Kıbrıs Üniversitesi Türkiye ve Orta Doğu Çalışmaları Bölümü’nde geçtiğimiz hafta ‘Bölünme Sırasında Gündelik Hayat: Surlar İçindeki Lefkoşa, 1964-1968’ başlıklı bir konferans düzenlendi.
Cyprus Mail | Çeviri-Gazedda
Konferans’ın sunumu yapan bağımsız araştırmacı Dr. Maria Hristodoulou, arşiv malzemelerinden, ikincil kaynaklardan ve her iki tarafla yaptığı görüşmelerden yararlanarak, inkârın damgasını vurduğu ayrıştırılmış bir şehrin canlı bir resmini çizdi.
Hristodoulou konferansta sunduğu ve 1960’ların sonunda Lefkoşa’nın kuzeyindeki bir Kıbrıslıtürk yerleşim bölgesinde çekilen bir fotoğrafta, 15 yaşındaki Süleyman tüfeği ve en yakın arkadaşıyla poz verirken görüldüğüne dikkat çekerek, “iki genç yeni kurulan Yeşil Hat üzerinde nöbet tutma çağrısına uymuşlar: kendi deyimleriyle “gündüzleri okul çocuğu, geceleri asker” diye ekliyor.
Dr. Maria Hristodoulou “enklavı savunma görevi, erkekler için bile ücretli bir işti. (Süleyman) Bir asker olarak aldığı ilk maaş olan beş Pound ile “Rum tarafındaki’ Ledra Caddesi’ne giderek, bir süredir gözüne kestirdiği bir takım elbise satın aldı’. diye anlatıyor.
“Elbette Kıbrıslıtürkler Cumhuriyet tarafından enklavlarda yaşamaya zorlanmadı. İster güvenlik için, ister bölünmeyi teşvik etmek için olsun, itici güç kendi liderliklerinden geldi.
Halihazırda Kıbrıslıtürklerin yaşadığı mahallelerde ya da köylerde birçok enklav oluşturuldu, ancak farklı bölgelerden birçok kişi de evlerini terk edip buralara taşınmak zorunda kaldı. Lefkoşa enklavı, surlarla çevrili şehrin kuzey yarısından Girne’ye kadar uzanan en önemli bölgeydi, ancak Yeşil Hat işgalden sonra olduğu gibi sert bir fiziksel bariyer değildi.“
“Resmi olarak – yaklaşık 500 Kıbrıslıtürk kamudaki görevlerine devam etse de ve Mağusa Kapısı’ndaki kontrol noktasından her gün birkaç yüz kişi geçse de – enklavlar kapatıldı ve diğer tarafla dostluk kurarken yakalanan Kıbrıslıtürklere para ve hapis cezaları verildi.“
Ancak gündelik hayatın “resmi devlet politikasıyla neredeyse hiçbir ilgisi yoktu” diyerek o dönem yaşananlara dair değerlendirmelerde bulunan Dr. Maria Hristodoulou, “örneğin, “Kıbrıslıtürk toplumunun görüşlerini savunmak için” silaha sarılan Süleyman’ın hikayesine bakalım. Süleyman, bu amaçla aldığı ilk maaş söz konusu olduğunda, gidip onu Kıbrıslırumlara verebildi.” dedi.
“Ayrımcılık nispeten yeni bir şeydi” diyen Hristodoulou iki toplum arasındaki çatlağı, Kıbrıslıtürk özel polislerin (Auxiliary Police) EOKA tarafından öldürüldüğü ve (elbette çatışmayı kendi nedenleriyle körükleyen) İngilizlerin ilk kez “Kıbrıslı Rum ve Türk mevzilerini ayırmak için” dikenli teller çektiği 1956 yılına dayandırıyor.
Dr. Maria Hristodoulou özetle şöyle devam etti:
“Kopuşun ne kadar yeni olduğu göz önüne alındığında, enklav yılları, Lefkoşa halkının, tanınmayacak kadar değişmeye başlasa bile bildikleri şehre güvencesiz bir şekilde tutunduğu bir tür geçiş dönemiydi.
