DiEM25 hareketi içinde Yunanistan eski Maliye Bakanı Varoufakis’e iyice bakmak gerekir. Corbyn de Sanders de müesses nizamın tekerine çomak sokmak için yola çıkan siyasetçilerdir. Bu yazımda, güncel bir aktör olduğu için biraz ABD’li siyasetçi Bernie Sanders’in manifestosu üzerinde durmak isterim. 2020 Demokrat Parti Başkanlığı için aday olan ve kendisini Demokratik Sosyalist olarak tanımlayan, Neo Liberalizm karşıtı Sanders neler yapmayı planlıyor mesela; pratikten gidelim :
Sanders ABD’yi daha eşit, daha demokratik ve daha insani kılacak en kapsamlı ve iddialı programı sunmaya hazırlanıyor. Irkçılık, işsizlik, düşük ücretler, yeterince sigortalanamama, öğrenci borcu, yeterince fon sağlanmayan kamusal eğitim, konuta yatırım yapılmaması gibi sorunları sona erdirmek için en ciddi plana sahip olan Sanders, bu sorunların orantısız bir şekilde azınlıkları etkilediği ve deneyimlenen ırkçılığın maddi zeminini oluşturduğu için destekleniyor. Benzer bir şekilde feministler, kadınların güçleneceği daha hakkaniyetli bir ekonomi için genel değişiklikler kadar nitelikli evrensel sağlık hizmeti, çocuk bakımı ve eğitim (toplum yeterince sağlamadığında karşılığı olmaksızın kadınların üzerine yıkılan toplumsal yeniden üretim emeği) temin etmesi.
Bir de iklim yıkımı söz konusu. Dünya felaketin eşiğinde ve zaman daralıyor. Zamana karşı gelebilmenin önündeki esas engel bireysel tüketim alışkanlıkları ya da yetersiz ekolojik bilinç değil, sadece insanları kâr uğruna dünyayı yok etmeye teşvik etmekle kalmayan ayrıca toplumun en müreffeh olanlarını siyaseti denetleme ve kendilerini müdahale ya da bunun yaratacağı sonuçlardan koruma konusunda güçlendiren kapitalizmin kendisi.
Gezegeni korumak için yasa yapıcıları işleri aksatacak kitlesel eylemlerle zorlayacak kapitalizm karşıtı bir harekete ihtiyaç var.
İnsan odaklı bir düşünce ile gerçekten de cehennemden çıkış programı olacak Sanders manifestosu.
Neoliberal akıl dediğimiz ve bir tür ağ olarak da nitelendirilebilecek yaklaşım salt bir ekonomik model değil, bir siyasi bir kapsamla değerlendirilmesi gerekir. Ekonomide hakim olan en üst kesimin, bir avuç süper zenginin karar verici olduğu bir düzen. İnsan yaşamını en aşağılık koşullara mahkum ederek şirket kültürünü ve serbest piyasanın tartışılmazlığını dayatan bir rejim. Ekonomik modeli tekleştiren, alternatif öngörüleri çağdışı ilan eden bir yaklaşım. Ekonomik modelin hayata geçmesi için, Şili’deki darbeyi yapanlarla, Türkiye 12 Eylülcülerinin düşünce sistematiği tamamen aynı. Thatcher’den başlayıp yaygınlaştırılan son kırk yıldır, dünyada mutlak hakimiyetle kendini sürekli yeniden üreten bir sistem. Burada temel kritik mesele karar vericilik noktası. Bir ülkede ekonomik düzenin yapılanması için karar verici olacak olanların demokratik irade ile seçilmiş temsilciler değil, ekonomik akıl denilen ve gitsinler gelsinler aynısını yapsınlar diye düşünen, ekonomik ağa babaları IMF’den başlayabiliriz, Avrupa Birliği Merkez Bankası ve Avrupa Komisyonu’na kadar da yayılabilir bu eğilim. Bu durum temsili demokrasiye ciddi anlamda zarar verirken aynı zamanda tek adamcılığı, teknokrasiyi, uzman terörünü ve otokrasiyi gündeme getiriyor; doğallığında üretiyor.
