“Nefret suçu” kategorisi, yalnızca yasal olarak değil, geniş bir çevrede kültürel olarak da genel kabul görüyor. Irkçılığa ve homofobiye karşı mücadele eden birçok aktivist nefret suçunun bu şekilde kabul görüyor olmasından memnun, ancak bu kavramın kadınlara ve çocuklara karşı şiddetle mücadele eden feministler için değeri ne? “Nefret suçu” faydalı bir kavram mı yoksa son tahlilde ayrım yaratan ve işe yaramaz bir kavram mı? Liz Kelly tartışmaları değerlendiriyor.
Bu düşünceler, kadına yönelik şiddet (VAW – violence against women), çocuklara yönelik şiddet (VAC– violence against children) ve cinsel yönelim şiddeti (SOV– sexual orientation violence) konusunda Avrupa ulusal mevzuatını uyumlulaştırmanın makul olup olmadığını değerlendiren, katıldığım bir AB çalışması [1] vesilesiyle ortaya çıktı. Ben cinsel yönelim şiddeti konusundan mesul olduğum için, bu konunun artık yaygın şekilde “nefret suçu” çerçevesinde ele alınmasıyla ilgilendim. Bu, bir süredir kafamı kurcalamakta olan bir kavram [2] ve bu konudaki tereddütlerim AB çalışması ile daha da güçlendi.
Ayrıntılara girmeden önce, mizojininin -kadın düşmanlığı- veya nefretten kaynaklanan suçların varlığını inkâr etmediğimi belirtmek isterim. Bunlarının ikisinin de gerçek olduğu, benim için 2010 yazında, Hırvatistan’ın Split kentindeki ilk onur yürüyüşüne henüz katılmış olan yakın bir arkadaşımla geçirdiğim süre içinde netleşti. Yürüyüşe katılan 200 kişinin karşısına, “öldür, öldür” ve “hepiniz öleceksiniz” diye tezahürat eden binlerce erkek çıkmıştı. Tartışmak istediğim mesele daha ziyade, “nefret suçu”nun fazla kapsayıcı bir kavram olarak kullanılmasıyla ilgili sorunlar olduğu. Ne nefret ne de mizojini kadınlara yönelik tüm şiddeti anlamak için yeterli açıklamayı veya teorik çerçeveyi sunuyor; özellikle de ırk/etnisite, yaş, engellilik ve cinsiyet ile kesişimleri incelediğimiz zaman. Ve kanıtlar gösteriyor ki bunları “nefret suçu” olarak kategorize etmek, belirli suç türlerine ilişkin algıyı geliştirse de, adalet ve telafi anlamında pek bir şey sağlamadı.
Tanıma ilişkin sorunlar
“Nefret suçu” kategorisinin benimsenmesi ve bu kategoriye neyin dâhil olup olmadığı, dibine kadar politik ve daima taraflı bir mesele. Homofobik şiddeti ve aynı derecede olmasa da, (bazı yargı alanlarında) belirli ırksal şiddet biçimlerini “nefret suçu” olarak kategorize etmek, bunların gerçek ve ciddi sorunlar olarak yaygın kabul görmesine katkı sağladı. Ancak tüm çabalara rağmen, kadına yönelik şiddet, nefret suçunun çoğu tanımına hiçbir zaman resmi olarak dâhil edilmedi. ABD’de bu konudaki ilk tartışmalardan birinde kadına yönelik şiddet açık açık “ondan çok fazla olduğu” için yasa taslağından çıkarıldı. Avrupa’ya baktığımızda, özellikle de Doğu Avrupa’ya, nefret/önyargı suçları birincil olarak ırka/etnisiteye saygı çerçevesinde ele alınıyor ve sıklıkla bırakınız toplumsal cinsiyeti, cinsel yönelimi bile dışarıda tutuyor. Avrupa’da nefret suçunun “aşırılık” ile ilişkilendirilmesi yaygın hale geldi ve kavramın İngiltere’de yerleştirildiği çerçeve de giderek daha fazla aynı yönde ilerliyor.
