Yunanistan ve “kriz”den bahsedilirken “Yunan istisnailiği” tuzağına düşmek oldukça kolay. Bu bakış, “Yunan krizi”ni oluşturan koşulların dünyanın pek çok yerinde yaygın olduğunu, sermayenin kapitalist merkezde bile dışlama ve mülksüzleştirme politikalarına doğru kayması dolayısıyla bu direnişin yalnızca Güneyli halkların ayrıcalığı olmayıp yakında Kuzey’de bile makul tek yanıt haline geleceğini görmekten alıkoyar bizi.
Theodoros Karyotis | ROAR Magazine
Çeviri | B. Polat | Dünyadançeviri
Yunanistan’da kemer sıkma politikalarına karşı direniş, gündelik hayatın kolektif özbelirlenimi olarak tasavvur edilen bir kent hakkı mücadeleleri mozaiğinden oluşmakta.
Yunanistan ve “kriz”den bahsedilirken “Yunan istisnailiği” tuzağına düşmek oldukça kolay. Ne de olsa kemer sıkma ve yapısal uyum politikaları özselleştirici oryantalist anlatılar üzerinden meşrulaştırılıyor: Yunanlar yozlaşmış, tembel ve krize eğilimlidir, dolayısıyla kendi iyilikleri için uyumlandırılmalı ve “adam edilmelidirler.” Öte yandan bu oryantalist yukarıdan bakışın bir de olağanüstü nitelikler atfeden öteki yüzü var: Buna göre Yunanlar, onları örgütlenmeye ve direnmeye daha yatkın kılan bir kolektivizm, devrimci coşku ve dayanışma fazlasına sahip.
Her iki anlatı da bizi “Yunan krizi”ni oluşturan koşulların dünyanın pek çok yerinde yaygın olduğunu, sermayenin kapitalist merkezde bile dışlama ve mülksüzleştirme politikalarına doğru kayması dolayısıyla bu direnişin yalnızca Güneyli halkların ayrıcalığı olmayıp yakında Kuzey’de bile makul tek yanıt haline geleceğini görmekten alıkoymaktadır. Aslında “Yunan Krizi” ne “Yunan”dır—çünkü küresel kapitalizmin şok ve mülksüzleştirmeye dayalı yeni bir birikim rejimine doğru kaymasının yalnızca bir semptomudur—ne de olağandışı bir olaymış gibi, bir “kriz”dir. Bundan ziyade, toplumsal bir arada varoluşun temellerini sarsmakla tehdit eden yeni bir normalliği temsil eder. Bununla birlikte Yunanistan, bu küresel paradigma değişikliğinin tekil ulus-devlet sınırları içerisinde nasıl vuku bulduğunu gözlemlemek için ayrıcalıklı bir nokta arz ediyor.
“Mülksüzleştirme yoluyla birikim” düzeninin işleyişini anlamak için analizimizde sadece makroekonomi, müzakereler, seçimler, referandumlar, protestolar ve diğer görkemli olaylara değil, aynı zamanda—ve özellikle—şehirdeki gündelik hayatın mikro düzeyine odaklanmalıyız. Kentsel mekân, her daim, geniş ölçekteki iktidar ilişkilerinin bir kristalizasyonunu temsil etmiştir; ikamet eden nüfusun kontrolünü sağlamak, sömürüsünü veya dışlanmasını kolaylaştırmak ve güç kazanma olanaklarını bastırmak için siyasi ve iktisadi güçler tarafından sürekli olarak biçimlendirilir ve yeniden biçimlendirilir. Bununla birlikte kentsel mekân, bir “bir arada varoluş alanı” da olabilir—sosyal bağların ve toplulukların oluştuğu, müştereklerin ortaya çıktığı bir alan. En nihayetinde bir direniş ve özbelirlenim ve bir dâhil olma alanı—yalnızca belirli bir iktidar odağı tarafından rıza gösterilen formel haklar anlamında değil, siyasal, ekonomik ve toplumsal hayata tüm farklı kimlik ve öznelerin bütünlüklü katılımı anlamında dahil olma alanı—haline gelebilir.