Buradaki akıl yürütmesi şudur; eğer model tek ise, önemli olan bunun hayata geçirilmesidir, tartışılması değil. Dolayısıyla sağ veya sol tüm siyasi partiler aynı reçeteyi uygulamalıdırlar. Soruları şudur: Bunu en iyi kim yapabilir ? Siyasetçiler sorun çıkardığına göre, teknokrat bir tercihle memleket yönetimleri gündeme geliyor. Ve bu tartışma Başkanlık sistemlerini de beraberinde getiriyor. Tamamı olmasa da, Başkanlık sistemi isteyenlerin ana argümanı, toplumsal düzenin, ekonomik modele göre yeniden düzenlenmesidir.
İkinci bir sorun, model hazır olduğuna göre, engel çıkaranlara müsade edilmemesi ve modelin önünün açılması gerekir.
Engelleyenler ; 1. Sendikalar 2. Yargı sistemleri oluyor.
Yargı bağımsızlığı daha çok Türk tipi Neo Liberalizmde karşımıza çıkar -ya da çevre ülkelerde-. Bu özellikle AKP modelinin yani aslında demokratik bir liberal kaynağa sahip olmadan, neoklasik iktisadi öğretiye olanak sağlayacak unsurları tepeden inmeci dayatmak için kullanılır. Özellikle ekonomik sıkışıklık dönemlerinde bu çok daha sert bir hal alır. Bu aslında devlet mekanizmasının iktisadi arzulara uyumsuzluğunun da en büyük kanıtıdır.
Kazanılmış haklardan vazgeçilmesi, ekonomik modelin hayat bulması için esas olduğuna göre, bu hakların yasalar bağlamındaki savunucuları olan sendikalara ve karar verici olan yargıya büyük saldırı yapılmaktadır. Siyaset zayıf ayağı kamuoyu üzerinden manipülatif propaganda teknikleri ile ne yazık ki esir alınıyor, özellikle merkezde hareket edenler.
Bu sistemin dayatıldığı tüm ülkelerde, sendikaları yok etmek ve yargıyı etki altına almak en büyük hedeftir. Çünkü ulaşılması gereken hedeflerin önündeki engeller olarak değerlendirilir.
Burada, kamu yararı yoktur. Kamu çalışanları ana hedeftir ve çünkü kamunun küçültülmesi yani kamunun şirketleştirilmesi adına çalışanların hakları daraltılmalıdır. Bunu buyuruyor yüce akıl.
IMF’nin, Dünya Bankası’nın sürekli yeniden üretimi ile kendini esnetiyor ve krizlerden çıkmasını sağlamaya çalışıyor. Kısaca durum bu.
2. Gelelim bize…
Sevgili Öntaç’ın, pratik zekasını bana şunu söylüyor. Hoş güzel, anlıyorum da, biz şu allahın belası üretim sorununu şimdi nasıl çözeceğiz ? Ya da üretime nasıl eğileceğiz, ya da esnafın kredi ihtiyacını nasıl karşılayacağız, gerekli ekonomik koşulları nasıl yaratacağız ? Çok haklı.
Bu bağlamda TC – KKTC İktisadi ve Mali Protokol konusundaki eleştirenlere hemen ardından, o zaman ne yapmalı sorusu acil bir gündem haline geliyor. Kuzey Kıbrıs’ta ciddi bir kısır döngü ile Protokol konusu, hükümet kurma veya hükümet bozma yönünde siyasi bir araç haline döndü.
1974’ün ardından, 1975 tarihi itibarıyla, TC Başbakanlık Kıbrıs İşleri Baş müşavirliği tesis edildiğini biliyoruz. Bu yapı, Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin Kuzey Kıbrıs’a yönelik katkılarını yönetmek üzere öngörüldü. Ardından, buna bağlı saha organizasyonu olarak da KKTC’de Kalkınma ve Ekonomik İşbirliği Ofisi tesis edildi.
Bu yapılanma, TC-KKTC ilişkilerinin “ana ekseni” olarak bugünlere kadar geldi. Yardım heyeti diye de ifadelendirilen bu yapı, Protokol üzerinden ülke ekonomisi ve siyaseti üzerinde ciddi bir güce sahiptir. Protokolu imzalayanın denetlenmesi, imzalamayanın imzaya zorlanmasının “teknik”, “görünür” kapasitesidir. Bu yapının varlığı öngörülen modelin dayatılması yanında, denetlenmesi ve reform adına sopa havuç ilişkisi üzerinden, “ne kadar yasa ve uygulama o kadar para” gibi, gayri ahlaki bir ilişkinin doğmasını sağlıyor. Günün sonunda koşulsuz para diyenlerin, noktasına dokunmadan imzalarım diyenlerin dönemsel hükümet oluşları ile gayri samimi olarak imzalanan ve halk tarafından benimsenmeyen protokollar, Türkiye ile ilişkilerimizin aracı haline dönüyor ve ne yazık ki yöntemsel hatalar yanında, Türkiye bürokratlarının dayatmaları ile toplumsal huzursuzluğun, uyumsuzluğun nedeni haline dönüyorlar.