Kavramın küresel bir çekim gücüne sahip olduğu, 2000’de Journal of Hate Studies’in (Nefret Çalışmaları Dergisi) ortaya çıkışından da anlaşılabilir; derginin misyonu “azınlıklara yönelik şiddet konusunda artan yasal ve kültürel mevzuatı” araştırmak imiş. [3] Ancak bu formülasyon, çerçeveyi kadına yönelik şiddete uygulama konusunda açık bir soruna dikkat çekiyor. Angela Davis’in yirmi yıldan uzun süre önce güçlü bir şekilde ifade ettiği üzere, kadınlar bir azınlık değil. Küresel olarak, siyah kadınlar bir çoğunluğun çoğunluğu.
Nefret suçunun “azınlıklara yönelik şiddet” olduğu görüşünün kimlik politikası ile bariz bağlantıları var. Bu da kendi içinde başka problemleri getiriyor. Örneğin Joanna Perry[4], öğrenme zorluğu çeken insanlara, fail onlardan nefret ettiği için istismar edildikleri söylendiğinde bunun onlar için ne ifade ediyor olabileceğini sorgulamıştı. Benzer şekilde, 2011′de bu konuda konuşma yaptığım bir konferansta pek çok kadın, ebeveynlerinin tercihleriyle kadın sünneti yapılan veya çocuk yaşta/zorla evlendirilen kız çocukları ve genç kadınlar için bunun “nefret suçu” olarak ifade edilmesinin onlar için ne anlama gelebileceği meselesini gündeme getirdiler. Bunun yardım arayışının önünde daha fazla engel üretebileceğine yönelik güçlü bir kuşku mevcuttu. Dahası, bu uygulamaların “nefret suçu” olarak tanımlanması, geleneksel uygulamaları anlamlandırma çabalarımızda – hem neden sürdürdükleri hem de neden bazı bireylerin ve ailelerin bunları terk etmeyi tercih ettiğine dair – bizi çıkmaz sokaklara götürebilir.
Adalet(sizlik) sorunları
“Nefret suçu” konsepti giderek artan şekilde akademik [5] ve siyasal tartışmaların konusu haline geldi. Bu tartışmalarda kimileri bu kavramı onaylarken, kimileri de yasal olarak tanınmasının toplumsal gruplar arasında (veya artık yaygın hale gelmiş olan politik olarak daha üstü kapalı terminoloji ile söylersek, belirli grupların “hassasiyetleri”) güç farklılıklarının altını çizeceğini iddia ediyor. Ancak görüşler bir yorumcunun “kurban ve kimlik politikası seferberliği için güçlü bir retorik odaklanma” [6] olarak adlandırdığı şeyi sağlamış olsa da adaleti sağlamayı kolaylaştırmış değiller.
Örneğin Almanya’dan Alke Glet, nefret suçu kavramı artık ceza yargılaması ilkelerine yerleşmiş olmasına rağmen, gerçekte bir şeyi nefret suçu olarak ele almanın, politik motivasyona ilişkin kanıt da dahil üç seviyede kanıt gerektirdiğini vurguluyor. Pratikte bu uygulamanın “muhtemelen açık herhangi bir politik motivasyon olmaksızın gerçekleşen, önyargıdan veya tarafgirlikten kaynaklanan çok sayıdaki suçu” [7] dışarıda bıraktığını savunuyor. Bu temel bir soruna işaret ediyor: Şiddet uygulayanların yalnızca bir kısmının, muhtemelen küçük bir azınlığının motivasyonunun nefret olarak kabul görecek olması. Bu, kaçınılmaz şekilde neyin daha ağır olduğuna dair bir hiyerarşi yaratacaktır ki bu da feminist bakış açıma taban tabana zıt.
