Olivier Blanchard, ekonomistlerin çok yakından tanıdığı bir isim. ABD’deki MIT Üniversitesinde ekonomi profesörü olarak görev yapıyor. Blanchard, ekonomistliğe ilk adımlarımı attığım 1990 yıllardan bu yana kitaplarını ve makalelerini okuduğum, ekonomik modellerini öğrencilerime anlattığım ve akademik yönüne hayran olduğum bir ekonomist.
Blanchard, başkanlığını yürüttüğü Amerikan Ekonomistler Birliği’nin Ocak ayı başından yapılan bu yılkı konferansında, Kuzey Kıbrıs için hayati öneme sahip olduğunu düşündüğüm ‘kamu borcu’ üzerine yaklaşık bir saatlik bir sunuş yaptı.
Konuşmasında, ‘kamu borcunu ne kadar dert etmeliyiz?’ sorusuna yanıt arayan Blanchard, ‘kamu borcunun, ihtiyaç halinde ve amacına uygun olarak kullanıldığı taktirde, herhangi bir sorun teşkil etmediği’ düşüncesinde.
Blanchard’ın analizinin çıkış noktası, son dönemde ABD, İngiltere ve Euro bölgesinde faiz oranlarının, büyüme hızından düşük olması. Blanchard’ın sunduğu veriler ABD’de 1950 yılından bu yana, kısa birkaç dönem haricinde, faiz oranların büyüme hızından düşük olduğuna işaret ediyor.
Faiz oranlarının büyüme hızından düşük olmasının çok önemli bir ekonomik sonucu var. Bu, diğer bütün faktörlerin değişmediği varsayımı altında, hiçbir başka ekonomik önlem almaya gerek olmadan, zaman içeresinde, borç-milli gelir oranının azalması anlamına geliyor.
Bu durumu bir örnekle açıklamaya çalışayım. Bir ülkenin, yeni altyapı yatırmaları için borçlandığını ve yeni borçlanma nedeniyle borç-milli gelir oranının %100’e ulaştığını varsayalım. Reel faiz oranlarının (banka faizi ile enflasyon arasındaki fark) %2 ve ekonomik büyüme hızının %5 olduğu varsayımı altında, borç-milli gelir oranı 20 yıl sonra %60’ın altına, 40 yıl sonra %30’un altına iniyor.
Bu basit örnek bize, bugün yapılacak bir borçlanmayı, gelecek nesillerin ödemek durumunda kalacağı ve bunun da nesiller arasında adaletsizliğe neden olacağı savının, aslında bir mit olduğunu gösteriyor.
Eğer ekonomi istikrarlı bir şekilde, faiz oranlarının üzerinde büyüyorsa, borç zaten kendi kendini ödüyor.
Bu noktada bir de not düşmekte yarar görüyorum. Blanchard’ın söyledikleri, altyapı yatırımları için bir defalık borçlanma için geçerli. Şüphesiz, eğer bir ülkenin bütçesi sürekli büyük açıklar veriyorsa, o durumda borç miktarı milli gelire göre artacaktır.
***
Kamu borçlanması Kuzey Kıbrıs’ın tabu konularından biri. Siyasi çevrelerde ve medyada, kamu borçlanmasının her şart ve koşulda kötü olduğu ve kaçınılması gerektiği konusunda bir görüş birliği var. Borcun nesiller arası adaletsizliğe neden olacağı, sık duyduğumuz bir argüman.
Altyapı yatırımlarının büyük finansman gerektirdiği ve bu finansmanın da ancak borçlanma ile sağlanabileceği dikkatte alındığında, yukarıda bahsettiğim mantalite, yatırım yapılamayan bir ekonomik ortama neden oluyor.
Altyapı yatırımlarını ihmal etmenin ağır bir faturası var. Bu faturayı kimimiz yağmur sonrası çöken yolun altında kalıp ölerek, kimimiz de yüklü elektrik faturalarıyla ödüyoruz.
Yatırım yapılamayan bir ülkede seçimler de anlamını yitiriyor. Seçimler, ülke olarak ideallerimizin ve gelecekte nerede olmak istediğimizin tartışıldığı ve karara bağlandığı süreçler olması gerekirken, hoş ama çoğu zaman içi boş siyasi retoriğin değiş tokuş edildiği ve son dönemde kültürlü ve dürüst olmanın öne çıktığı güzellik yarışmalarına dönüyor.
Çökmüş durumdaki bir altyapının, Kıbrıs sorununun çözümünün önündeki önemli engellerden bir tanesi olduğunu da düşünüyorum. Kıbrıs Rum tarafı kendi altyapısını yenilemekten aciz bir toplumla eşit şartlarda bir ortaklık kurmak niye istesin? Sonuçta ‘aslan yattığı yerden belli olur’! Rum tarafı da ‘gevşek’ bir model çerçevesinde, Kıbrıslı Türk yöneticileri devletin idaresine fazla karıştırmayacak bir yöntemle, sorunu çözmeye çalışıyor.
***
Peki neden böyle? Birçok neden var. Bu nedenleri kısaca özetlemenin faydalı olacağını düşünüyorum.
