Kaynak:KHA
Çeviri: Gazedda
Sizin Crans Montana’daki ‘kollektif başarısızlık’ açıklamanız ile başlamama izi verin. BM’de dahil herkes mi sorumlu? Çünkü siz hazırlıksız olmakla eleştirilmiştiniz.
Kolektif başarısızlık derken orada bulunan herkesin buna dahil olduğunu söylemek zorundayım. Eğer bir şey başarısız olmuşsa herkesin kaçmak ve benim dışımdaki herkes hata yaptı demek demektense, daha iyi olması için ben ne yapabilirim diye düşünmesi gerekmektedir. Şunu söylemek zorundayım ki, ben kendimi çok iyi hazırlanmış hissediyordum. Pek çok ikili görüşme yaptık, garantörler arasında mekik dokuyarak güvenlik ve garantiler konusunda somut fikirler geliştirdik ve şunu söyleyebilirim ki en başından beri garanti anlaşmasının ve müdahale hakkının sona ermesi gerektiği kanısındaydım. Modern egemen bir devlette böyle bir şeye yer yoktur.
Askerler konusu ise farklı. Kıbrıs’ta olan bazı ordular 1960 ittifak anlaşmasına dayanarak bulunuyor. Bu Kıbrıs ve bazı komşu ülkeler arasında bir savunma ittifakı fikriydi. Bu aslında oldukça normal. Pek çok ülke diğer ülkelerle savunma ortaklığına sahipler. Buna sahip olabilirsiniz de olmayabilirsiniz de. Bu sizin askeri varlık isteyip istememe tercihiniz. Fakat 1974’te, müdahale hakkını kullanarak gelen ordular, ki bunun kendisi elbette tartışmaya açıktır, çözüm sonrası durumda garanti edilmez çünkü Türklerin argümanında, ki bu argümanı Kıbrıslırumlar kabul etmiyor, bu ordular anayasal düzenin yeniden sağlanması için gelmişti. Eğer bir çözüm varsa gerçek bir anayasal düzen olacağından dolayı bu argüman gitmiştir.
Fikir bir güvenlik konsepti oluşturmak ve askerlerin sayısında hızlı bir düşüşle İttifak anlaşmasındaki seviyeye ve amaca geri dönmekti, ki onu da yeniden isimlendirebilirdik. Örneğin dostluk anlaşması olabilir ve sınırlı sayıda askere, belirli bir süreliğine ve içeriden tamamen bağımsız, bir diğer değişle iç işlerine yönelik hiçbir rolü olmayan bir şekilde sahip olunabilir.
Sizin dördüncü destek olarak adlandırdığınız…
Kesinlikle. Ben bunun, Kıbrıslırumların temel kaygılarından biri olan modern bir devletin başka devletlere tek yanlı müdahale hakkı tanıyamayacağına dair endişelerini giderdiğini düşünüyorum. Eğer askerler kalacaksa bile, bir süreliğine bile olsa, karşılıklı anlaşılmış bir savunma anlaşması mantığında çerçevelenmiş olmaları gerekecekti, bir diğer değişle İttifak anlaşmasının ilk başta düşünüldüğü gibi.
Sonuca ulaşmak için, yine de, başka bir soruyu yanıtlamamız gerekmektedir, o da Kıbrıslıtürklerin kaygısı olan: Türk askeri olmadan nasıl güvende hissedebiliriz? Ya her şey yeniden 1963 ve 1974’de olduğu gibi çok yanlış biterse? Daha sonra, uygulamanın en azından tüm uygulama yönleriyle tamamlanıncaya kadar geçen süre boyunca uluslararası izleme mekanizmalara sahip olsaydık, garanti sisteminin kurulması gereğini ortadan kaldırabilirdik. Çünkü şimdi bir çeşit BM gözlem mekanizması altında olacaktınız. Bu mekanizma, iç unsurlarla birleştiğinde -anayasal düzen, federal ve kurucu devletlerin siyasal eşitliği ve iç güvenlik mekanizmalarına saygı – bir ülkenin federal, eyalet ve yerel polisle vs.. ile yaptığı şeyleri yerine getirmeyi vaat ederdi.