Türkiye hükümetlerinin, Protokoller üzerinden toplumda güç sağladığı aşikardır. Bunun bir siyasi araca dönüştüğü ve siyasetimizin bu araç üzerinden şekillendirilmeye çalışıldığı ise ortada. Bunun güncel bir tercih değil, tamamen stratejik bir karar olduğunu düşünmeliyiz. Bu araç, demokratik bir toplum yapısını ciddi anlamda zayıflatıyor. Çünkü artık, toplumun siyasetten beklediği gelişmiş bir düzen için alternatif yaşam programlarını değil,siyasi partilerin Protokollere bağımlılık ilişkisini tartışır olduk. Bu ciddi bir gerilemedir. Demokrasi anlamında, toplumsal irade anlamında ve toplumun gelişimi ile Türkiye ile sağlıklı, saygılı ilişki kurma anlamında. Toplum, Türkiye ile haysiyetli bir ilişkiden yanadır, tahhaküm hiyerarşisi yaratan bu gibi modelleri reddetmektedir.
Dolayısıyla gerek yapısal anlamda Yardım Heyeti gerekse ekonomi politik bir araç olarak görebileceğimiz Protokollerin ve Protokol üzerinden toplum üzerinde tahakküm ilişkisi yaratan bürokratik ilişkinin ortadan kaldıracak, radikal bir düzenlenmeye ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç hayatidir, ciddi toplumsal yaraların doğmasına nedendir ve demokrasi anlamında da kabul edilmezdir.
Protokollerin, istedikleri düzeyde başarılı olamamasının ana nedeni de bu modelin topluma yabancılaşması olup, kaynağı da demokrasiyi anlamsızlaştırıp, bahsettiğim gibi siyaseti zayıflatmasıdır.
- KKTC gibi kapalı ve kaynakları kıt bir ada ekonomisinin en temelde gelişme/kalkınma imkanı, bu dünya düzeni koşullarında sınırlı olduğu açıktır. Dar sınırlara ve kıt imkanlara sahip her ada ekonomisinde olduğu gibi kamu sektörünün payının artırılması yanında dünya ile ekonomik entegrasyon düzeyinin yükseltilmesi, refah seviyesinin korunması için temel unsurdur. Bu noktada Türkiye ile olan ekonomik ilişkinin karşılıklı fayda yaratacak şekilde geliştirilmesi gereklidir. Yine bugüne kadar gözardı edilen, Avrupa Birliği ile süratle Doğrudan Ticaret Tüzüğünün hayata geçmesi için ve Yeşil hat Tüzüğünün ürün kapsamının genişletilmesi için görüşmelere başlanması kaçınılmazdır. Yine Güney Kıbrıs ile ticaret ilişkisinin rastlantısal ve dönemsel boyuttan, ortak çalışma, üretim, girişim, yatırım yapılabilecek düzeye yükseltilmesi de gündeme alınmalıdır.
- İmkan dahilinde olan, şu anda hayatımızı kuşatan kayıt dışılıktan ve vesayet ilişkisinden kirli bir nefes alan bu sosyo ekonomik düzeni radikal önlemlerle yeniden yapılandırmaktır. Kayıt ve denetim sistemini yeniden yapılandırmak gerekir.
- Kıbrıslı Türklerin, toplumsal irade tercihi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin toplumsal tercihe paralel teknik desteği ile sorunların, kendi koşul, tercih ve taleplere göre yapılandırılması ve çözüm basamaklarının saptanması gerekir. Şu anda ekonomik ve mali protokollerin dayanağı olan 2012 TEPAV Raporu üzerinden bir yeniden yapılanma değil, Kıbrıs Türk eksenli, katılımcı bir anlayışla yeni bir “ekonomik toplumsal program”ın hazırlanması ve süratle ekonomik sektörlere ve toplumsal alanlara kurgulanması gerekir.