Toprağa el koyma, hiçbir faydası olmayan altyapı çalışmaları, mutenalaştırma ve kentsel dönüşüm, konut, gıda, su ve sağlık gibi temel insan ihtiyaçlarının metalaştırılması, konut tahliyeleri ve zorla yerinden etme, yabancı düşmanlığı, militarizasyon ve artan izleme-gözetleme… tüm bunlar, kentsel alanda halk sınıfları aleyhine uygulanan mülksüzleştirme politikalarının temel unsurlarıdır. Bu politikalara karşı direniş, bireysel çareler veya fırsatların garantilenmesi şeklinde değil, gündelik yaşamın kolektif özbelirleniminin teyidi anlamında “kent hakkı” için verilen mücadeleler mozaiğini içerecek şekilde anlaşılmaktadır.
YUNANİSTAN’DA KENTSEL MEKÂNIN KISA TARİHİ
2008 yılından beri Yunanistan’da hızla artan kent mücadelelerini anlamak için, 20. yüzyılın ikinci yarısında Yunanistan şehirlerinin oluşum sürecini kavramalıyız. İç savaşın (1946-1949) ardında miras bıraktığı yıkım ve düşmanlık ile birleşen hızlı sanayileşmenin kent merkezlerine sürdüğü kırsal nüfus ile 1950’lerde Yunan şehirleri filizlendi. Küçük mülk sahiplerinin çok katlı, yüksek binalar inşa etmelerine izin veren—ancak en nihayetinde müteahhitlerin ve bunların siyasi efendilerinin yararına—yasal düzenlemeler de dâhil olmak üzere gevşek planlama yasaları, bugüne kadar kent çehresini belirleyen etkenler olmuştur.
Bu gelişmeler, geleneksel toplulukları erozyona uğratan, konutu metalaştıran ve belirli bir “ötekiler kalabalığı içinde tecrit olma” biçimini teşvik eden ilksel bir çitleme süreci teşkil etmiştir. Bugün şehir merkezleri ile popüler mahalleler, yüksek nüfus yoğunluğu, dar sokaklar ve açık alanlar ile toplumsal yaşam alanlarının eksikliğiyle karakterize olmaktadır. “Kafaların iyi olduğu” 90’lı ve 2000’li on yıllarda, borca dayalı bir “zenginleşme,” orta sınıfları banliyölere sürükledi. Mutenalaştırma girişimlerinin sürdüğü bu esnada, 2004 Atina Olimpiyat Oyunları’nın “inşaat çılgınlığı”nda doruğa ulaşan kapsamlı kentsel dönüşüm projeleri kentli yoksulları zorla yerinden etmeyi, dışlamayı, baskı ve gözetimi teşvik etmekte, seçkinlere ise daha fazla birikim elde etme fırsatları yaratmaktaydı.
Bir dönüm noktası teşkil etmesine rağmen Aralık ayaklanmasını idealize etmekten kaçınmalıyız. Kimliklerin kaynaşmasına rağmen, protesto gösterilerinin şiddetli ve görkemli doğası, “genç, korkusuz ve güçlü” erkeklerden oluşan belirli bir kimlik türünü imtiyazlı kıldı ve kızgın olmak için pek çok nedeni olan—aileler, orta yaşlılar, göçmen kadınlar—diğer toplumsal kategorilerden insanların dâhil olabileceği alanların oluşmasını engelledi.
Kentsel alanın geri kazanılmasına yönelik mücadeleler, bir gencin polis tarafından kan dondurucu bir şekilde öldürülmesiyle kıvılcımlanan ateşin, adeta ülke çapında bir orman yangını gibi hızla yayılarak bir ay süren bir isyana dönüştüğü Aralık 2008’de cereyan etti. Lise ve üniversite öğrencileri, göçmenler ve haklarından mahrum bırakılmış kent gençliği, refah maskesinin ardına gizlenmiş kentsel ötekileştirmeyi, sömürüyü ve dışlamayı protesto etmek için sokakları işgal etti. Katılımcıların farklı kimlikleri, isyan sürerken ortaya çıkan kolektif bir “anonim” öznede eriyip birbiriyle kaynaşarak, kamu binalarının işgali, barikatlar, yürüyüşler, doğaçlama dans ve sokak tiyatrosu eylemleri, resmi etkinliklerin kesintiye uğratılması ve trafik ve ticari faaliyetin aksatılması gibi kentsel alanı yeniden kendine mal eden—genellikle simgesel—eylemler vasıtasıyla aktif şekilde kentin âdemi merkezîleştirilmesine dönüştü. Ayırt edici özelliği ise formel taleplerin mutlak şekilde yokluğu idi; protestocular haklar ya da reformlar için değil, üzerinde kontrol sahibi oldukları onurlu bir yaşam ve arzularını gerçeklikle ilişkilendirebilme fırsatı için savaşıyorlardı.
