Bugün 4,3 milyar insan – dünya nüfusunun yüzde 60’tan fazlası – yoksulluk içinde yaşıyor, günde 5 dolardan daha azla (küresel Güney’deki tüm ulusal yoksulluk sınırlarının ortalaması) geçinmeye çalışıyor. Bunun yarısının yeterli gıdaya erişimi yok ve bu sayılar son birkaç on yıldır düzenli olarak artmakta.
Antropoloji profesörü ve küresel kalkınma uzmanı olan Jason Hickel, BM ve Bill Gates ile Steven Pinker gibilerince anlatılan hikâyeyi özenli ve ikna edici şekilde çürüttüğü çok konuşulan The Divide: A Brief Guide to Global Inequality and Its Solutions (Bölünme: Küresel Eşitsizliğe ve Çözümleri Konusunda Kısa bir Kılavuz) kitabına bu verilerle başlıyor. Bunların anlattığı hikâye bizi yoksulluğun dünya çapında azaldığına inanmaya zorluyor ama aslında bu iddianın gerçeklik payına sahip olduğu tek yer, serbest piyasa kapitalizminin Dünya Bankası ve IMF tarafından zorla dayatılmadığı ve hükümetlerin devlet öncülüğünde kalkınma politikaları sürdürerek ekonomilerini kendilerince aşamalı olarak liberalize edebildiği ülkeler.
Kalkınma ajansları, STK’lar ve dünyanın en güçlü hükümetleri, yoksul ülkelerin durumunu, doğru kurumları ve doğru ekonomi politikalarını benimseyerek, sıkı çalışarak ve biraz yardım alarak çözülebilecek teknik bir sorun olarak açıklıyorlar. Bilindik bir hikâye bu ve rahatlayıcı da. Hepimizin bir noktada inandığı ve desteklediği bir hikâye. Yoksulluğu yardım ve bağış üzerinden sona erdirmeyi amaçlayan milyarlarca dolar değerindeki bir endüstriyi ve bir STK’lar, yardım kuruluşları ve vakıflar ordusunu bu hikâye ayakta tutuyor. Hickel’ın hedef aldığı anlatı işte bu.
Yüzyıllar boyu süren ekonomik eşitsiz değişim
Kitapta sunulan temel argüman, yardım söyleminin bizi büyük resmi görmekten alıkoyduğu. Bu anlatı küresel Güney’in yoksullaşmasına etkin şekilde sebep olan ve anlamlı bir kalkınma yaşanmasını etkin şekilde engelleyen sömürü izleklerini gizliyor. Bağış paradigması gerçek sorunların üstünü örtüyor: aslında tam tersi söz konusu olmasına rağmen, Batı sanki küresel Güney’i ‘kalkındırıyormuş’ görüntüsü yaratıyor. Zengin ülkeler yoksul ülkeleri kalkındırmıyorlar; yoksul ülkeler zengin ülkeleri ciddi şekilde kalkındırıyor – ve bunu 15. yüzyıldan bu yana yapıyorlar. Kitapta küresel Güney’deki az gelişmişliğin doğal bir durum değil, Batılı güçlerin dünya ekonomik sistemini organize etme şeklinin bir sonucu olduğu ortaya konuluyor.
Bu, her yıl Batı’nın küresel Güney’e 128 milyar dolar yardım dağıtmadığı anlamına gelmiyor. Bu yardım dağıtılmakta ama bakış açımızı genişletir ve bu yardımın içeriğine bakarsak, ters yönde akan finansal kaynakların bu yardımları çok çok aştığını görebiliriz.
Zengin ülkeler ile yoksul ülkeler arasında her yıl aktarılan finansal kaynakların tümü denkleştirilse bu verilerin kaydedildiği son yıl olan 2012’de gelişmekte olan ülkelerin yurtdışından tüm yardımlar, yatırımlar ve gelir dahil, 2 trilyon doların biraz üzerinde aldığını görürüz. Ama aynı yıl gelişmekte olan ülkelerden bu tutarın iki katından fazlası, yani 5 trilyon dolar dışarı çıkmış. Yani gelişmekte olan ülkeler dünyanın geri kalanına, aldıklarından 3 trilyon dolar fazlasını “göndermişler.”