Birinci neden, geçmişte yapılan hatalar. Özellikle UBP’nin iktidarda olduğu dönemlerde, ülke kaynaklarının cevizcinin çuvalı misali heba edilmesi ve bu anlayışın yarattığı ekonomik ve sosyal sorunlar. Ancak UBP’nin ekonomi anlayışı ne kadar yanlışsa, mevcut hükümetin ‘okullarda eksiklikler var ama bunları karşılayacak kaynak yok’ anlayışı da aynı ölçüde yanlıştır.
İkinci neden, ekonomi politikalarının büyük bir sis ortamında, el yordamıyla belirleniyor olması. Blanchard’ın analizi çok basit bir analiz. Buna rağmen, Kuzey Kıbrıs için bu basit analizi bile sağlıklı bir şekilde yapmak imkânsız.
Bu kıyası yapmak için iki veriye ihtiyaç var. Birinci veri, reel faizi hesaplamak için enflasyon. İkinci veri de büyüme hızı. Açıkçası, ben DPÖ’nün açıkladığı ne enflasyon rakamlarına ne de büyüme verilerine inanıyorum. DPÖ, 2018 yılı için açıkladığı %30’luk enflasyon oranı ile güvenilirliğini tamamen yitirdi. Geçen yıl büyük bir ekonomik kriz yaşanmasına rağmen hala büyümenin bu krizden nasıl etkilendiğine dair bir fikrimiz yok. DPÖ’nün sayfasında büyüme ile ilgili en son açıklanan veriler 2017 yılına ait.
Üçüncü neden, Türkiye Yardım Heyeti propaganda makinesinin yıllardır durmaksızın dikte ettirdiği ekonomik argümanlar. Yardım Heyeti, borç-milli gelir oranının, %60’ın altından olması gerektiğine inanıyor. Heyetin KKTC için hazırladığı ekonomi programlarında da bu %60 oranı önemli bir hedef olarak yer alıyor. Kuzey Kıbrıs’taki bazı kesimlerde bu oran saplantı haline gelmiş durumda.
Türkiye Yardım Heyeti’nin en iyi politika olarak dayattığı ekonomik politikalar, Türkiye’de yaşanan ekonomik krizlerden çıkarılan derslerin etkisiyle belirlenmiş politikalar.
Türkiye’de, ABD’nin tam tersi bir durum söz konusu: reel faiz, büyüme oranından yüksek. Bunun nedeni, Türkiye ekonomisindeki yapısal sorunlar. Reel faizin büyüme oranından yüksek olması da zaman içeresinde, ek borçlanma yapılmadığı durumlarda dahi, borç-milli gelir oranın artması anlamına geliyor.
Bu açıdan bakınca, Türkiye’nin ve Türkiye Yardım Heyeti’nin borçlanma konusundaki hassasiyeti anlaşılabilir bir durum. Ancak Türkiye ekonomisi için doğru olarak nitelendirilebilecek bir politikanın ABD veya Kuzey Kıbrıs ekonomisi için de doğru olacağı anlamına gelmiyor.
Son olarak, ‘kaynak olmadığı için yatırım yapamıyoruz’ mantalitesi siyasetçinin işini kolaylaştırıyor. O yüzden bu durumu değiştirmek için bir çaba sarf etmiyor.
***
Peki ne yapmak gerek? Mevcut ekonomik anlayışın değişmesinin artık zorluluk haline geldiğini düşünüyorum. Devlet bütçesini düzeltmenin tek yolunun, ekonomiyi düzeltmek olduğunu anlamamız lazım.
Kafa karışıklığını ortadan kaldırmak için, mevcut kurumsal altyapı da bu öncelik sırasına göre tekrar düzenlenmeli. Önceliği, altyapı yatırımlarını yapmak ve verimliği artırmak, kısaca ekonomik büyüme olan, yeni bir bakanlık kurulmalı. Ne iş yaptığı belli olmayan ekonomi bakanlığı tasfiye edilmeli ve maliye bakanlığı bu yeni bakanlığın alt birimi olmalı. Merkez Bankası’nın görev tanımı bu yeni bakanlığı destekleyecek şekilde yeniden düzenlenmeli.
Siyasi anlayışın da değişmesi gerekiyor. Siyasetçi var olan ekonomik ve sosyal sorunlar karşısında sorumluluk üstlenmeli. Bir grup siyasetçi sorunları Türkiye’nin çözmesini beklerken, diğer bir grup sorunların çözümü için Kıbrıs sorununun çözümünü bekliyor. Sorunların çözümü için Kıbrıs sorununun çözümünü beklemenin de sorunları Türkiye’nin çözmesini beklemekten farkı yok ve gerçekçi bir yaklaşım da değil. Gerçekçi olmadığı gibi Kıbrıs sorununun çözümünün önünde, bir engel de teşkil ediyor.
Büyük bir dönüşüm gerekiyor. Kıbrıs Türk halkının bu dönüşümü gerçekleştirebileceğine inanıyorum. Kıbrıs Türk solunun artık mevcut sisteme makyaj yapıp güzelleştirme çabasından vazgeçip bu dönüşümün liderliğini üstlenmesi gerekiyor.