Bir dönüm noktası teşkil etmesine rağmen Aralık ayaklanmasını idealize etmekten kaçınmalıyız. Kimliklerin kaynaşmasına rağmen, protesto gösterilerinin şiddetli ve görkemli doğası, “genç, korkusuz ve güçlü” erkeklerden oluşan belirli bir kimlik türünü imtiyazlı kıldı ve kızgın olmak için pek çok nedeni olan—aileler, orta yaşlılar, göçmen kadınlar—diğer toplumsal kategorilerden insanların dâhil olabileceği alanların oluşmasını engelledi.
Ama yine de Aralık 2008’in toplu “çığlığı”, uyuşmuş ve durumundan memnun bir toplum için bir uyanış çağrısıydı ve toplumsal işbirliği ile yeniden tanımlanmış bir kamusal alan miras bıraktı. Siyasi gruplardan sanat topluluklarına, taban örgütlenmesi sendikalarına kadar binlerce kolektif doğdu. Bütünüyle politik bir gençlik kuşağı yatay örgütlenme, dayanışma ve doğrudan eylem taktikleri ile ülkenin dört bir köşesinde kendi kendine yönetilen işgal evleri ve toplumsal merkezlerin çoğalmasıyla doruğa ulaşan toplumsal hareketler tarafından benimsenen yeni mekânsal pratikler temelinde harekete geçti.
Sokak sanatı, bir madeni parayı tasvir ediyor. Achilles’in sanatıyla Dimitris Kamaras’ın fotoğrafı.
Örneğin, Navarinou Parkı, Aralık ayının mirasının bir parçasıdır. İsyandan sadece birkaç ay sonra, Atina’nın Exarcheia mahallesindeki terk edilmiş bu park alanı, komşular ve kolektifler tarafından yönetilen, kültürel ve sosyal etkinliklere açık bir park haline getirilmek üzere kazılıp yeniden ortaya çıkarıldı. Tahliye edilmesi yönündeki girişimlere rağmen, park, bugün de hala özelliğini koruyor. O zamanlar müşterekler sözcük hazinesi henüz çok yaygınlaşmamış olsa da, tecrit edilmiş bireylerin topluluk bağlamında kendi birliktelik koşullarını müzakere edebilecekleri, iletişim kurabilecekleri, kendi arzularını birbirine bağlayabilecekleri ve izole edilmiş kişiler arasında tarafsız bir zemin olarak görev yapan arındırılmış bir alan olarak Navarinou, “müşterek” alanın “kamusal” alanın yerini almasının erken bir örneğini temsil etmektedir. Daha önceleri liberter hareketin mekânlarıyla sınırlı olan bu tür kent müşterekliği, önümüzdeki yıllarda kent mücadeleleri için örnek bir proje olmaya devam edecektir.
2010’da patlak veren “borç krizi” ise, mevcut toplumsal ihtilafları yoğunlaştırmaya ve sonuç olarak da kentsel alan temelindeki çatışmaları daha da arttırmaya hizmet etmiştir. Seçkinler ve kitle iletişim araçlarının toplumu “kendi ortalamalarının ötesinde yaşamak” üzerine kolektif bir suçluluk macerasına sürüklemeye çalışması nüfusun çoğunluğunu mülksüzleştirmek ve dışlamak için kitlesel bir toplum mühendisliği operasyonu olarak tasarlanmıştı. Tüm kamusal varlıklar ve altyapı, en yüksek teklifi veren ihalecinin eline geçti; halk sınıflarının ücretleri, emeklilik ödenekleri, işçi hakları ve refah düzenlemeleri bir gecede kırpıldı; ekonomik durgunluk sarmalı ülkenin verimli omurgasını yok ederek işsizlik ve sefalet yaratacaktı; azalan oranlı adaletsiz vergi uygulamaları ve artan hane başına borç ise öldürücü son vuruşu yapacaktı. İşyerleri çevresinde gelişen mülksüzleştirme uygulamaları, özellikle emek gücünün devalüasyonuna karşı direnişle karşılandı ancak kriz döneminin asıl örneksel çatışmaları kentsel alanda gerçekleşti.