Bunun sonucu güvenlik sisteminde temel bir değişikliği beraberinde getirebilirdi fakat halen Kıbrıslıtürklerin kaygılarından bazılarını giderebilmiş olurduk. En enteresan olan, ki bizler için öğretici bir tecrüeydi de, Mont Pelerin’deki ikinci oturumda olmuştu, Kıbrıslıtürklerin ve Kıbrıslırumların kaygılarının farklı seviyelerde olduğu ortaya çıkmıştı. Kıbrıslıtürkler, 1960’lara yönelik tarih okumalarının mirasıyla, hayatlarından ve mallarından kaygılandıkları gi bi kimliksel, toplumsal kaygıya da sahipler. Yani toplumun kaygı seviyesi bu yönde. Kıbrıslırumlar’ın kaygıları daha çok devletin güvenliği ve başka bir ülkenin müdahale riski olmadan egemen devleti nasıl garanti ederiz yönündeydi. Her iki tarafın kaygıları da tamamen adildir ve birbirine zıt değildir. Her iki kaygı da ayni şekilde giderilebilir. Ülkelerin müdahale haklarını ortadan kaldırırsınız ancak anlaşmanın uygulanacağını ve kimsenin devletle birlikte kaçmayacağını garanti eden uluslar arası bir sistem bulundurursunuz.
Duyduğum kadarıyla son olarak bu soruya gelindi ve Genel Sekreter Konferansı kapattı. Genel Sekreter, Türk Dışişleri Bakanı’nın kendisine anlaşmanın ilk günü itibariyle garanti sistemi kalksın demesini yanlış mı anladı? Olay böyle mi gelişti?
İçeriği gizli olan konuşmaları sizlere anlatmam kolay değil. Bazı şeyleri gizli tutmak zorundayım. Size tek söyleyebileceğin Genel Sekreter’in hiçbirşeyi yanlış anlamadığıdır. Aynı toplantıdaydık ve herşey oldukça açıktı. Birçok farklı iki taraflı görüşmeden bizim gördüğümüz şey; o akşam, garantilerin de kalkması dahil bir çok unsuru içeren bütünlüklü bir pakete ulaşabilmemizin mümkün olduğu idi.
Eğer bu paket yazılı olarak sunulmamışsa üzerinde nasıl uzlaşılabilirdi ki?
Bütün delegelerin başkanlarının anlaşması halinde bizim tarafımızdan yazılı hale getirilecekti. Aslında bu, bu gibi müzakerelerde izlenen normal bir prosedürdür. Taraflar yazılı önerilerini yapmışlar, buna ek olarak bazı hassasiyetlerini sözlü olarak Genel Sekretere bildirmişlerdi. Genel Sekreter tüm tarafların limitlerini ölçüyordu. Taraflara ne istediklerini, kırmızı çizgilerinin ne olduğunu ve ne derece esneyebileceklerini sordu.
Genel Sekreter “ Çavuşoğlu’nun söylediğinden anladığım bu, Anastasiadis’in söylediğinden anladığım bu, vs,.. ” diye sıralamış ve bunun üzerine Kotzias ve Anastasiadis Çavuşoğlu’na “Gerçekten bunu mu söyledin” diye sormuş ve ve Çavuşoğlu’nun cevabı “hayır” olmuş. Bunu nasıl açıklarsınız?
