Fransız ekonomist Thomas Piketty’nin bu yılın başında çok ilginç bir makalesi yayınlandı. Piketty makalede, ekonominin tekniklerini kullanarak 1948-2017 yılları arasında Amerika, Fransa ve İngiltere’de seçmen eğilimlerindeki değişimi inceliyor. Ve Kuzey Kıbrıs’ta hem siyasi hem de ekonomik anlamda olanı biteni anlamaya yardımcı olduğunu düşündüğüm önemli sonuçlara ulaşıyor.
Piketty’nin bulgularından bir tanesi, ikinci dünya savaşından bu yana yeni ‘elit’ bir sosyal grubun ortaya çıktığı ve bu yeni elit grubun, hayatını emeğiyle kazanan, yüksek eğitimli, yüksek gelirli ve eğitim seviyesinin bir sonucu olarak da liberal görüşlü insanlardan oluştuğu.
Analizin sonuçları yıllar içerisinde sol partilerin seçmen yapısının değiştiğini ve sol partilerin geleneksel seçmeni olan işçi kesiminden daha çok bu elit gruptan oy olmaya başladığını gösteriyor. Bu durum da sol partilerin yapılarının, önceliklerinin ve amaçlarının değişmesine neden olmuş.
Sol partilerin temsil ettikleri seçmen kitlesi değişince, işçi sınıfının sorunları haliyle geri planda kaldı. Sağ partilerin zaten hiçbir zaman işçi kesiminin sorunları gibi bir gailesi olmadı. Sağ partiler, Piketty’nin tanımıyla, toplumun diğer bir elit grubu olan ‘sermayedarları’ temsil ediyor ve bu grubun çıkarlarını koruyor.
Sol partilerde yaşanan değişimin bir sonucu olarak da soysal hakların budandığı, sol partilerle işçi sendikalarının bağlarının koptuğu, ekonomi politikalarının işçi kesiminin hakları, yaşam standardı gözetilmeden planlandığı bir dönemden geçiyoruz.
Bütün bunların sonucu olarak da, Piketty’nin başka bir çalışmasında belgelediği gibi, özellikle son yıllarda gelir dağılımının, işçi kesimi aleyhine bozulduğunu gözlemliyoruz.
Piketty analizinde Amerika, İngiltere ve Fransa’daki verileri kullanıyor. Ancak ulaştığı sonuçların dünyanın birçok ülkesi için de geçerli olduğunu söylemek mümkün. Soldaki bu yapı değişiminin, solu kendi kendini yok eden bir kaosa sürüklediği birçok ülkede çok net bir şekilde ortada. Örneğin, Yunanistan’da Pasok yok oldu. Almanya’da sosyal demokratlar son seçimlerde çok büyük oy kayıpları yaşadı.
Kuzey Kıbrıs’ta yaşananların da Piketty’nin sonuçlarının Kuzey Kıbrıs’taki yansımaları olduğunu düşünüyorum.
Düşünün, satın alma gücünün önemli ölçüde eridiği ciddi bir ekonomik kriz yaşıyoruz. Ama gelin görün ki ülkemizde, alım gücünün korunabilmesi adına ne kamu çalışanlarının maaşlarında ne de özel sektörün maaşlarının belirleyicisi olan asgari ücrette bir iyileştirme var.
Hatta tam aksine, Maliye Bakanı Serdar Denktaş’ın açıklamalarından anladığım kadarıyla, kamu maaşlarına Ocak ayında, enflasyonun çok altında, sınırlı bir artış yapılacak. Yani reel anlamda, maaşlarda bir düşüş yaşanacak. Denktaş, daha yüksek bir artışın devlet bütçesi üzerinde ciddi bir baskıya neden olacağını açıkladı. Ama açıkçası Denktaş’ın esas derdinin, kamu maaşlarındaki olası bir artışın devlet bütçesi üzerinde yaratacağı baskı değil, bu artışın özel sektördeki maaş artış oranını da belirleyecek olmasıdır. Yani aslında böylelikle, özel sektördeki maaş artışlarını sınırlı tutarak, bir anlamda işverenlere destek olunacak.
Bu tür bir dolaylı destek, Denktaş’ın siyasi görüşüyle tutarlı. Sonuçta Denktaş, bir sağ partinin lideri olarak sermayeyi koruma yönünde bir tavır alıyor.
Peki ama ya hükümetin sol tarafının, mesela CTP yönetiminin, gelirlerin satın alma gücündeki azalmayla ilgili tavrı ne? Çelişkili ve cılız birkaç açıklama dışında ortada pek bir şey yok. En kötüsü, bir çaba da yok. Ekonomi Bakanı Özdil Nami’nin tek meşgul olduğu konu kablo ile Türkiye’den elektrik getirmek. Bunun da beyhude bir çaba olduğunu daha önceki yazılarımda yazdım. Çünkü şu anda Türkiye elektrik sektörü tam bir ekonomik kaos içerisinde.
Sayın Nami’nin neden böyle tepkisiz kaldığını da anlamak mümkün. Sonuçta Nami, işveren kökenli bir milletvekili. Milletvekili olmadan önce İş Adamları Derneği Başkanlığı yapan Nami’nin, asgari ücretin artırılması gerektiğini savunmasını ve bunun öncülüğünü yapmasını beklemek, sanırım naif bir yaklaşım olur.
CTP’nin ekonomi politikalarına yön veren diğer bir isim Fikri Toros. Sayın Toros’un profili de Sayın Nami’nin profilinden farklı değil. Hatta daha birkaç yıl önce, Ticaret Odası Başkanı olduğu dönemde, asgari ücret artışına karşı çıkışı hala hafızalarda. Sayın Toros’un dünya görüşünün de CTP milletvekili olması nedeniyle değişmesini beklemek, pek mümkün değil.