VEKİLLER ARACILIĞIYLA MEKÂNSAL DENETİM
Neoliberal devletin mekânsal anlatısı, her daim, “uygar dünyaya teşrif ettirilmesi” gereken “geri kalmış” bir nüfus içermiştir. Devlet kendisini, kenti denetleyen ve nüfusunun tamamını hukukunun içine çekmek için “gizli” ve “gayri resmî” uygulamalarla [örneğin mafya ve çetelerle, ÇN] mücadele eden bir “ussallaştırma” gücü olarak sergiler. Ancak gerçeklik oldukça farklıdır. Neoliberal yeniden yapılanmayla ortaya çıkan adaletsizlik ve halkın öfkesi bağlamında, devletin rolü direnişleri denetim altına almak, süregiden dışlama süreçlerini tatbik etmek ve her ne pahasına olursa olsun toplumsal uzlaşıyı sürdürmektir. İlginçtir ki, Yunan devleti bir yandan—giderek artan izleme-gözetleme, toplumsal mücadelelere karşı adli baskılar gibi—”resmi” baskı uygulamaları kullanırken diğer yandan da büyük oranda “gayrı resmi” yollara başvurmaktadır. Örnekler, acımasız kitle denetimi teknikleri, bireylerin sistematik olarak suçlu ilan edilmesi, düzen güçleri tarafından eylemcilere dayak atılması ve işkence edilmesi ve en önemlisi de “vekiller” aracılığıyla mekânsal denetim teknikleridir.
Bu tekniklerden biri, şehri “kuşatması” için polisin bir “vekil” olarak Altın Şafak neo-Nazi partisiyle işbirliği yapmasıdır. Altın şafak, ilk olarak, Atina’nın merkezindeki işçi sınıfı mahallesi Ayios Panteleimonas’taki bir “yurttaş komitesi”nin kontrolünü, mahallede “etnik temizlik” empoze etmenin bir aracı olarak kullanmak üzere ele geçirdiğinde kamuoyunun dikkatini çekmişti. Göçmenler vahşi çeteler tarafından şiddetli saldırılara uğradı ve bu alandan uzaklaştırıldı; kuşatmayı protesto eden dayanışma yürüyüşü ise polisler tarafından göz yaşartıcı gaza boğuldu, hatta merkezi meydandaki oyun parkı kapatıldı ve göçmen aileler tarafından kullanılmaması için korumaya alındı.
Bugünlerde Küresel Kuzey’de tanık olduğumuz üzere, toplumun istikrarına yönelik algılanan tehditler, gerici ve yabancı düşmanı refleksleri harekete geçirebilmektedir. Altın Şafak havuç-sopa taktikleriyle, 1974’te demokrasiye geçişten bu yana hâkim olan iki partili sistemin çöküşünden yararlandı. Bir taraftan—sapkın ve dışlayıcı bir “müşterekleşme” türü olarak—”sadece Yunanlar için” yemek dağıtımı ve kan bağışları üzerinden bir “Robin Hood” imajı geliştirdi. Diğer taraftan ise bir terör saltanatı başlattı; birçok mahallenin sokaklarında polislerin onayı ya da doğrudan katılımıyla devriye gezen neo-Nazi ölüm mangaları “göçmen, eşcinsel, transseksüel, radikal ve benzeri” gibi görünen “arzu edilmeyen” herhangi birine saldırıyorlardı. Yabancı düşmanı kampanya birkaç yıl sürdü ve geride yüzlerce kurban bıraktı. Ancak anti-faşist rapçi Pavlos Fyssas’ın öldürülmesinden ve daha sonra merkezsizleşmiş antifa taktiklerinin toplumsal hareketler tarafından yoğunlaştırılmasının ardından sokaklar geri alınabildi. Halkın yoğun baskısı altında devlet, eski müttefiklerine “tasmayı bağlama” kararı aldı.