Aslında tam olarak bu şekilde olmadı. O akşam yemeğine yönelik bazı şeyler ileri süren yazılar okudum ve bunların yanlış olduğunu söylemeliyim. Şunu belirtmeme izin verin: Yüksek hassasiyet içeren konularda Genel Sekreter, ben ve takım arkadaşlarım birçok karşılıklı görüşmede Türkiye de dahil tarafların görüşlerinin sınırlarını test edip, diğer tarafların da kabul edebileceği bir sonuç paketine ulaşıp ulaşamayacağımızı görmeye çalışıyorduk. Yani Genel Sekreter’in o yemekte söylediği herşey, süreç boyunca tüm bu konuşmaların zeminindeydi ve de yanlış değildi.
Bunu en genel hatlarıyla anlatmama izin verin çünkü benim için anlatmak daha kolay olacak. Bu gibi toplantıların bir tarafı “Bu benim pozisyonum; o, ötekinin pozisyonu ve bunlar uyuşmuyor.” diyebilir. Oysa bir arabulucu ise “Sen bu noktaya biraz yaklaşırsan, karşı taraf da öbür noktaya yaklaşacak, böylelikle belki karşılıklı kabuledilebilir birşey bulabiliriz” der. Bu elbette sözlü bir iletişim halinde geçer ve Genel Sekreter tüm bunların sonunda “benim bu tablodan anladığım budur”diyebilir. Sonra bu yazıya dökülür. Zorlu müzakerelerde işler bazen böyle yürür. Herşey kağıda dökülmeyebilir.
Birçok etkeni gözününde bulundurarak resmin tamamına baktığımda, benim hem o günlerdeki, hem de bugün kesin kanaatim garanti sisteminin sonlanacağını görmekti. Hala daha kesin olarak söyleyemediğimiz şey, askeri varlığın ömrü konusunda kesin bir cevaptı. Askerin azaltılacağı açıktı, askerin eski seviyeye azaltılacağı da açıktı. Ama askeri varlığın sürekli mi kalacağı, yoksa yavaş yavaş sonlandırılacağı mı konusunda son bir uzlaşmaya henüz varamamıştık.
Yani garantiler konusunda önemli bir açılıma doğru gidiyorduk ama ordular konusu hala daha önümüzdeydi. Daha açık olmama izin verin: Askerin azaltılması sonucunda asker sayısının çok az kalacağına dair bir uzlaşı vardı ama ne kadar süre kalacaklarına dair henüz bir uzlaşı yoktu.
“İlerleme var” dediniz, ama “garantisiz” bir noktaya henüz ulaşamadık.
Bu o gece tamamlanabilirdi. Bu çok açık.
Peki neden Genel Sekreter devam etmedi?
Genel Sekreter o gece odadaki ruh halini ve nereye gidebileceğini gördükten sonar bu kararı verdi.
Güvenlik Konseyi toplantısında da uzunca anlattım. Farklı taraflar farklı unsurlar üzerine odaklanmıştı. Kıbrıslı Türkler siyasi eşitlik ile ilgili konulara, Kıbrıslı Rumlar da güvenlik ile ilgili konulara oldukça odaklanmıştı. Bu her iki taraf için de anlaşılabilirdir. Yeni bir güvenlik rejimi ancak bütünlüklü bir paketin bir parçası olarak sağlanabilir. Bütünlüklü bir sistemden ayrı bir şekilde kendi hayatını sürdüremez. Sıralı bir şekilde önce güvenlik, sonra mülkiyet, sonra yönetimi görüşemezsiniz. Bu son kritik anda ise, bir tarafın kendi için en önemli unsuru elde ederken, karşı tarafın da onun için önemli olan unsuru elde etmesine yardımcı olarak, bir paketin oluşması ile uzlaşıya varılabilir.
İşte biz buna odaklanmıştık, ama şunu da söylemeliyim ki Kıbrıs Rum tarafından, Sn. Anastasiadis’ten de iç konularda bazı çok önemli ve çok yapıcı açılımlar gelmişti. Tabi ki bunlar başka gelişmelerin kapsamında veya onlara bağlı olarak sunulmuştu. Bunlar tek başına öneriler değildi, Kabul edilebilir bir şekilde başka yakınlaşmalara karşılık ortaya konulmuştu. Aslında bu tam da bizim yapmaya çalıştığımızdı. Genel Sekreter sürekli “Son kartlarınız nelerdir? Biraz daha ilerleyebilir misiniz?” diye soruyordu ve taraflar da “evet, karşı taraf da ilerlerse ilerleriz” diyordu.
