The Conversation yayınlanan 18 Mayıs 2017 tarihli, James Peacock’un ingilizce yazısından Gazedda için çeviren Hanife Aliefendioğlu
Eylül 2004’te Londra Tate Modern’deki Edward Hopper’in retrospektifi kapandığında 420.000’den fazla bilet satılmıştı. O güne kadar ancak Matisse ve Picasso ikili sergisi bu rakamı yakalayabilmişti. Hopper’in ölümü üzerinden 50 yıl geçti ancak onun popülaritesi bitmedi. Birçok insan üzerinde derin etki bırakan bu Hopper’daki melankoli nedir?
Sergideki galeriler arasında gezmek hem canlandırıcı hem de iç karartıcıydı. Otomat(1927)’ın canlı renkleri, Gece Yürüyüşü(1942)’nün ışık ve gölgesinin zıtlığı, keskin, davetkar ve tanıdıktı. Kutsanmış ve karanlık bakışlarla camdan bakan ya da içkilerine dalmış anonim mekanlardaki yalnız insan görüntüleri, izleyiciye insanlığın verili halinin yalnızlık olduğunu hatırlatıyor. Hopper’in çalışmalarında, kentin vızıltısı kent insanın yalnızlığına çare olmuyor aksine onu artırıyor.
22 Temmuz 1882’de doğan Hopper üretken bir sanatçı oldu. Hopper’in sanatı kentsel yalnızlığı, düşkırıklığını ve hatta ümitsizliğini anlatır. Hopper, kent resimleri ile “Amerikan Imgeleminin” önemli sanatçılarından biri kabul edilir.
20 yüzyılın dönüşen Amerikası’nda Hopper Amerikancılığa, Amerikan iyimserliğine bir karşı duruş sergiledi. Bu bakımdan onun çalışmaları 1930lar-40lardaki film noir’e veya Raymond Chandler gibi yazarların eserlerine benzetilir. Hopper gibi, film noir ve dedektif romanlarının yaratıcıları da kentleşmenin ve ekonomik eşitsizliğin olumsuz etkileri konusunda kaygılıydılar. Hopper’in kentsel vizyonunun kalbinde temel demokratik mitlerin paradoksu yatıyor. Hepimiz eşit doğduk, ancak bizi eşit yapan mutlak ve dokunulmaz eşsizliğimiz ve bireyselliğimiz. Hopper’in resimlerini yakalayan melankoli ve özleme rağmen onun popülaritesi ve etkisi halen sürrüyor.
Popüler kültürde Hopper
Hopper’ın resimleri onun çağdaşlığı ve ötesi için bir ilham kaynağıdır.
Popüler kültür ürünleri arasında Hopper birçok sanatçıyı etkiledi. Örneğin Alfred Hitchcock’un ve sonradan Bates Motel dizisine ilham kaynağı olacak 1960 yapımı Psycho filmi Hopper’in 1925 yılında çizdiği olan Tren Yolu Kenarındaki Ev eserinden esinlenmişti.
Hitchcock’un 1954 yapımı filmi, Arka Pencere’de haber fotoğrafçısı Jeffries’in “bir pencereye sıkıştırılmış dünyasını” anlatır. Odasının penceresinden Bayan Yalnız Kalpler’in “neredeyse ölümü arkadaş görecek yalnızlığını” izler. Bu filmde, Hopper’in (Gece’den kalanlar) Traces of Night window (1928) eserinin izleri görülebilir.
Nighthawks (Gece Kuşu) ise belki de Hopper’in popüler kültürde en çok referans verilen çalışması ki Tom Waits’in 1975 tarihli canlı kaydı, (Restoran’da Gece Kuşları) Nighthawks at the Diner albümünde Hopper’ın kültürel saygınlığında önemli yeri olan bu restoran Moe’nun Barı dizisinin 18. bölümde ve The Simpsons’un 8. sezonunda da işlenerek kalıcılaştırıldı.