Benzer bir “vekil aracılığıyla mekânsal denetim” türü, Exarcheia örneğinde uzun bir süredir uygulanmakta. Anarşist hareketin uzun zamandır kentsel kalesi olan mahallede polis, radikal kolektif ve toplulukları yıpratmak amacıyla örgütlü uyuşturucu ticareti yapan çeteleri aktif şekilde desteklemektedir. Sonuç olarak, eroin ticareti yaygınlaşmakta, anti-sosyal davranışlar sıklaşmakta ve acımasız mafyalar “alanlarını” bir demir yumrukla yönetmektedir. Yakın zamanda, anarşist gruplar, meseleyi kendi ellerine almaya ve çeteleri Exarcheia’dan kovmak için mahallede devriye gezecek özsavunma milisleri örgütlemeye karar verdiler. Başarılı olup olmadığını söylemek için henüz erken olsa da, devletin şiddet tekelinin doğrudan sorgulanması anlamına gelen bu deneyim, milislerin toplumsal meşruluğu kolektif sorumluluk ve orantılı kuvvet kullanımıyla ilgili sıkıntılı sorunlara yol açtığından son derece karmaşık bir girişimdir.
Yukarıdaki örnekler ışığında, neoliberal devletin gizli ve gayri resmi uygulamalarla mücadele eden bir “ussallaştırma” ajanı olduğu fikri gözden düşmüştür. Bunun yerine, devlet, mevcut taktiklerine göre hangi enformel uygulamalara tahammül edilebileceği ve hatta teşvik edileceği ve hangilerine baskı yapılacağı konusunda karar verme gücüne sahiptir.
MÜCADELELERİN BİRBİRİNE YAKINLAŞMASI VE UZAKLAŞMASI
Kriz derinleştikçe, Yunanistan’da taban siyasetini belirleyen bir moment, İspanyol 15M hareketi ile aynı zamana denk düşecek şekilde, Mayıs 2011’den itibaren yükselen “öfkeli” kalabalıkların meydan işgalleri oldu. Farklı kökenlere ve gündemlere sahip bir bireyler çokluğu—bazı istatistiklere göre her dört Yunandan biri—işgal eylemlerine ve meclislere katılmıştır. Farklı gruplar ve bireyler arasında geçişime imkân verdiği ve yenilikçi inisiyatif ve pratiklerin ortaya çıkmasını sağladığı için çeşitlilik kesinlikle bir avantajdı. Bununla birlikte—azınlıkta kalan—milliyetçi söylemlerin varlığı ve “sınıf”ın analitik bir çerçeve olarak noksanlığı, bazı radikal eylemcileri meydanlardan uzaklaştırdı.
Tutarsızlıklara ve öfkeli kalabalıkların kendilerini bir “hareket” olarak tanımlamasının kabul edilebilir zorluğuna rağmen, meydanların mekânsal pratikler ve kent müştereklerinin üretimi üzerindeki etkisi çok hayatiydi. Meydanların uyanmasıyla bir yerel mahalle meclisleri çokluğu ortaya çıktı. Öncelikleri artık merkezi siyasi sahnedeki gelişmeleri etkilemek değil, halkın yaşam standartlarını tehdit eden saldırılara karşı—dayanışma girişimlerinin teşvik edilmesi aracılığıyla yoksulluk ve işsizlikle mücadele edilmesi, geriye çekilen refah devletinin ardında bıraktığı boşlukların kapatılması, kendi kendine yeterliliğin ve yerel toplulukların direncinin desteklenmesi yoluyla—özörgütlenme ve özsavunmaydı.
Mahalle meclisleri tarafından teşvik edilen kent müşterekliği bağlamında, işgal pratikleri meşruiyet kazanmış ve yaygınlaşmıştır. Artık kamusal alanları işgal edip müştereklere dönüştüren sadece genç protestocular değil, gençler ve yaşlılar, erkekler ve kadınlar, aileler ve bireyler, göçmenler ve yerlilerden oluşan karışık kolektiflerdi. Bu pratikler kentsel alanın işgal edilerek topluluk tarafından işletilen özyönetim temelli sebze bahçelerine dönüştürülmesiyle örneklenmektedir. Örneğin, Selanik’teki PERKA (“Kent Çevresi Tarımı”) ve terk edilmiş bir askeri üs ve eski Atina havalimanı toprakları üstüne kurulmuş olan Elliniko’nun Özyönetim Kentsel Bahçeleri için durum böyledir. Yunan hükümeti ve yabancı kredi kuruluşları Troykası arasındaki mutabakat zaptına göre, her iki alanın da özelleştirilmek üzere tahsis edilmiş olup lüks konut ve ticari altyapıya dönüştürülmesi planlanmıştı. Her iki örnekte de geniş yurttaş hareketleri bunların yerine içlerinde toplumsal alanlar da bulunan metropol parklarına dönüşmesini talep etmektedir.