Çavuşoğlu, Garanti Anlaşmasının 15 yılda sonlandırılmasını önermedi mi?
Türkiye’nin resmi pozisyonu garntilerin birkaç yıl sonra kaldırılmasıydı. Bu da zaten herkes tarafından biliniyor. Bunun da ötesinde, Genel Sekreter de ben de, tarafların esnekliğini ölçtüğümüzde aslında “askeri müdahele hakkı’nın” hemen kalkması noktasında tarafları uzlaştırabileceğimizi anlamıştık- tabi ki diğer konularda uzlaşıldığı takdirde. Dahası bu Genel Sekreter’in uzlaşı önerisi olmalıydı, herhangi bir tarafın değil. Konferans Boyunca Genel Sekreter de, ben de, Genel Sekreter Yardımcısı Feltmann da müdahele hakkı kalkmadan bir uzlaşının mümkün olmadığını anlamıştık. Ve bu süreç içerisinde herkes tarafından anlaşılmıştı.
Peki madem bu kadar yaklaşmıştınız, neden devam etmediniz veya bir soğuma periyodu gibi birşey önermediniz?
BM’ye kalsa ertesi sabah devam edebilirdik. Ama bütün tarafların devam etmesine ihtiyacımız vardı ve hislerime göre şimdi konu bu değil. Önümüzdeki hafta liderlerle görüşmemde daha fazlasını bulmayı umuyorum.
Herhangi bir taraftan “Artık konuşmak istemiyorum” cümlesini duydunuz mu?
Son söz Genel Sekreter’den geldi. Saat 2:30’a yaklaşıyordu. Çok uzun bir geceydi. Genel sekreter o akşam duyduklarından sonra, kendi belirlediği formatta konferansın devam etmesinin bir olasılığı olmadığını söyledi. Tarafları hemfikir olup olmadıklarını sordu, ve onlar da hemfikirdi. Çok özel bir akşamdı. Size söyleyebileceğim, herkesin bu işin bir yere gitmeyeceğini anlamış olduğuydu.karşılıklı güvenin bozulduğu çok açıktı… Atmosfer, uslüp, tarafların birbirleri hakkında ve birbirleriyle konuşma şekli, yurtlarını birleştirmek üzere olan insanlarmış gibi duyulmuyordu.
Kendi ülkenizde seçimlerde aday olduğunuz ve görevinizi 11 Eylül’den evvel bırakacağınız bir sır değil. Ve gidip taraflara hoşçakal diyeceksiniz.
Evet, tabii ki diyeceğim.
Bu ziyaretlerde tarafların konuya ilişkin algısını tahlil edip Genel Sekretere bildirecek misiniz, yoksa bu sadece bir hoşçakal ziyareti mi olacak?
Crans Montana’nın tozu dumanı oturmuşken izlenimlerimi Genel Sekreterle paylaşmak üzere tarafların düşüncelerini, bundan sonra ne yapmak isteyeceklerini duymak çok isterim. Çünkü bu pozisyonda son görevim takımımla birlikte Genel Sekreterin bu görüşmelerin tarihi üzerine raporunu hazırlamak olacak. Hatırlamak gerekir ki Sayın Anastasiades and Sayın Akıncı bu süreci daha önce görüldüğünden çok öteye taşımıştırlar. Gerçek anlamıyla binlerce sayfa dolusu belge, notlar ve girdiler var; yüzler ve yüzlerce saatlik toplantılarda ne olduğuna dair bir kuyu dolusu bilgi var. Birilerinin bunları değerlendirmesi gerekli. Sanıyorum ki taraflar da bunu yapacaktır, ama biz BM olarak kesinlikle bunu yapacağız. Yine, konferansın üzücü neticelenmesine rağmen iki lider ve müzakere ekipleri ve bu gerçekten liderler önderliğindeki süreçte başardıkları herşey karşısında hayran kaldığımı yine de söylemeliyim.