Tüccarlar Yeşil Hat boyunca ticaret yapmaya devam etti. Fırıncılar ve yoğurt satıcıları mallarını satmaya devam etti. Görüştüğüm kişilerden biri, ailesinin enklav içindeki küçük ayakkabı fabrikasının Kıbrıslırum sahibine kira ödemeye devam ettiğini ve parayı Ermeni aracılar vasıtasıyla ödediğini hatırlıyor. İki tarafın genç nöbetçileri sık sık sohbet ediyor, birbirlerine ev ödevlerinde yardım ediyor, kâğıtları top haline getirip ayrım bölünme hattının öte yanına atıyorlardı.
Ancak aynı zamanda, iki taraf birbirinden şiddetle ayrılıyor ve birbirinden oldukça farklı iki gerçekliği yaşıyordu.
Zorla yerlerinden edilen pek çok Kıbrıslıtürk, çadırlarda, ahırlarda, camilerde veya boş okul salonlarında barınarak mülteci olarak yaşamaktaydı. , Cumhuriyet tarafından yasadışı ilan edilen enklavlar ambargo altına alınmıştı.
Gıda sıkıntısı endemik ve çoğu zaman ciddi boyutlardaydı, sadece Türkiye ve Kızılay’dan haftada iki kez yapılan yardım sevkiyatlarıyla hafifletilebiliyordu; Ancak bu sevkiyatlar esasen yolları kontrol eden Kıbrıslırumların insafına kalmıştı.
Enklavlardaki yaşam, ağır bir şekilde askerileştirildi. İlk kez bir Kıbrıslıtürk nesli, kendilerine yok edilmelerini istedikleri söylenen çoğunluğun dili olan Yunancayı konuşamadan büyüdü. Bu arada, Yeşil Hat’tın öte yanında, Kıbrıslırumlar kendi yabancılaşma süreçlerini daha üzeri örtülü yaşıyorlardı.
Görünürde hayat eskisi gibi devam ediyordu. Ne de olsa, Kıbrıslırumlar tüm parasıyla birlikte Cumhuriyete sahipti. Eski Lefkoşa’da metal işçisi olan Hristakis, sokakların ne kadar kalabalık olduğunu anlatmak için “Kumu havaya atsanız yere düşmezdi” diye hatırlıyor.
Ambargonun nihayet kalktığı 1968 yılında “en büyük siyasi yaygara” “Başpiskopos Makarios ile mini etek giyerek poz veren bir İngiliz yıldızla ilgiliydi. Sinemalar ve gece kulüpleri tıklım tıklımdı.
Yine de atmosfer tedirgindi… Dikenli tellerle dolu bir şehirde gazete satıcıları diğer taraftan gelen en son korkunç haberleri duyuruyordu.. Milli bayramlarda anavatanları için şarkılar söyleyen heyecanlı okul çocukları, her yerde silahlı çocuklar, tavernalarda ve kafelerde oturan ve en son komplo teorilerini aktaran şüpheli insan grupları…
Kısacası, enklav yılları, daha sonra ortaya çıkan ve istiladan sonra kireçlenen durumun habercisiydi. Kıbrıslıtürk tarafında, izolasyon ve militarizasyona doğru bir dönüş. Kıbrıslırum tarafında ise bugüne kadar devam eden “ulusal hafıza kaybı” ve gerçekliğin inkârı.”
Hristodoulou panelin soru-cevap bölümünde “Kıbrıslıtürkler bu şekilde büyürken -yani sürekli olarak diğer taraftan korkarken- Kıbrıslırumlar 1974’ten önce hiçbir şey yaşanmadığına [inanarak] bir tür ulusal hafıza kaybıyla yaşıyorlar” diyerek Kıbrıs sorununun bu kadar içinden çıkılmaz olmasına şaşılmaması gerektiğine dikkat çekti.