Yerel toplulukların özsavunma girişimleri, hükümetin—Osmanlı’nın rezil varlık vergisini hatırlatması nedeniyle haratsi/haraç denilerek alay edilen—toprak mülkiyeti vergisini elektrik faturalarına rastgele yansıtmasıyla katlanarak artmıştır. Ücretlerin kesintiye uğratıldığı ve toplam işgücünün üçte birinin işsiz olduğu bir ülkede oldukça yaygın olacağı üzere vergiyi ödeyemeyen çok sayıda ev sahibinin elektrikleri kesilmekteydi. Bu sadist tedbir; vergiyi ödeyemeyen ailelerin elektriğini yasaları boş vererek yeniden bağlamak için işbaşı yapan anti-haratsi mahalle komitesi özörgütlenmeleri olmasa insani felaketin eşiğinde bir durum yaratacaktı.
Gıda tedariki, bir diğer önemli özsavunma alanıydı. Geçtiğimiz on yıl içerisinde, gıda üreticilerinin kâr marjı düşerken, gıda dağıtımı, gıda ürünlerinin fiyatlarını dondurarak halk sınıfları tarafından karşılanamayacak ölçüde pahalı yapan aracılar oligopolü tarafından ele geçirilmişti. Aracıları aradan çıkarma hareketi, doğrudan nihai tüketicilere satılmak üzere merkezi kent meydanlarına gelen kamyonlar dolusu patates ile başladı. “Patates hareketi” kısa sürede, kentsel arazileri izinsiz olarak işgal eden, tahliye, tutuklama ve yerleşik menfaatlerle çatışma tehdidine rağmen çiftçileri ve tüketicileri bir araya getirmeyi deneyen özerk “gerilla çiftçiler pazarı” hareketine dönüştü.
“Kent Müşterekleri”nin yaratılması, özyönetim dayanışma klinikleri ağıyla sunulan sağlık bakım hizmetlerinden; Volos’ta TEM, Atina’da Syntagma Time Bank, Selanik’te Koino ve iki düzine daha benzer örnekle temsil edilen alternatif ödeme araçlarına; 450’den fazla aileyi bir araya getiren ve gıda özerkliğini geri kazanmayı amaçlayan Selanik’teki Bios Coop gibi tüketici kooperatiflerine; müşterileri bizzat yemek pişirmeye ve gıda dağıtımına katılmaya teşvik eden, ücretsiz ya da çok düşük fiyat karşılığı yemek sunan dayanışma mutfaklarına; ve Atina İşçi Kooperatifleri Ağı’na dâhil olanlar gibi genellikle hizmet sektöründe yoğunlaşan bir eşitlikçi işçi kooperatifleri çokluğuna kadar yayılmıştır.
NE TÜR BİR “KENT HAKKI”?
Yunanistan gibi bağnaz ve dindar bir ülkede Eşcinsel Onur Yürüyüşü veya Çıplak Bisiklet Yarışı gibi “görünürlük” hadiselerinin, kimliklerin ve alternatif deneyimlerin tümü için kamusal alanın geri alınması açısından ne kadar önemli olduğu ortadadır. Gerçekten de bu olaylar düzenli olarak Ortodoks Kilisesi veya aşırı sağ ile çatışma alanları haline gelmektedir. Bununla birlikte bu olaylar ilave bir riskle de yüz yüze: “kent hakkı”nın bireyselci bir kavrayışını teşvik ettikleri ve toplumsal baskının kesişimsel bir perspektifini benimsemeyi başaramadıkları ölçüde, kendilerini istemeden de olsa, çeşitliliğin ancak, ağır basan sosyal prensip piyasa mübadelesininki kaldığı sürece ödüllendirildiği bir “niş piyasası”na dönüştürebilirler. Hakikaten de, “çeşitlilik”, “yaratıcılık” ve “yenilikçilik” kavramları, çoğu Avrupa kentinde sürmekte olan mutenalaştırma süreçlerinin temel kavramlarıdır. Bu tür dışlayıcı süreçler için; kentteki gündelik yaşama ilişkin özbelirlenim hakkını tekrar isteyen aktif kolektiflerden ziyade, bireyselleştirilmiş tüketici hakları daha gereklidir.