- KKTC’nin bu kapalı yapısının ancak dünya ile entegrasyona bağlı bir hukuk düzeni ile kırılabileceği gerçeğinden hareketle Kıbrıs sorunu, daha açık ifadeyle Federasyon çözüm modeli, ekonomik ve sosyal yapının gelişmesi ile doğrudan ilgilidir. Yani sınırlı imkanlarla, bizatihi kendisi bir kara delik olan bir KKTC’nin sürdürülebilir bir modele kavuşmasından öte, toplumun varlığının korunup gelişmesi hedefiyle var olan aksaklıkların giderilmesine yönelmek esas olmalıdır.
- Bu çerçevede, şu an gündemde olan Protokol’den öte Protokol ile ilişki modeli kabul edilebilir değildir. Kıbrıs Türk siyasi hayatının özgünlüğünü yok eden, dayatmacı bir anlayışla ortaya konan bu model, aynen üstte de belirtildiği çerçevede kamu yararı oldukça zayıf olan, sorunların üzerine yönelmeyen, kendi kurumlarımızı zayıflatan ve sonuçta Kıbrıs Türk Toplumunun bütün tarihi, kültürel, iktisadi ve toplumsal bütünlüğünü eriterek yok olmasına neden olacak bir düşünce ile şekillendirilmiştir.
- Kıbrıs’ın kuzeyinde kendi kendini yetmenin birincil yolu, kendi kendini yönetecek ekonomik, idari, sosyal gücü elinde bulundurmaktır.
- Ekonominin, “tamamen” TC Ekonomik İşbirliği Ajansı tarafından yönetildiği; güvenliğin, TC askeri tarafından sağlandığı; dış politikanın, TC’ye entegre edildiği; toplumsal/sosyal yapının, TC Elçiliği Din İşleri Bölümü ve Vakıflar İdaresi tarafından dönüştürüldüğü; nüfusunu bilmeyen, nüfus politikası olmayan, olamayan, belki de olması istenmeyen, vesayet ilişkisinin sürekli yeniden üretilerek iş yapmanın marifet sayıldığı, “alt yönetim”den bahsetmekteyiz.
Tüm bunların çok iyi bilindiğinden eminim. Ve elbette bunları mazeret yaratmak için yazma derdinde değilim. Ancak verili koşulların gözardı edildiği bir bakış açısı ile, sağlıklı bir siyasi ve ekonomik gelişme beklemek aşırı saflık olur.
Meselenin sadece ekonomik olmadığını, olamayacağını artık görmemiz gerekiyor. Bu ülke bu şekilde yönetilemez. Bir konuyu bir noktadan kendi başına çözseniz dahi, sorun başka bir alandan patlayabiliyor. Bu nedenle gerçeklerle yüzleşmekten korkmamalı ve konuşmalıyız. Mesele toplumsal varoluş ise, sonuna kadar görüşlerimizi oluşturup, toplumsal yönetim için iddiamızı, programımızı paylaşmalıyız.
Bugün, yeni ve güçlü bir sosyo ekonomik programa ihtiyaç var. Bu program siyasete yeniden güven kazandırabilir. Protokol, ekonomik bir program değildir: Siyasidir. O kadar ki, belirttiğim gibi yaratılmak istenen ekonomik düzen için, siyasetten örgütlere, yargıdan siyasi partilere kadar hayatın her alanını yıkacak kadar savunucusu olan gözü dönmüşlerin, bu topraklara en büyük ihanetidir.
Bu noktada, siyasi partilere büyük görev düşer. Demokrasiye sahip çıkmak, en temel görev olarak önümüzde duruyor. Demokrasi demek seçim sistemi demek değil, seçimler hiç değil. Yirmibirinci yüzyıldayız. Kuzey Kıbrıs’ın geleceğini belirleme yetkisinin, iradesinin şekillendiği sorumluluk alanıdır, toplumsal varlıktır. Ekonomik, siyasi ve sosyal alternatifler ortaya konabilir. Kendi kendimize yeteceğimiz ve Türkiye ile çok daha yapıcı ilişkilerin kurgulanabileceği bir düzene geçilebilir.
Yani mesele kendi kendine yetebilmek için, kendi kendini yönetme meselesidir. Birbirine entegre iki ana sorun tanımlanıp, programlanmadan kanımca pek yol alınmaz.
Bunu yapabilecek kapasite de bizde mevcuttur. Kollektif akıl ve cesaret varsa, yol alabiliriz.
Bu yazı ilk kez 25 Ağustos 2019 tarihli Havadis gazetesinde yayınlandı.