Kitap en çok satanlar listesinde yerini almak üzere ne zaman çıkacak?
(Gülüyor) … Bitirdiğimiz zaman! Hemen şimdi başlıyoruz …
Bu görev sürenizi aşabilir mi?
Benim niyetim görevdeyken bunu tamamlamaktır. Epey yakın bir gelecekten bahsediyoruz.
Suçlama oyunuyla ilgili endişelisiniz…
Oldukça. Sağlıklı olmadığını düşünüyorum, ve dahası karmaşık konuları banallaştırıyor. Söylemeliyim ki, Akıncı-Anastasiades müzakereleri Mayıs 2015’te başladığında bir buçuk yıl boyunca liderler seviyesinde neredeyse hiç suçlama oyunu oynanmadı. İki tarafta da politik çevrelerdeki bazı kişiler her kriz anında diğer herkesi suçluyorlar tabii, fakat liderler bundan kaçınıyordu. Ama geçen kış bir noktada bu değişti, ve birbirinin niyetini sorgulayan açıklamalar görmeye başladık, ve bu andan itibaren bunun gittikçe zorlaştığını hissettim. Kıbrıs’ta bazen çok iyimser olduğum için suçlandım. Belki de öyleydim! Yarı senedir iyimser olmadım -açıkcası -ve 2017 yılında benden iyimser bir açıklama bulamazsınız. Fakat halen bu imaja sahibim.
Peki, tamam -bunu söylemek için iyi bir zaman -şimdi söylemek istiyorum ki iki ana nedenle iyimserdim: birincisi tüm bu problemlerin gayet çözülebilir olduğunu gördüm, ama daha önemlisi, çünkü uzunca bir süre liderlerde kararlılık, liderlik ve başarabilmek için irade gördüm. Vatandaşlık konusunu çözdük, bu büyük bir konuydu. İç özgürlükleri meselelerini çözdük, normal bir federal devletin alt yapısını kurduk. Ve dahaları. Çok önemli konuları çözdük, sonra benim nispeten küçük olarak gördüğüm bir konuda takıldık. Ama geçen Ağustosun sonlarına doğru bir noktada bir şeyler oldu, nedenini tarihçiler bulacak. Her neyse, bir noktada iklim ve güven ciddi anlamda zedelendi. Sadece liderler seviyesindeki güvenden bahsetmiyorum, iki toplum arasındaki güven ve anlayış değişmeye başladı. Belki bu momentum kaybı yaşanmasından ötürüydü. Bu süreçler zamanla kısıtlıdır, zaman eğer iyi kullanılmazsa kaybedilebilir.
Kıbrıs Parlamentosunun Enosis üzerine kararı ertesinde çok zaman kaybedildi, ötesi diğer konular üzerine daha da zaman kaybedildi, taa ki seçimlerin bir kaç ay uzakta olduğu sona ulaşalım. Tamamlayabilmek için çok da zaman yoktu zaten. Yani, büyük ihtimalle de bu nedenle hazır olmadığınız yönünde suçlamalar aldınız. Karmaşık şeylerden bahsediyoruz, 1955 Viyena Antlaşması, ve Rus askerinin Almanyadan çekilmesi antlaşması… v.b. gibi. Crans Montana’da dahi zaman kaybedildi ve net müzakere zamanı sınırlıydı.