Tüm bu baskılara bir arada işaret etmek amacıyla bu yıl Selanik’te kamu kurumlarından ve kurumsal sponsorlardan bağımsız “alternatif” bir eşcinsel yürüyüşü etkinliği olarak Radikal Onur Yürüyüşü düzenlendi. Radikal Onur Yürüyüşü cinsiyet, ırk, sınıf, cinsel yönelim, etnisite, yaş ya da bedensel durumun; baskı ve dışlanmanın üretiminde nasıl kesiştiğini anlamak için geniş bir çerçeve sundu. Bu nedenle, kolektif eylemi olumlamaya ve LGBTQ hareketinin mücadelesini diğer kent mücadeleleriyle birleştirmeye çalışmaktaydı.
Kentsel seferberlik devam ettiği sürece tabandan tepeye tüm süreçlerin doğası gereği kapsayıcı olmadığı vurgulanmak zorundadır. Sözde “mukim komiteleri”nin en baştaki amacı arsa bedellerini arttırmaktır çünkü mülklerinin kıymetinin artmasında üyelerinin kişisel çıkarı vardır. Bu, çoğu zaman, “istenmeyenleri” mahalle dışında tutmaya yönelik çabaları da içermektedir. Dolayısıyla, mukim komiteleri yönetimlerinin sıklıkla faşist unsurlar tarafından üstenilmesi sürpriz değildir. Aslında dışlama ve faşizm; parlak kentsel dönüşüm projelerinin ve “model kentler” inşasının saklanan çirkin yüzüdür.
Gerçeği söylemek gerekirse, mülteciler etrafında dönen son tartışmalarda da yabancı düşmanı “mukim komiteleri”, mültecilerin toplumsal yaşama dâhil olmalarını protesto ederek güvenilmez bir rol oynadı. Aynı şekilde, devlet de mültecilerin durumunu bir kamu düzeni meselesi olarak görmekte ve onları kent merkezlerinden uzak kamplarda korkutucu koşullarda yalıtmaya çalışmaktadır. Buna karşılık dayanışma hareketleri, mültecileri şehrin toplumsal hayatına dâhil etmek için sabırlı şekilde dayanışma yapıları kurmaktadır. Bu çabaların doruk noktası, Atina, Selanik ve diğer şehirlerde işgal edilerek elde edilmiş özyönetim sığınma evleridir. Bunların birçoğu geçen yıl polis tarafından tahliye edildi.
PEKİ YA SİSTEM DEĞİŞİKLİĞİ?
2013 yılına gelindiğinde, Syriza’nın hegemonik projesinin inşası son sürat devam ediyordu. Partinin kendisini kemer sıkma karşıtı mücadelelerin politik ifadesi olarak sergilemesinden ve dayanışma mefhumunu tekeline alma idealinden etkilenmemiş pek fazla hareket kalmamıştı. Bugün, bu sürecin nihai sonucunu yaşıyoruz: direnişler etkisiz hale getirilip uluslararası ve yerel seçkinler tarafından o çok arzulanan “toplumsal barış” güvence altına alınırken sözde sol kanat hükümet tarafından mülksüzleştirme uygulamaları yoğunlaştırıldı. Ancak bu yenilgi yalnızca Syriza’nın eseri değil, hareketin iç sınırlılıklarını da göstermektedir. Örneğin, İspanya’da halkın kurumsal değişim arzusu büyük oranda, hareketlerin kendilerinin egemenliğindeki koalisyonlar yönetimindeki yerel düzeye kanalize edilmişti; Yunanistan’da ise bir yandan siyaset kurumuyla herhangi bir ilişkilenmeye bile düşmanlık güden anarşist hareket, diğer yandan ise yerel katılımcı yönetim biçimlerinin önemini idrak edemeyen statükocu zihniyetli parlamenter solun ikili etkisi, bağımsız belediyecilik inisiyatiflerinin ortaya çıkmasına engel olmuştur.
2014’te yerel yönetimci bir proje olan dimotopia.gr (artık çalışmıyor), programlarının ana öğesi olarak doğrudan demokrasiyi gösteren 17 bağımsız belediye oluşumu tanımlamaktaydı. Birkaç yıl sonra, çok azı temsil edilme hakkı kazanmış durumda. Çoğu Syriza’nın desteğini aldı ki bu da onlara taban hareketi özelliğini yitirmek ve profesyonel politikacılar tarafından yavaş yavaş ele geçirilmek pahasına bir seçim zaferi sağladı. Benzer bir örnek Atina’nın Chalandri Belediyesindeki “Yurttaşlarla Direniş” oluşumudur. Azınlık muhalefet partisi olarak geçirdikleri uzun bir sürenin sonunda 2015 yılında belediye başkanlığını elde ettiler. İki yıl sonra, uzun süredir üye olan pek çok kişi yeni belediye başkanını oluşumun temel ilkelerini ihlal etmesi ve hükümetin kemer sıkma politikalarıyla aynı hizada olması nedeniyle kınayarak istifa etti.