Küresel Güney’den bu devasa dışarı akış nelerden oluşuyor? Bunların bir kısmı borç geri ödemeleri. Bugün, yoksul ülkeler her yıl yabancı borç verenlere sadece faiz olarak 200 milyar dolardan fazla ödüyorlar. Bu borçların ana parası ödeneli çok olmuş ve bazısı da açgözlü diktatörler zamanında yapılmış. Bir başka büyük pay ise, gelişmekte olan ülkelere yatırım yapıp sonra geri çekilen yabancıların elde ettikleri gelir. Shell’in Nijerya’nın petrol rezervlerinden elde ettiği kârları düşünün örneğin, veya Güney Afrika’nın altın madenlerinden çıkarılanları.
Ama dışarı akışlardaki en büyük pay sermaye kaçışları. Bunun büyük kısmı ülkeler arası ödemeler bilançosundaki “sızıntılar” üzerinden gerçekleşiyor. Bir diğeri “düzmece fatura” olarak bilinen yasadışı bir uygulama üzerinden gerçekleşiyor. Temel olarak, şirketler, gelişmekte olan ülkelerden vergi cennetlerine ve nereden buldun yasasının olmadığı yerlere para kaçırmak için ticaret faturalarında doğru olmayan fiyatlar gösteriyorlar. Benzer ölçüde büyük bir miktar da her yıl “transfer fiyatlandırmasının kötüye kullanımı” denilen ve çokuluslu şirketlerin kârları yasadışı olarak farklı ülkelerdeki kendi bağlı kuruluşları arasında transfer ederek para çalmak için kullandığı bir mekanizma üzerinden dışarı akıyor. Ama en önemli kayıp ticaret üzerinden sömürü ile gerçekleşiyor.
Sömürgeciliğin başlangıcından küreselleşmeye kadar, Kuzey’in ana amacı Güney’den satın aldığı emek ve mal maliyetini zorla azaltmak oldu. Geçmişte sömürgeci güçler kendi sömürgelerine şartlarını doğrudan dayatabiliyorlardı. Bugün ise ticaret teknik açıdan “serbest” olsa da, zengin ülkeler yolunu bulabiliyor çünkü çok daha büyük bir pazarlık gücüne sahipler. Bunun da üstüne, ticaret anlaşmaları çoğu zaman yoksul ülkelerin kendi işçilerini zengin ülkelerin yaptığı gibi korumasını engelliyor. Çokuluslu şirketler artık en ucuz emek ve mal arayışı ile gezegende istedikleri yeri seçebilme imkanına sahip olduğundan, yoksul ülkeler maliyetleri aşağı çekmek için rekabete zorlanıyor. Tüm bunların sonucu olarak yoksul ülkelerin sattığı emek ve malların “gerçek değeri” ile aslında onlara ödenen fiyat arasında devasa bir uçurum oluyor. İktisatçılar buna “eşitsiz değişim” diyorlar.
1980’lerden bu yana Batı, Güney’deki borçlu ülkelere ekonomi ve ticaret politikaları dayatmak için borç veren pozisyonunu kullandı ve onları kanlı müdahalelere gerek kalmaksızın uzaktan kontrol etti. Borcu kullanarak, küresel Güney ülkelerinin önceki yirmi yıl boyunca bir sürü sıkıntıya katlanarak hayata geçirdiği tüm ekonomik reformları tersyüz eden “yapısal uyum programları” dayattı. Bu süreçte Batı kendi kalkınması için kullandığı korumacılığı ve Keynes’çiliği Güney’e yasaklamaya kadar vardırdı işi. Böylelikle başarılı olma şanslarını etkili şekilde ellerinden aldı.
Sürdürülebilir ve adil hayatlar için küçülme
Hickel daha sonra, bu adil olmayan ticaret ve iş uygulamaları değişseydi yoksul ülkeler küresel Kuzey’in son iki yüzyıldır gittiği yoldan giderek kendi ekonomilerini kalkındırmaya nasıl devam edebilirlerdi sorusunu ele alıyor. İktisatçı David Woodward’ın mevcut ekonomik modelimizle yoksulluğun ortadan kaldırılmayacağını gösteren bir çalışmasına atıf yapıyor. Bunun yapılmayacak olmasından değil, fiziken mümkün olmamasından söz ediyor. Yapısal olarak imkânsız.