Nefret suçu nadiren ceza gerektiren spesifik bir suç olarak yasaklanıyor. Daha yaygın olarak, mevcut saldırıları, ceza artırımı seçeneklerine yol açacak şekilde kötüleştiren motif üzerinden tanımlanıyor. AB çalışmasına katılan ulusal uzmanlardan birçoğu, genellikle kanıtların belgelenebildiği “nefret söyleminin” aksine, nefret suçunu kanıtlarken karşılaşılan karmaşık sorunları not ettiler. Nefret suçu, yalnızca suçun kendisine ilişkin kanıt değil, ekstradan “sübjektif niyet” standardı da gerektiriyor. Örneğin, İngiltere ve Galler’deki savcılar için homofobik nefret suçunun tanımı, nefret veya önyargı ile motive edildiğinin algılanabilmesi. Yakın tarihli bir Hollanda araştırma projesi, dava dosyalarında “motivasyona dair çok az objektif kanıt” buldu. [8] Sonuç olarak hüküm verilebilen nefret suçu davalarının sayısı, AB çapında düşük kalıyor, özellikle de cinsel saldırılarda.
Nefret suçuna dair en kapsamlı tanım, Demokratik Kuruluşlar ve İnsan Hakları Bürosu’ndan (ODIHR) geliyor [9]:
Saldırının kurbanının, binaların veya diğer hedeflerin, belirli bir gruba gerçek veya algılanan üyelik, destek, bu grupla ilişki veya bağlantı sebebiyle seçildiği, ceza gerektiren herhangi bir saldırı. Bir grup, ırk, milliyet veya etnik köken, dil, renk, din, cinsel yönelim ve diğer faktörler gibi tüm üyelerini kapsayan bir özelliğe dayanabilir.[10]
Bu tanımlama, nefrete veya daha genel olarak motivasyona hiçbir atıfta bulunmuyor. Odaklandığı şey, belirli grupların üyelerine yönelik önyargı. Cinsiyetten veya toplumsal cinsiyetten açıkça bahsedilmiyor (yine de yakın zamanlı birçok tartışmada bir ironi, toplumsal cinsiyetin kendisi birçok tanımlamadan çıkarılıyorken, cinsiyet değiştirmiş kişilere yönelik şiddeti içermeye yapılan vurgu idi).
İngiltere ve Galler’deki polis ve savcılar tarafından kullanılan mevcut politikalar temelinde yapılmış tanımlama daha sınırlı: “Ceza gerektiren bir saldırı teşkil eden, kurban veya başka biri tarafından önyargı veya nefret tarafından motive edilmiş olarak algılanan herhangi bir vaka”. Kaç kadının şiddete ilişkin şikayette bulunurken bu şekilde düşündüğünü araştırmak ilginç olacaktır, feministlerin kadına yönelik şiddet olduğunu öne süreceği birçok vakanın geçerli durumda ceza gerektiren saldırılar olmadığından bahsetmiyorum bile (cinsel taciz ve aile içi şiddet teşkil eden zor kullanarak denetim oluşturma dâhil).
İngiltere İçişleri Bakanlığı, bu durumu gözler önüne seren şekilde, çocuklara ve yaşlılara karşı şiddetin nadiren nefret tarafından motive edildiği gerekçesiyle yaşla bağlantılı şiddeti açıkça bu tanımına dahil etmiyor. Burada şu soru sorulmalı: Peki “nefret” adının verilmesi, dahil edilen gruplar arasında ne kadar faydalı?
Nefret karşısında güç
Pek çok kullanımında, nefret suçu terimi, saldırganların motivasyonunun, diğer gruptan ayrı olmaya veya diğer grubu stereotipleştirmeye dayalı olarak kurbana yönelik düşmanlık olduğunu varsayar. Yine de kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve engelli yetişkinlere yönelik şiddet suçu işleyenler büyük oranda yakın çevrede yaşayanlardır: partnerler, akrabalar, arkadaşlar, bakıcılar. Bunların tümü de bir samimiyet, güven ve/veya bakım ilişkisi içindedirler. Bu bağlamda şiddet ve kötü muamele, sıkça, başkalarının “daha az değerli” olduğu ve/veya saldırganlarla aynı haklara veya salahiyetlere sahip olmayı hak etmediği algılarına dayanan toplumsal ilişkilerin normalleştirilen, kanıksanan biçimleridir.