İspanya’daki Belediyecilik Hareketinin kurumsal siyasette önemli bir etkisi olup olmadığını söylemek için çok erken—hareketin kendisinde de bu soruya güçlü bir tartışma ve eleştiri getirilmiştir. Bununla birlikte, Yunanistan’da—seçim ya da başka sebeplerle—taban merkezli siyasi koordinasyon eksikliğinin kemer sıkma politikalarının sürdürülmesini kolaylaştırdığını öne sürebiliriz. Hareketlerin büyük çoğunluğunun seçim siyasetine karşı şüphe duyması anlaşılır olmakla birlikte, bu hiçbir durumda örgütlenme, işbirliği yapma, uzlaşma, çoğalma, halka ulaşma, kamusal diyaloğa enerjik bir biçimde katılma gönülsüzlüğüne çevrilmemelidir. Bölünme, marjinalleşme ya da ideolojik saflaşmada erdem yoktur.
Krizin ilk birkaç yılı, siyasal sistem ve uydularının—siyasi partilerin, sendikaların, kitle iletişim araçlarının—derin bir şekilde meşruiyetini yitirmesini ve toplumsal statü, iş ya da tüketim çevresinde oluşan aidiyetlerin çözülmesini beraberinde getirdi. Bu sadece ekonomik durgunluk ve boyun eğme değil, aynı zamanda pek çok insanın yaşamını etkileyen ve kenti geri kazanmak için çeşitli konularda yapılar, kolektifler ve pratikler yaratan taban hareketi patlamasını da üretti. Bu hareketliliğin zirvesinde, sadece kent müştereklerinin birikiminin, kentin çehresini radikal olarak değiştirmeye yeterli olacağına ve mülksüzleştirme süreçlerine etkin biçimde meydan okumaya yetecek bir toplumsal karşıt gücün yaratılacağına dair yaygın bir iyimserlik vardı.
İzleyen süreçte, taban hareketleri kaçınılmaz olarak siyasi eşgüdüm ve kurumsal değişim sorunu ile karşı karşıya kalmış ve kendilerini Syriza tarafından geliştirilen hegemonik projede konumlandırmaya çağrılmışlardır. Bazıları bu projeyle özdeşleşip ve içerisinde erirken; bazıları, kimliklerinden ödün vermeksizin siyasi menfaatlerini müzakere etmeye çalışarak temkinli fakat pragmatik bir tavır takındı; diğerleri ise Syriza’nın projesini alenen suçlayarak araya mesafe koydular, ancak siyasi eşgüdümün alternatif biçimini de üretmediler. Bu, yoğun çatışma ve tartışmaların olduğu bir zamandı.
Bugünkü süreçte, kurumsal değişim hayalleri yıkıldı, taban hareketleri kitlesel özelliklerini yitirdi ve arda kalan kolektifler, bir içe dönme ve yeniden strateji belirleme sürecine girdi. Bu içe dönüşlerde altı çizilmesi gereken husus, kriz sırasında tabandan gelişen kentsel hareketlerin önemi olsa da, yalnızca karşı karşıya kaldığı dış tehditler—baskı ve seçimle iş başına gelme—değil, aynı zamanda kendi iç sınırlılıkları olan çelişkili doğası, ideolojik ayrımları, ortak bir söz dağarcığı bulma, eşgüdüm ve tutarlı bir siyasi öznenin oluşturulmasındaki zorlukları göz önüne alınmalıdır. Bununla birlikte muhalefet ve boyun eğme döngüsü sıfır toplamlı bir oyun olmadığından bu eksiklikler, başarısızlık olarak algılanmamalıdır. Bunu izleyecek hareketlilik döngüsünün altyapısını oluşturan ısrarlı bir coşku da var. Bu coşku, daha on yıl önce var olmayan fikirler, pratikler, değerler ve eylem olanaklarını, yanı sıra da toplumsal işbirliği ve özbelirlenim hakkına öncelik veren kamusal söylemde yeni bir sesi içermektedir.