Şu anda yoksulluğu ortadan kaldırmaya yönelik ana strateji küresel GSMH büyümesini arttırmak. Fikir, büyümenin getirilerinin aşamalı olarak dünyanın en yoksullarının yaşamının düzelmesini sağlayacağı. Ama tüm veriler çok açık bir şekilde, GSMH büyümesinin yoksullara gerçekte faydası olmadığını gösteriyor. Kişi başına küresel GSMH 1990’dan bu yana yüzde 65 büyümesine rağmen, günde 5 dolardan azla yaşayan insan sayısı 370 milyondan fazla arttı. Büyüme neden yoksulluğu azaltmaya yardımcı olmuyor? Çünkü büyümenin getirileri çok eşitsiz dağılıyor. İnsanlığın en yoksul yüzde 60’ı küresel büyümenin ürettiği tüm yeni gelirin yalnızca yüzde 5’ini alıyor. Diğer yüzde 95 en zengin yüzde 40’a gidiyor. Ve bu en iyi senaryo.
Bu dağılım oranına göre, Woodward günde 1,25 dolar seviyesindeki mutlak yoksulluğu ortadan kaldırmanın 100 yıldan daha uzun süreceğini hesaplıyor. Günde 5 dolarlık seviyedeki yoksulluğu ortadan kaldırmak ise 207 yıl sürecek. Günde 5 dolarlık yoksulluğu ortadan kaldırmak için küresel GSMH’nin mevcut olanın 175 katına çıkması gerekiyor. Yani bugünkünden 175 kat daha fazla meta çıkarmalı, üretmeli ve tüketmeliyiz. Bir saniye durup bunun ne anlama geldiğini düşünelim. Böylesine acayip bir büyüme mümkün olsa bile, sonuçları felaket olacaktır. Gezegenin ekosistemini çabucak tüketmiş, ormanları, toprağı ve en önemlisi de iklimi mahvetmiş oluruz.
Oakland’deki Global Footprint’ten araştırmacılar tarafından derlenen verilere göre, gezegenimiz her birimiz için “küresel hektarın” (kaynak kullanımı, atık, kirlilik ve emisyonların dikkate alındığı standardize edilmiş bir birim) yıllık yalnızca yüzde 1,8’ini tüketmemize yetecek ekolojik kapasiteye sahip. Bunun üzerindeki her şey dünyanın kendini yenilemesinin mümkün olmadığı bir kaynak tüketimi veya absorbe edilemeyecek kadar atık anlamına geliyor; yani aşamalı bozulmaya doğru geri dönülemez bir yol demek. 1,8 küresel hektarlık rakam kabaca Gana veya Guatemala’daki ortalama insanın tüketimine denk geliyor.
Bununla karşılaştırıldığında Avrupalılar kişi başına 4,7 küresel hektar tüketirken ABD ve Kanada’da ortalama bir insan 8 tüketiyor – paylarına düşenden kat kat fazlasını. Bu aşırı tüketimin ne kadar ekstrem olduğunu anlamak için şöyle örnek verelim: hepimiz ortalama yüksek gelirli ülke vatandaşı gibi tüketecek olsak, 3,4 dünyaya denk bir ekolojik kapasiteye ihtiyacımız olur.
Bilim insanları bize mevcut birleşik küresel tüketim seviyelerinde bile halihazırda gezegenimizin ekolojik kapasitesinin her yıl yüzde 60 kadar üzerine çıktığımızı söylüyorlar. Ve tüm bunlar – zengin ve yoksul ülkelerdeki mevcut tüketim seviyeleri ile – mevcut birleşik ekonomik faaliyet seviyelerimizde böyle. Yoksul ülkeler tüketimlerini arttırırlarsa (ki yoksulluğu ortadan kaldırmak için bunu bir ölçüde yapmaları gerekecek), bizi felakete doğru yaklaştırmış olacaklar. Bunun olmamasının tek yolu zengin ülkelerin daha az tüketmeye başlaması.
İklim değişikliği üzerine Paris Anlaşmasının mutlak tavan olarak belirlediği 2°C’lik eşiği aşmama şansımız olması için küresel seviyede en fazla 805 gigaton CO2 üretme hakkımız var. Şimdi, yoksul ülkelerin ekonomilerini yoksulluğu ortadan kaldırmak için büyütmek amacıyla bu karbon bütçesinin bir kısmını kullanması gerektiğini kabul edelim; çünkü yoksul ülkeler için insani gelişmişliğin en azından görece düşük bir seviyeye kadar emisyon artışı gerektirdiğini biliyoruz. Bu ilke, tüm ülkelerin emisyonları azaltmak için “ortak ama ayrı ayrı sorumluluğa” sahip olduğunu kabul eden uluslararası anlaşmalarda halihazırda geçiyor. Yoksul ülkeler tarihsel emisyonlara o derece katkı yapmadığı için, karbon bütçesinden zengin ülkelerden daha fazla kullanma hakkına sahipler – en azından temel kalkınma hedeflerini karşılamaya yetecek kadar (bir başka makalemde bu konuya değindim). Bu ise zengin ülkelerin bütçenin geri kalanı ile nasıl idare edeceklerini çözmeleri gerektiği anlamına geliyor.
