Acılara göğüs geren her kim varsa, karanlığa alışan gözleriyle, insan ruhunu parçalayan kıyıcı evrenlere cesaretle yürümüş her bir insana… Okurken size sizi anlatıyormuş gibi hissettirecek, sanki sizin dilinizi konuşan, konuştukça, anlattıkça iyileştiren, size sorular sordurdukça, sizi ihtimallerle yüzleştirdikçe iyileştiren kitaplar.
Yıkıntılar Arasında, Nisan 1909’da Adana’da yaşanan katliamda yerle bir olmuş Ermeni mahallelerinden ve köylerinden canlı tanıklıklar barındırıyor. Kırımların ardından İstanbul Ermeni Patrikhanesi tarafından bölgeye yollanan yardım heyetinde bulunan Zabel Yesayan, harabeye dönmüş Adana’da geçirdiği üç ayın izlenimlerini, tanık olduğu ıstırap ve yıkımı aktarıyor Yıkıntılar Arasında‘da. Kozan’dan Hacın’a, Dörtyol’dan Osmaniye’ye uzanan bu karanlık yolculukta, Adana’daki binlerce yetimin, dulun, idam mahkûmunun gözü, kulağı, sesi oluyor Yesayan. Ermeni tanıklık edebiyatının en vurucu örneklerinden olan Yıkıntılar Arasında, Ermeni edebiyatı üzerine çalışmalarıyla tanınan akademisyen Marc Nichanian’ın geniş önsözü, Zabel Yesayan’ın Adana yetimhaneleri yazısı ve katliamların ardından meclis tarafından bölgeye yollanan Edirne mebusu Hagop Babigyan’ın raporu ve katliam günlerinden yirmi kadar fotoğrafla zenginleştirilmiş olarak okuyucuların dikkatine sunuluyor.
“Ne bu anlatılanlar, ne o küller içinde debelenen Ermeniler, ne dehşetin sarhoşluğunu üzerinden atamamış, gözlerinde acı ve şaşkınlık okunan yetimler, ne kayıplarının acısıyla kıvranan dullar, ne de kolu bacağı kesilenlerin kanlı sancılı yaraları… Bunların hiçbiri yetmez o cehennem günlerinde yaşananların karanlık ve gerçek derinliğini tam olarak kavramamıza.”
ZABEL YESAYAN
Tespih Taneleri, Doğduğu yer Diyarbakırı, oradaki Ermenileri, Kürtleri, Türkleri, Süryanileri, Keldanileri, Yahudileri, bugün artık tarih olmuş bir kent yaşantısının en içten hikâyelerini anlatan Mıgırdiç Margosyan, Tespih Tanelerinde, Diyarbakırdan okumaya geldiği İstanbula hayali bir köprü kuruyor. ‘Kafle’ yollarında her birinin ailesi ‘berdan berdan’ olmuş, tespih taneleri gibi dağılmış anne ve babasının, oğullarının ‘adam olması’nı, ‘anadili’ni daha iyi öğrenmesini sağlamak için İstanbuldaki Ermeni ruhban okuluna gönderdiği küçük Mıgırdiç, kâh bu yeni çevresinde karşılaştığı gariplikleri, kâh hasretiyle yandığı Diyarbakırı, bir türlü kavuşamadığı ilk aşkını, kimi siyasal-toplumsal olayların örgüsü içinde, büyük bir ayrıntı ve renk cümbüşü içinde hikâye ediyor. Çocukluktan ilk gençliğe geçtiği o delikanlı çağında, ailesini, kardeşlerini, Diyarbakır ‘küçe’lerinde oynadığı arkadaşlarını ardında bırakan mahzun Mıgırdiç, İstanbulda kendilerini ‘Koşun, Kürtler gelmiş! ‘ çığlığıyla karşılayan akranlarının arasına girdiğinde, geleceğe hem biraz kaygı, hem de biraz umutla bakıyor…
Bir Ada Hikâyesi dörtlüsü, savaşlardan, kırımlardan, sürgünlerden arta kalan insanların, Yunanistan’a gönderilen Rumların boşalttığı bir adada yeni bir yaşam kurma çabalarını konu alır. Umut romanın başkahramanıdır. Dörtleme hem bir Yaşar Kemal klasiğidir hem de diliyle, yarattığı kişilerle, yarattığı doğayla Yaşar Kemal’in romancılığında önemli bir yeniliği işaret eder. Yaşar Kemal, mitos yaratıcısıdır… Ağıtların diliyle, kendi özgün dilini (hiçbir yazara benzemez ve asla taklit edilemez) harmanlamış, çeviride bile yitmeyen anlatısını kurmuştur. Bu dörtlüyse, tarihle destanların kaynaşmasıdır. Yaşar Kemal tarihi roman yazmaz bu dörtlüde, bir tarih var eder.
“Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Yaşar Kemal’in yerlerinden edilen insanların Ege’de bir adada yeni bir yaşam kurma çabalarının destansı öyküsü Bir Ada Hikâyesi’nin dördüncü ve son kitabı. Dörtlünün bu son romanında, geçmişin yaraları kapanmaya yüz tutmuş ama izleri kalmıştır… Ağaefendi’yle Melek Hatun, Poyraz’la Zehra, Ali Hüseyin’le Nesibe muradına erecektir; Lena Ana’nın hasretle yollarını beklediği kayıp oğulları da geri dönmüştür ama balıkçıların reisi Hıristo’nun başına beklenmedik bir olay gelir.