Çok güzel bir soru fakat temel dayanağına tam olarak katılmıyorum. Mülkiyet rejimi, mesela, aşırı şekilde karmaşıktır. Genel bir antlaşmanız olsa dahi bunu yazmak aylar sürecektir. Uluslararası antlaşmalar konusunda siyasi açıdan aşırı zorluklarla karşılaşılsa dahi hukuki tadilatları yapmak nispeten kolaydır. Taraflar yeni bir içerikte anlaştığı müddetçe, teknik olarak, değişiklikler edilmesi zor değildir. Temel olarak, bir antlaşmanın fesih olunması diğerininse tadil edilmesini istiyorduk. İyi avukatlarla bu abartısız bir kaç gün içerisinde yapılabilecek bir şeydir. Yürürlükte olan antlaşmalara bakarsanız, aslında çok kısadırlar; her biri bir kaç paragraf, neticede fesih olunacak olan dahil.
Yine de, tüm bu söylenenlere rağmen, dağdan aşağıya tam bir anlaşmayla inmeyi beklemiyorduk. Ümit ettiğimiz ve amaçladığımız altı stratejik konuda stratejik ilerlemelere varmaktı. Şöyle ki;
- İttifak Antlaşmalarını bir uygulama mekanizmasıyla nasıl değişebiliriz?
- Askerlerle ilgili ne yapacağız?
- Dönüşümlü başkanlık olacak mı ve çapraz oylama ile birlikte mi olacak ve benzeri konular
- Toprak konusunda ‘özel bir yer’e ne olacak?
- Mülk rejimine ne olacak? Toprak ayarlamaları kapsamına giren ve bu kapsama girmeyen alanlarda iki farklı rejim uygulamak mümkün olabilir mi?
- Türk vatandaşlarının eşit veya özel muamele görmesi sorusuyla ilgili ne yapabiliriz?
Eğer bu sorulara cevap verebilmiş olsaydık geri dönüşü olmayan bir noktaya taşınmış olacaktık. Hale daha antlaşmayı yazmamız gerekecekti, uzlaşının tüm elementlerini, ama unutmayın, yüzlerce sayfa halihazırda bitmişti. İş noksanlığı yoktu. Bizim tarafımızda mükemmel bir takımımız vardı, ama Andreas Mavroyiannis ve Özdil Nami ve halihazırda işin çoğunu yapmış olan avukatlar ve diğer tecrübeli insanlardan oluşan ekiplerini ne kadar methetsem azdır. Crans Montanada başarı sağlamış olsaydı ne olurdu? Eğer ki sağlanmış olsaydı bir avukatlar ekibi kurulup onlara: işte politik anlaşma, bunu bir Anayasaya çevirin; işte mülk uzlaşısı bunu yasa olarak yazın denecekti.
Evet, biraz vakit alacak, fakat fikir zaten bu vakti harcamaktı.
Ocak 2016’da, iki lider arasında anayasa üzerinde çalışmalara başlamak için bir uzlaşı gerçekleşmişti. Her ikisi de anayasanın yazabileceğimiz kısımlarını yazmaya başlamak üzere en iyi avukatlarını görevlendirecekleri sözünü vermişti çünkü ortada varılan uzlaşılar vardı ve eninde sonunda bunlar yazılacaktı. Bu çalışma hiçbir zaman başlamadı.
Ekonomi ve bankalar da hiçbir zaman başlamadı.
Ben güvenlikkonseyini halen bankacılık kalite değerlendirmesi (AQR, kuzeydeki bankaların kalite kontrolü) için beklediğimiz konusunda bilgilendirdim. Hiçbir zaman başlamadı.
Ekonomide ilginç bir şekilde, tüm başlık neredeyse tamamen uzlaşılmş ancak uygulama çalışması yapılmamıştı.
Söylemek istediğimi bir örnekle devam ederek söylemek istiyorum, bizler hepimiz neyi farklı yapmalıydık sorusuna bakmalıyız fakat bizim hazırlıksız olduğumuz fikri biraz paradoksal. Ben buraya geldiğimden beri duyduğum cümle bu sürecin liderlerin süreci olduğu ve kendilerinin liderliğinde ilerlediğidir ki bizler sadece buna yardımcı oluyoruz. Ben buna tamamen katılıyorm. Eğer hazırlıksız olan biri varsaydı, bu belki de yetkili olanlardı, onlara yardımcı olanlar değil.