Britanya’nın önde gelen iklim bilimcilerinden biri olan Profesör Kevin Anderson, bunun nasıl başarılabileceğine dair olası senaryolar üzerinde çalışıyor. 2°C’nin altında kalmak için yüzde 50’lik bir şans istiyorsak, bunu becerebilmenin tek yolu var – elbette negatif emisyon teknolojilerinin gerçek bir seçenek olmadığını varsayarsak: Bu senaryoda, yoksul ülkeler kendi ekonomilerini, küresel karbon bütçesinin orantısız bir kısmını kullanarak 2025’e kadar mevcut hızla büyütmeye devam edebiliyorlar. Bu çok da uzun bir süre değil, bu yüzden bu strateji, büyümenin getirileri yoksullar yararına olacak şekilde dağıtılırsa, yalnızca yoksulluğu ortadan kaldırmaya yarayacak.
Bu arada zengin ülkelerin kalan karbon bütçesi ile idare edebilmelerinin tek yolu emisyonları agresif şekilde yani yılda yüzde 10 kadar kesmek. Verimlilik alanındaki gelişmeler ve temiz enerji teknolojileri emisyonları yılda en fazla yüzde 4 kadar azaltmaya devam edecek ki bu da onların bütçeyi tutturmasının parçası olacak. Ama uçurumun geri kalanını kapatmak için zengin ülkeler üretim ve tüketimi her yıl yüzde 6 kadar düşürmek zorunda olacaklar. Ve yoksul ülkeler de 2025 itibariyle bu yolda gitmeli ve her yıl ekonomik faaliyetlerini yüzde 3 kadar küçültmeli. Bir ülkenin üretim ve tüketimini bu şekilde düşürme stratejisine “küçülme” deniyor.
Hickel bu vizyoner fikri şu şekilde anlatıyor: “Bu tamamen ekonomimizin yoğunluğunu azaltmak demek, aşırı zenginlerden fazlaları kesmek, dünyayı talan etmek yerine elimizde olanı paylaşmak ve kendimizi bize hiçbir faydası olmadığını gördüğümüz tüketim çılgınlığından kurtarmak demek.” Hickel 2017’de kitabı çıktığından bu yana böyle değişimlerin yaşanmasını nasıl sağlayabileceğimiz konusunda pozisyonunu daha da netleştirdi.
Küçülme konusundaki düşünceleri, bir başka küresel kalkınma uzmanı olan Branko Milanović ile yakın zamanda yaptığı bir tartışmada çok iyi özetleniyor. Ama Milanović ekonomik büyümenin yoksullukla mücadelenin odağında olması gerektiği fikrini halen savunuyor. Milanović’in pozisyonunu Kate Raworth’un Doughnut Economics kitabından bir ifadeyle özetleyebiliriz: “Ekonomik büyüme halen gerekli ve bu yüzden mümkün olmak zorunda.” Hickel ise “ekonomik büyüme artık mümkün değil, dolayısıyla gerekli de olamaz,” diyor. Ben ikincisinden yanayım çünkü fizik yasaları ekonominin yasalarından üstün.
Tüm bunlar ışığında belki de Costa Rica gibi ülkeleri az gelişmiş diye değerlendirmememiz gerek. Bunun yerine “gerektiği kadar gelişmiş” demeliyiz. İnsanların düşük gelir ve tüketim seviyeleri ile uzun ve mutlu hayatlar sürdüğü toplumlara Batılı modeller doğrultusunda gelişmesi gereken geri kalmış toplumlar gözüyle değil, verimli yaşamın örnekleri olarak bakmalıyız. Ve zengin ülkeleri aşırı tüketimlerini azaltmaya çağırmalıyız.
Çeviri: Serap Şen
Kaynak: roarmag.org
https://dunyadanceviri.wordpress.com/2018/11/22/kuculme-kuresel-refah-ucurumunu-ortadan-kaldirmak-riccardo-mastini/