Osmanlı’nın son yıllarındaki Mütareke Dönemi’ni konu alan Esir Şehrin İnsanları, İstanbul’un direnişini ve bu süreçte Osmanlı toplumunun tutumunu gerçekçi bir şekilde işliyor. Eserde “İstanbul Hükümeti yanlıları”, “Kuvayımilliyeciler” ve “vatanın gidişatını önemsemeyenler” olmak üzere üç temel tipe yer veriliyor.
Ana kurgu olarak bu üç grubun fikir çatışmalarını temel alan Esir Şehrin İnsanları, söz konusu dönemin ideal aydın tipini, romanın başkahramanı olanPaşazade Kamil Bey üzerinden ortaya koyuyor. Milli Mücadele dönemi eserlerinin ortak özelliği olarak eğitimli bir Osmanlı gencinin içsel çatışmaları düzleminde ilerleyen Esir Şehrin İnsanları, nihayetinde kurtuluş için sahip olunması gereken fikirsel olgunluğa ulaşma sürecini konu ediniyor.
Romanın başlangıcında Kamil Bey, II. Abdülhamid’in vezirlerinden Selim Paşa’nın tek çocuğu olarak anlatılıyor. Batı yaşam tarzı ve düşüncesi ile yetiştirilen Kamil Bey, babasının vefatı üzerine büyük bir mirasa konarak eşi ve kızı ile birlikte Avrupa’da yaşıyor. Maddi sıkıntılar nedeniyle Birinci Dünya Savaşı başladıktan iki yıl sonra İstanbul’a dönen başkahraman, sonrasında Milli Mücadele hakkında doğruları öğrenerek vatanına karşı görev bilinciyle hareket etmeye başlıyor.
214 sayfadan oluşan “Yaban” adlı roman, Çanakkale Cephesi’nde kolunu kaybederek gazi olan subay Ahmet Celal’in Porsuk Çayı yakınlarında bir köyde geçirdiği zaman dilimini konu alıyor. Ahmet Celal’in notlarından oluşan bir defter üzerinden kurgulanan eser, oldukça akıcı bir şekilde ilerliyor. Romanda Ahmet Celal’e emir eri Mehmet Ali, Zeynep Kadın, Salih Ağa, Bekir Çavuş, İsmail, Emine, Süleyman ve Hasan gibi köy halkından yan karakterler eşlik ediyor. Oldukça sade bir Türkçe ile yazılan eserde, yer yer günümüz Türkçesinde pek kullanılmayan kelimeler de yer alıyor. Bu kelimeler, okurun metni anlamasına engel olmuyor ancak yine de bu sözcüklerin günümüz Türkçesindeki karşılıkları parantez içinde belirtiliyor. Ayrıca kitabın başında Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Anadolu Mezalimini Tahkik Komisyonu ile çalıştığı döneme ait bir fotoğrafı, “Yaban” adlı eserin Osmanlı Türkçesiyle yazılmış orijinal bir sayfası ve yazarın “Yaban”a gelen haksız eleştirilere karşı ikinci baskı vesilesiyle kaleme aldığı bir bölüm bulunuyor.
“Gecenin işçileri”, gecenin bir an önce gelmesini bekleyen ve isteyen insanlardır. Gecenin adamları öğlen ortaya çıkacak ve akşam olur olmaz karanlıktan istifade ederek kargaşa çıkaracak, yıkacak, yıkacak ve her şeyi kaosa sürükleyeceklerdir. Gecenin işçileri, ortamı kargaşaya hazırlayan karanlık güçlerin işçileridir. Bu insanlar birbirlerinden uzak olsalar da birçok yönden birbirine benzeyen mizaçları, özlemleri, amaçları ve karakterleri vardır. Ortak amaçları ve kişilikleri olan bu insanların ortak bir kaderi vardır. Her biri farklı ülkelerde ve öyle olsalar bile, gece olur olmaz hemen kaos yaratmaya, insanları öldürmeye ve yaralamaya başlayanlar bu işçiler. Bu insanlara karşı bir düzeltici vardır. Düzeltici, kargaşaya karşı kendini yalnız hisseden, aydınlanmış ve düşünceli bir yazardır. Gittikçe yayılan gecenin emekçilerine karşı tek başına bırakılır. Tek başına yaşadığı bu aydınlık zirvede gece ile pasif bir savaşın içindedir. Zirvede yaşadığı bu ışığı gecenin işçilerine kaptırmamaktan endişe eder. Güneş Hareketi adı verilen bir hareket kendi içinde sistematik bir yapı oluşturmuş ve bu yapıya hiyerarşik bir düzen sağlamıştır. Gece işçilerini de alnında kullanan bu yapı, kendisine Güneş Hareketi adını vererek, güneşi ve ışığı teşvik ederek büyük bir aldatmaca yaratıyor; İnsanlığı karanlığa ve geceye götürmek istiyor. İstediğinin tam tersini savunur gibi görünen bu organize yapı, amaçlarına ulaşmak için insanların ölmesine bile izin vermektedir. Güneş Hareketi’nin öncüsüdür. Sevgilisi Sevinç’tir. Sevinç ve N. ise bu yapının ne olduğu konusunda bilgi sahibidir ancak onunla birlikte kendi çıkarları için hareket etmektedirler. Bu yapı, insanları tehdit ederek, iftira atarak ve insanları öldürerek amaçlarına ulaşmaya çalışan bir örgüttür.