Tabii ki sorun tek başına, Nami ve Toros’un partide etkin olması değil. Sorun, Nami ve Toros gibi düşünen, ‘elit sol’ diye tanımlayacağımız geniş bir kesimin artık parti içeresinde etkin rol oynamasıdır.
Hal böyle olunca doğal olarak, her bir ekonomik önlem, sermayeyi koruyan bir anlayışla belirleniyor. Hükümetin yerli istihdamı artırmak adı altında yeni bir teşvik paketi hazırlığı yapıyor olması da bu anlayışın güncel diğer bir örneği.
Bu sermaye odaklı anlayışı sadece ekonomik tedbirlerde görmüyoruz. Toplumun yaşadığı diğer sorunlarda da görüyoruz. Örnek vermek gerekirse, kaynak olmasına rağmen neden eğitim ve sağlıktaki sorunların giderilmediği sorusu bir süredir cevap aradığım bir sorudur. Yukarıda çizdiğim çerçeveden bakınca, aslında sorunun cevabı açıktır. ‘Elit sol’, bu tür hizmetleri özel sektörün sağlamasını tercih ediyor.
Bütün bunlar da Piketty’nin teorisinin Kuzey Kıbrıs için de geçerli olduğunun kanıtı aslında. 1980’li ve 1990’li yıllarda iki işveren temsilcisinin bırakın milletvekili seçilmesini, CTP’den aday dahi gösterilmesi hayal edilebilir miydi? Partinin tabanı, buna izin verir miydi? Emekçi kesim de bu anlayış değişiminin farkına vardıkça partiyi terk ediyor. Bunun sonucunda da CTP, her seçimden daha da küçülerek çıkıyor.
‘Ne var ekonomi politikalarını iş adamları belirliyorsa? Maaşlarda bir düşüş olacak olması, kamunun tasarrufu anlamına gelmiyor mu? Devlete daha çok para kalacak. Bunda yanlış ne?’ deyip bu söylediklerime karşı çıkacak olanlar olacaktır mutlaka.
Bu tür itirazlara cevap vermeden önce, net bir ayırım yapmak gerekiyor; bir şirketi yönetmekle bir ekonomiyi yönetmek birbirinden çok farklı şeylerdir.
Önce bir şirketi ele alalım. Eğer çalışanların maaşlarında kesinti yapılırsa, bu, şirketin bilançosu için çok iyi bir ekonomik karar olabilir. İşgücü maliyetinin düşmesi sonucunda şirketin üretim maliyetleri de düşer. Ve Şirket ürettiği malı daha ucuza satabilir ve bu sayede şirketin satışları ve karlılığı artar.
Şimdi ülkedeki bütün şirketlerin aynı şeyi yaptığını ve ülke genelinde özel sektör maaşlarının düştüğünü varsayalım. Maaş düşüşüyle belki üretim artacak ama bunları satın alabilecek insan sayısı da aynı oranda azalacak. Satışlar azalınca da şirketler zora girip bu kez işçi çıkarmak durumda kalacak. Bu da işsizliğin aratmasına neden olacak. Küçülen ekonomiyle devletin alacağı vergiler de azalacak.
Bu anlattıklarımı, ekonomiyle tamamen bağlantısız başka bir örnekle, daha somuta indirgemeye çalışayım:
Yakın zamana kadar ishal, dünyada çocuk ölümlerinin önemli sebeplerinden biriydi. İshal, ‘vücuttan sıvı çıkışını, vücuda sıvı girişini durdurarak’, yani hastalığı taşıyan kişiye su içirilmeyerek önlenmeye çalışılıyor, ancak bu yanlış tedavi yöntemi nedeniyle, milyonlarca çocuk hayatını kaybediyordu. Oysa ishalin ölümcül olmasının nedeni, vücutta yarattığı su kaybı olduğundan, doğru tedavi, yukarıdaki uygulamanın aksine, ishalle vücudun kaybettiği sıvının yerine konması olmalıydı. Nitekim 1940’lı yıllarda literatüre giren ve birkaç mineral ve tuzdan oluşan sulu karışım, hayat kurtaran sihirli bir formüle dönüştü. Gelişmiş ülkeler bu yeni ama basit tedavi yöntemiyle, ishali bir ölüm nedeni olmaktan çıkardı. Ama gelişmemiş ve hatta ‘gelişmekte olan’ diye tanımlanan ülkelerde sorun çok daha uzun yıllar boyunca devam etti. BM, 1980’li yıllarda dünyanın pek çok bölgesinde ‘ishali, vücuda su girişini önleyerek’ çözme yöntemini ortadan kaldırmak için önlemler almak durumunda kaldı.
Bu kriz ortamında, gelirlerin satın alma gücünü tamir etmemek, ishal olan bir çocuğa, su içirmemekten farklı değil. Ve umarım 21’inci yüzyılın başında hala ishalle doğru şekilde mücadele etmeyi başaramayan ülkeler misali, ekonomik krizleri halkın gelirini budayarak aşmayı planlayan ‘az gelişmiş’ ekonomi yöntemlerinde ısrarcı olmaya devam etmeyiz.
Sağ ve sol elitlerin ülkeyi yönettiği, emekçi kesimin mecliste temsil edilmediği ve sorunlarının geri planda kaldığı bir dönemden geçiyoruz. Ve bu dönemde sendikalara her zamankinden daha büyük sorumluluk ve görev düşüyor. Kamudaki maaş artışı sadece kamu çalışanların maaşlarını belirlemeyecek, özel sektörde çalışanların maaşlarını da belirleyecek. Bu yüzden de bu dönemde, her iki sektör çalışanlarının, birbirlerinin seslerini her zamankinden daha çok duymaları gerekiyor.