Hopper’in sanatının akıldan çıkmayan gücü ve az görülen, dışsal ayrıntıları görmezden gelen, tamamen resmin neyi temsil ettiğini değil neyi görmezden geldiği ile tanımlanabilecek özellikli gerçekçiliğinden kaynaklanıyor. Hopper, ikonik Amerikan mekanları olan restoranları, eczaneleri, otel odalarını, petrol istasyonlarını, sinema salonlarını sanatçının içsel dünyasının, bir haleti ruhiye alanına, duygulara ve kişinin bu dünyadaki yeri hakkında düşüncelere dalmasının bir yansımasına çevirdi.
Hopper’in resimlerinin görünür yalınlığının arkasında büyük bir karmaşıklık ve derinlik var. Ayrıntıların yokluğu izleyiciyi geçmiş ve devam eden şeyleri, karakterler arasındaki ilişkileri ve karakterlerin hayatlarındaki tutku ve endişeleri spekülatif olarak tamamlamaya davet ediyor.
Belki de “röntgencilik” Hopper eleştirisinde haksız bir terim. Pencerede Gece (1928) gibi bir resmindeki gibi seyirciyi bir apartmanın zemin katında bir kadını sırtı dönük biçimde eğilmiş hali ile karşı karşıya bırakan şey röntgencilik değil de bir bağlantı ihtiyacının aktarılması, erişimin ve diğer insanlarla bağlantı kurmanın zorluğu olarak anlaşılmalıdır. Pencerede Gece kırılgan bir yalnız kadının resmi olduğu kadar ve belki de daha çok bizim (ve elbette Hopper’in) yalnızlık duygusunun resmidir.
Hopper’ı ilk etkileyenler arasında Fransız izlenimcileri var, özellikle Edgar Degas. Hopper, bu sanatçılardan çokça temsili ayrıntılara yer vermeyi değil daha çok büyüleyici bir ışık oyunu ve gören göz için duygu ve düşünce yaratımı için bir tutkuyu aldı.
Hopper için diğer bir önemli etki ise 1900’den başlayarak ona (New York Sanak Okulu) New York Scholl of Art’ta ders veren Robert Henri’dir. Hopper’ın “benim üzerimde en büyük etkisi olan öğretmen” dediği Henri, Amerikan gerçekçi ressamlarının dahil olduğu “Ashcan Okulu”ndadı. Henri de farklılıklarla dolu duygulardan arınmış New York resimleri yapmaktaydı ve 20. Yüzyıl başlarında tanınır hale geldi. Bu grupta ayrıca William Glackens, John French Sloan ve Everett Shinn de vardı.
Hopper’ın 1953 yılında Reality dergisine verdiği “Bildirgeler” den biri onun yaklaşımını açıklıyor: “Büyük sanat, sanatçının içsel yaşantısının dışsal ifadesidir ve bu içsel yaşantı sanatçının kişisel dünya vizyonu olarak ortaya çıkar”
Bundan daha fazlası Hopper’in resimlerinin ayrıca seyircinin kendi iç dünyasında bir alan yaratmasıdır.
Hopper’in resimleri birine baktığımızda gerçekten neye baktığımızı sormaya davet eder. Kendimizin, tutkularımızın rüyalarımızın ve kaygılarımızın bir yansıması mı? Yoksa tam olarak öteki olana, asla anlamayı umut etmeyeceğimize yaklaşamayacağımız mı? Bu iki şey aslında aynı şey mi?
Jackson Pollock ve Mark Rothko gibi soyut sanatçılar savaş sonrası Amerika’yı ve soykırım sonrası Amerika’yı daha cesurca ve daha duygusal olarak yakalamış olabilirler veya popüler sanatçılar Amerikan tüketim kültürü ile daha açıkça iç içe geçmiş olabilirler; fakat Hopper’in işleri hala göze görünmeye devam ediyor çünkü bu işler kimlik ve kişilerarası ilişkiler gibi temel sorunsalları irdeliyor.