“Nefret” bu gerçeklikleri yakalama konusunda bütünüyle başarısız olmakla kalmıyor; aynı zamanda, yapısal eşitsizlikleri bireysel psikolojiye indirgeme, böylelikle deşiddet, eşitsizlikler ve insan hakları arasındaki karmaşık kesişimleri baypas etme riskini de içeriyor. Birçok Avrupa ülkesinde “nefret suçu” eşitsizliklerden ziyade politik aşırılıkla ilişkilendirilmekte, bu nedenle de dikkatleri güç ve ayrıcalığı yeniden üreten yapılara değil küçük azınlıklara yönelik tutumlara yönlendirmektedir.
ABD ve daha yakın tarihli olarak da Avustralya’dan gelen veriler, şiddet suçlarının çoğunun, ırk, din, etnisite veya ulusal köken, cinsel yönelim, engellilik veya toplumsal cinsiyetteki gerçek veya algılanan farklılıklarla ilişkili olduğunu göstermektedir. Bu gibi suçların etkileri, yalnızca kurban birey tarafından değil, ait oldukları düşünülen grubun üyelerince de hissedilir. Bu suçları temel hak ihlalleri haline getiren şey, tekil olarak hedef alınmanın ve mağdurların orantısız şekilde haksızlığa uğrayan bir toplumsal gruba ait olmasının birleşimidir.
Bea Campbell’ın “egemenlik suçları” kavramı [11] dikkatleri bu eylemlere zemin teşkil eden uzun süreli güç ilişkilerine çekmektedir. Feminist analizle çok daha uyumlu bir görüş. Zorlama bir kavram olarak görsem de, “nefret suçundan” çok daha tercih edilir ancak AB çerçevesindeki politikalarla pek uyuşmaz. AB çalışmasındaki görevimiz, uyacak bir kavram bulmaktı.
“Nefret suçu”na bir alternatif
Araştırma ekibi nefret suçunun kapsayıcı bir kavram olarak iş görmediği konusunda anlaştı ve temel haklar ve eşitsizlik çerçevesinde neyin daha iyi olabileceğine dair düşünmeye başladık. “Önyargı” suçları çekici geliyordu, ancak mevcut yasa ve politikalarda çok az karşılığı vardı. “Ayrımcı şiddet” kavramı üzerinde çalışmaya başladım; “nefret” kadar duygusal olmasa da, eşitlik yasasında ve insan hakları düşüncesindeki temel bir kavramdan yararlanıyordu. Bu kavramı bir grup uluslararası uzmana sunduk, aralarında kadına yönelik şiddet üzerine iki dönem BM Uzman Raportörlüğünden henüz emekli olmuş Yakın Ertürk da vardı. Bunun hem pratik olarak kullanışlı hem de belirli toplumsal grupları orantısız hedef alan şiddet biçimlerini tanımlama konusunda daha isabetli olduğuna dair yaygın bir konsensüs oluştu.
Nihai raporda, ayrımcılığın ve temel hakların, kadınlara, çocuklara ve LGBT bireylere yönelik şiddeti ele alırken AB için temel referans noktaları olması gerektiğini savunduk. “Ayrımcı şiddetin” söz konusu ihlallerin bireysel kurbanlarının yanı sıra tüm grup üyelerinin durumunu ve esenliğini etkilediğini kabul eden kapsayıcı bir kavram sağladığını öne sürdük.
Feminist bir analiz için bu kavramın avantajları şunlar:
- Üstünlük, yetki ve farklı olma mefhumlarından kaynaklanan şiddet biçimlerinin yanı sıra nefret motivasyonlu şiddeti de içeriyor. (Ne Dominique Strauss-Kahn ne de Julian Assange kadınları istismar ederken nefret tarafından motive edilmişti, aksine böyle davranmayı erkek olarak kendilerine hak görüyor ve kendilerini muaf zannediyorlardı.)
- Kesişim durumunu kapsayabiliyor ve algılayabiliyor; örneğin lezbiyenlere yönelik bazı tacizlerin toplumsal cinsiyet ile cinselliğin bir birleşiminin sonucu olduğunu, engelli kız çocukları ile kadınlara yönelik cinsel şiddetin, engelsiz kadın ve kız çocuklarından “daha az değerli” görülmelerinden kaynaklandığını.