Ocak ayından beridir, metodolojinin bazı konuların pakete alınması şeklinde değiştirilmesinde ısrar ediyorsunuz.
Ocak’tan beri, 11’inde çok başarılı bir harita çalışması gerçekleştirdik ki bu da beşinci başlıkta iyi (ilerlemiş) olduğumuz anlamına geliyodu ve 12’sinde konferansı güvenlik ve garantilere odaklanarak açtık – ulaştığımız sonuç geriye kalan ‘tamam veya devam’ konularının az olduğu ancak büyük konular olduğu sonucuydu, sadece al-ver şeklinde çözülebileceklerdi.
Başkanlık konusu örneğin, birisi ‘tamam, dönüşümlü başkanlığı alabilirsin, ben ne alıyorum onu görelim’ demedikçe güneşli bir günde öylece gerçekleşmeyecek. Bunu bir paket içerisinde görmeye ihtiyaç vardı. O dönem, paket yaklaşımı kabul edilmemişti, buna yönelik bazı korku ve itirazlar vardı ancak Crans Montana’ya gider gitmez bu, oyunun adı olmuştu ve genel sekreter de gelir gelmez benim ocaktan beri söylemekte olduğum bunun ancak bir paket yaklaşımıyla işleyebileceğini söylemek oldu. Ve genel sekreter, iyi bir hazırlıktan sonra,6 konunun ‘tamam veya devam’konuları olarak belirlendiğini söyledi. Herkes bunlarda hemfikirdi. Bunu kaydettiler, bizler bunun için baskı yapmadık. Iki anlaşmanın ne olacağını, mülkiyet ve benzerlerini bilmemiz gerekiyordu.
Herşeyi şu an bilmemiz gerekmiyor. Bu süreçlerde, ‘bu çalışa da bilir çalışmaya da bilir’diyen iki tarafın olduğu bir aşamaya geçilir. Bu yüzden çalışmasını deneyebilir ancak çalışmadığı durumda da seçeneklerim olması hakkımı saklı tutmak zorundayım. Ve böylece benim el sıkışma olarak adlandırdığım noktaya gelinir, yani biz bunu birlikte başarabiliriz, bir devlet kurabiliriz; yeni devletin koşullarını yaratabiliriz, federal Kıbrıs’I kurabiliriz.
Ayrıca köprü fikirlerin ortaya atılması ile ilgili tartışmalar da yapılmıştı. Bu genel sekreterin de yaptığı, değil miydi?
Aslında, biz herhangi bir köprü kurucu fikirler ortaya koymadık. Bunu yapmak yerine, bir veya birden fazla katılımcıdan duyduklarımızı sıraladık ve herkesi yakınlaştıracak bir orta nokta bulmaya çalıştık. Dört adımda yakınlaşma planladık, evet, ancak paketin tüm unsurları tarafların kendi sunumuydu. Genel Sekreter’in Crans-Montana’daki ana katkısı, bu altı şeyin hepsinin burada çözülebileceğini, ancak yalnızca bir paket halinde olabileceğini söylemekti. Buradaki trajedi, çözümü engelleyen şeyin nihai sonucun ne olabileceği değil, o nihai sonuca ulaşılamamasıydı. Sanırım nihai anlaşmanın neye benzeyeceğini biliyorum. Bence Nikos Anastasiades ve Mustafa Akıncı ve Sayın Çavuşoğlu ve Sayın Kotzias da nihai sonucun neye benzeyeceğini şimdiden biliyorlar; ve benim subjektif görüşüm, herkesin bu sonuçla yaşayabileceğidir. Fakat biz oraya ulaşamadık, çünkü işleri bütün haline getirecek bir şekilde sıralamakla uğraşıyorduk. Ve bu beni üzüyor.”