Vücudunuzun havayla temas ettiği, beden ve evren arasına bir dış çizgi çizdiğinizi hayal edin; ve çizginin içinde kalan kısmı, yani bedeninizi, yani varlığınızı bir silgi yardımıyla silin. Şimdi varlık neresi?
İnsan, kişinin yani formun kapladığı alanı varlık olarak kabul eder. Bunun sebebi, varlığı, ışık vurduğu zaman gözümüzle algılayabileceğimiz bir form olarak kabul edişimizdir. Bir form olarak var olan insan, kendi varlığını koruma altına almak için bir yuva arayışına çıkar; ve yerleşik hayata geçtikten sonra daha çok form yaratarak, popülasyon ve madde olarak çoğalır.
Yaşamda görüp tanımlayamadığımız her şeye karşı bir korku besleriz. Rüzgar, duygular, gece karanlığı, ölüm gibi bir çok “boşluk” olarak algılamayı tercih ettiğimiz şeyler, aslında yanında bir varlık olmadığında tanımlanamazlar. Oysa, yaşam yoksa ölüm de yoktur.
Sanat tarihine baktığımızda, elle tutulur, gözle görülür maddenin değeri üzerine gelişen düzende, hiçliğin ifade edilmeye başlanması çok etkileyicidir. Var olduğunun bir ispatı sayılabilecek eserler üreten sanatçı birey, fikir olarak ulaştığı hiçliğin anlamını sorgular. Düşünce olarak bir yandan kendi varlığını tüketirken, psikolojik olarak kendini iyileştirir.
Sanatçının toplumdaki yeri, toplumdaki göreviyle; yani varlığıyla kabul edecek ve o şekilde değerlendirecek olursak, bir çok farklı sanatçı ve düşünürün sorgulayışını görürüz. Post-Modern dönemde “Sanat, rahatsız olanı rahatlatmalı, konforlu olanı rahatsız etmelidir” yargısıyla yola çıktığımızda, sanatçının toplumdaki görevinin yıllar içerisinde zorlaştığını söyleyebiliriz. Sanatçı, Ekspresyonizmin belirdiği döneme kadar eserleriyle insani araştırmaları ve tarihi olayları bize aktarırken, Kübizm ve Dadaizm akımlarıyla gelişen dönemde hem düşünür, hem üretir olmuştur. Sanatın bir fikir, bir düşünce veya bir felsefe taşıması; sanatçının görevini yüceltir. Sanatta da varlığın sorgulanması, boşluğun anlamlandırılmasını sağlar. Varolmak için sanata sarılan sanatçı birey, ulaştığı hiçliğin tanımını forma dönüştürür.
Günümüzde dünyanın her bir yanında, umutsuzluk ve kötü diye tanımladığımız olayların varlığı yaygınlaşır. Global olarak medyanın insana taşıdığı konuların geneli, algılanan varlıklar üzerinden, maddi olarak değeri biçilen konulardır. Böylece insan, düşünüp sorgulamaktan vazgeçecek ve umutsuzluk halini kabullenecektir. Woody Allen, “varlığın boşluğunu” düşünmemizi isterken, sanatçıya da neredeyse insanlığı kurtarma görevini tanımlar.
“Hepimiz ölümden korkuyor ve evrendeki yerimizi sorguluyoruz. Sanatçının görevi umutsuzluğa düşmek değil, bilakis varlığın boşluğunun panzehirini bulmaktır.”
Woody Allen, Midnight in Paris.
Modern yaşamda kendimizi bir köşeye çekip olup bitene dışarıdan bakabilirsek, varlığın ne denli anlamsızlaştığını düşünebilir ve hissedebiliriz. Burada kişinin kendi varlığının anlamsız olduğu gerçeğiyle yüzleşmesi ve evrendeki değersizliğini tanımlaması ilk anda kalp kırıcı ve zor olabilir. Çünkü insan varolmak için yıllarca emek vermiş ve bedel ödemiştir. Schopenhauer bu hissi “varolmanın acısı” olarak tanımlar ve bağladığı sorgular ve neticelerle hiççiliğe (nihilizm) kadar sürükler. Hiççilik modern insanın farkında olmadan beslendiği umutsuzluk halidir. Woody Allen’ın tasvirine göre, sanatçının görevi, bu anlamsızlaşma haline bir panzehir bulmak, yani insanın varlığını anlamlandırmaktır. Benzer kaygıyla yaratan sanatçılar, boşluğun/hiçliğin değerini yüceltir.
Evrenden başlayıp geriye doğru bakarak ilerlediğimizde; dünya, kıtalar, denizler, kıbrıs adası, lefkoşa ve insan. Hangisi daha hafif? Varlık mı, hiçlik mi?