Bu son günlerde yaşadıklarımız bana çok ağır gelmeye başladı. 16 yıldır abluka altında yaşayan, yoksul, çoğunluğu çocuk olan Gazzelilere dünyanın en güçlü devletlerinin himayesinde bir devlet bir ayı aşkın süredir ölüm yağdırıyor. Israil hastane vuruyor, okul vuruyor, uluslararası hukuk’u açıkça ihlal ediyor. Gazze’de olanların paylaştıkları hikayeler o kadar korkunç ki. Küvezdeki bebekler, çocuklar, siviller öldürülüyor.
Bir insan olarak benim adalet duygum derin bir yara almış durumda. Bu kadar mazlum bir halka reva görülen bu muameleyi içim kaldırmıyor. Zira Filistin meselesi 7 Ekim’de başlamadı. 1947den sonra Filistinlilerin göç etmeye zorlandığı Nakba’yla başladı. Ingilizler, Filistinlilerin yaşadığı bir yerde bir Israil devletinin oluşması ıcin ön ayak oldular. Nakba sırasında Filistinlilerin ezici çoğunluğu ülkelerinden göç etmeye zorlandı. Farklı ülkelere dağıldılar. Lübnan’a giden Filistinliler’e vatandaşlık hakkı tanınmadı, 70 yıl boyunca mülteci kamplarında, çalışmadan, vatandaşlık haklarından yararlanmadan yaşadılar. Diğer ülkelere giden Filistinlilerin hayatı da hiç kolay olmadı.
1967 savaşından sonra Israil Batı Şeria, Gazze ve Dogu Kudüs’ü isgal etti. BM Güvenlik Konseyi İsrail’in 1967de işgal ettiği topraklardan çıkması yönünde bir karar çıkardı. Son 16 yıldir Hamas’a verdikleri destekten ötürü Gazze’ye abluka uygulanıyor. Silahlı Israilci yerlesimciler sık sık Filistinlilere saldırılar düzenliyor, onları evlerini terk etmeye zorluyor.
Filistin’e yönelik bu ağır baskı ve çözümsüzlük Gazze’de Hamas gibi bir Islamcı örgütü ortaya çıkardı. Tabii ki 7 Ekim’de İsrailli 1400 kişiyi öldürmelerinin ve 200den fazla kişiyi rehin almalarının kabul edilebilir bir tarafı yok. Ancak bu meseleyi çözmenin yolu Hamas’ı bitirmek iddiasıyla binlerce sivili katletmek değil. Zira tüm ailesini katlettiğiniz çocuklardan yeni yeni Hamascılar yetişecek. İsrail devletinin yanında bağımsız bir Filistin devleti kurmayı hedefleyen iki devletli çözüm bu savaşı bitirebilir ama Israil Hamas’ı bitirmek iddiasıyla aslında Gazzelileri yeniden ülkelerinden sürmeye çalışıyor. Lübnan Hizbullah’ı ve İran’ın mudahil olması durumunda savaşın bölgesel bir savaşa dönüşmesi riski de var.
Kıbrıs’ta bunu yazmaya kalktığınızda ya tam bir duyarsızlık ve vurdumduymazlık duvarıyla karşılaşıyorsunuz ya da vay efendim siz Türkiye’nin Kıbrıs’ı işgaline ya da Türkiye’nin Kürtlere eziyetine ne dediniz de şimdi İsrail’i eleştiriyorsunuz diye muhalifliğin tekelini elinde tutan ağır abilerden azar işitiyorsunuz. Bunları tüm hayatınız boyunca yazdığınız akademik ve politik yazılarda eleştirdiğiniz halde.
Mesele bu değil tabii ki. Esas mesele bu vahşetin nasıl böyle devam edebildiği. Bugünlerde sık sık Ruanda’da 1994’de olan katliamı düşünüyorum. Ruanda’da 1994 yılında, yaklaşık yüz gün içinde aşırı uç Hutular, yaklaşık 800.000 Tutsi ve ılımlı Hutu’yu öldürmüştü. Peki o anlı şanlı ‘uluslararası toplum’ ne yapmıştı? Koca bir hiç. Ruanda’daki küçük bir BM birimi katliamın başlamasıyla Ruanda’dan ayrılmış, binlerce sivilin korkunç yöntemlerle katladilmesi sadece izlenmişti.
‘Uluslararası toplumun’ o gün de bugün de bu katliamları sadece izlemesinin farklı siyasi, jeopolitik vs sebepleri var tabii ki. Ama bence bu katliamlar bize insanların çoğunluğuyla ilgili de çok temel bir şey söylüyor. O da şu. Öteki’yle kurduğumuz ilişkilerde hep bazı inkar stratejilerini devreye koyuyoruz. Bu nasıl oluyor peki? Kendimizi kurban olarak gördüğümüz, “masumiyetin ayartıcılığına” kapıldığımız için bize benzemeyenlerin acılarını görmezden geliyoruz.
Brüksel’den yeni döndüm. Orada konuştuğum bazı insanların söyledikleri tam da bu inkar stratejisinin vücud bulmuş hali gibiydi. Mesela orada yaşayan, eğitimli ve İsrail-Filistin meselesini de son derece iyi bilen birisi bana: ama burada tek suçlu taraf yok. İsrail de suçlu, Filistin de suçlu, Rafah sınır kapısını açmayan Mısır da suçlu deyip durdu. Brüksel’deki öfkeli genç Arapların varlığı onu tedirgin ediyordu. Tamam, şu anda Batı’da İsrail devletini eleştirmenin, Filistin’e destek vermenin çok ağır bir bedeli var. Anti-semitic yani Yahudi düşmanı olarak yaftalanıp susturuluyorsunuz. Ama mesele sadece Batılı devletlerin İsrail devletini desteklemesi, anaakım medyanın bunu meşrulaştırmak için yayın yapması değil maalesef. Bizden farklı ırktan, etnisiteden, sınıftan olanın, özdeşleşemediğimiz insanların acılarını çoğumuz göremiyoruz, görmemek için inkar stratejileri geliştiriyoruz.
Kıbrıs’ta da ancak bizlerden birilerinin başına bir şey geldiği zaman tepki veriyoruz. Mesela işlediği hafif suçlardan ötürü Kıbrıslı Türk olmayanlara kelepçe takılmasına kimse ses etmezken, bizlerden birine böyle bir şey yapıldığı zaman bir çok insan kazan kaldırdı. Oysa ki etik olan, kaçma riski olmayan hiçkimseye kelepçe takılmaması yönünde bir tavır almaktı.
Mesele sadece bir çatışma değil. Orada olanlar, verilen tepkiler. İnsanlığa dair çok temel bir kusuru ortaya çıkardığı için çok sarsıcı sanırım. Yine de umut en son ölür. Dünyanın pek çok kentinde milyonlar tepki vermeye başladı. Bunların bir kısmı Müslüman din kardeşliği esasına göre dayanışma gösteriyor, ama hepsi böyle değil. Bize zerre benzemeyen, asla özdeşleyemeyeceğimiz insanların acılarına, yaşadıkları adaletsizliklere tepki göstermek ya da türlü argümanlarla deneyimlerini inkar etmek, önemsizleştirmek. Böyle bir yol ayrımındayız sanırım.