- Şiddetin sürekliliğini işaret edebilmemizi sağlıyor; Dorothy Smith’in belirttiği üzere, aşırılıkların, kadınların yaşamında gece/gündüz süren kötü muamele ve tacizle ilişkili olduğunu gören ve böylece yalnızca formel olarak suç şeklinde tanımlanmış olan kötü muamelelere odaklanma tuzağına düşmekten kaçınan bir çerçeve sunuyor.
- Muafiyetin ve başarısız yaptırımların kadına yönelik şiddetin sürmesine izin veren bağlamın parçası olduğunu vurgulamakta ısrar etmemize imkan veriyor.
- Artık AB sosyal faslının bir parçası olan temel haklar ilkeleriyle doğrudan bağ kurarak, koruma açısından yeni yollar açıyor; ulusal anayasalar ve/veya ceza yasası ilkeleri dahilinde korunan grupları dahil etmek gibi.
İster kamusal isterse özel alanda olsun, göz ardı edilen ayrımcı şiddet, temel hakları riske atıyor ve kadına yönelik şiddetin eşitsiz toplumsal konumların hem sebebi hem de sonucu olduğu konusundaki ihtilafları besliyor. Bu durum devletlere belirli sorumluluklar yüklüyor. Özellikle de böylesi kemer sıkma bütçeleri ve kaynak tahsisi zamanlarında, hükümetlerin kadına yönelik şiddeti kovuşturma ve önleme konusundaki yükümlülüklerini dikkate almalarını sağlamak için gözü açık olmalıyız.
Anlamak ve değiştirmek istediğimiz şey iç içe geçmiş mizojini, eşitsizlikler ve şiddet ise, nefret suçu faydalı bir kavram değil. Özellikle de cezai yargılama sistemi açısından, ayrım yaratma potansiyeline sahip. Ancak feministler olarak, kendi oluşturduğumuz zengin bir kavramlar dizgesine sahibiz. Bunlar yalnızca kadınlara yönelik şiddetin feminist analizini isabetli şekilde yansıtmakla kalmıyor, aynı zamanda eğer bir son vermek istiyorsak, neyin değişmesi gerektiğini de gösteriyorlar.
[1] Avrupa Komisyonu (2010) Feasibility study to assess the possibilities, opportunities and needs to standardise national legislation on violence against women, violence against children and sexual-orientation-based violence. Brüksel: Avrupa Komisyonu. Daphne Feasibility Study
[2] Liz Kelly ve Miranda Horvath (2007) From the Outset: Why Violence should be a priority for the Commission for Equality and Human Rights, Londra, EVAW
[3] Jenness, V (2002) Engendering Hate Crime Policy: Gender, the “Dilemma of Difference,” and the Creation of Legal Subjects Journal of Hate Studies, 2, 73-95.
[4] Joanna Perry (2008) The “Perils” of an Identity Politics Approach to the Legal Recognition of Harm. Liverpool Law Review, 29, 19-36.
[5] Jacobs, J & Potter, K (1998) Hate Crimes: Criminal Law And Identity Politics. Oxford and New York: OUP.
[6]Ray, L & Smith, D (2001) Racist Offenders and the Politics of “Hate Crime”, Law and Critique, 12:3, p203.
[7] Glet, Alke (2009) The German Hate Crime Concept: An Account Of The Classification And Registration Of Bias-Motivated Offences And The Implementation Of The Hate Crime Model Into Germany’s Law Enforcement System, Internet Journal of Criminology. P14, erişim tarihi 28 Haziran 2010
[8] Chrisje Brants, Renee Kool & Allarde Ringnalda (2008), StrafbareDiscriminatie, Boom JuridischeUitgevers. p. 152.
[9] A division of the Organisation for Security and Co-operation in Europe (OSCE)
[10] Bkz. www.osce.org/odihr/68668
[11]http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2007/nov/13/comment.conservatives