Kıbrıs’ta kolayına hiç bir siyasetçi “işgale son” diyemez çünkü -varsa, yoksa- 1974’ten sonra kuzeyde oluşmuş bu sürerdurumun işbirlikçisiyiz.
Bu yüzden hep “ortada” dolanırız, arada sırada geçici “kahramanlıklarla” veya çıkışlarla kendi kendimizi tatmin etmeye çalışsak da.
Ne demiş Erdoğan “o makam benim sayemde var.” Doğru değil mi? KKTC denilen şey 1974’ün sonucu değil mi? Biz de onun memurları, milletvekilleri, şusu bususu değil miyiz? İki bölgeli Federasyon isterken arkamızı Türkiye’ye dayandırmıyor muyuz? Rum mallarının üzerinde otururken, Siyasi eşitlik isterken vesaire! Bundan dolayı da Türkiye ile olan bu asimetrik ilişkide “kesin tavır” almamız çok zor oluyor.
Çünkü biliyoruz ki, Türkiye’ye “git” dedikten sonra Rumlar bize kolayına ayrı bölge, siyasi eşitlik vesaire vermek istemeyeceklerdir. “Git” demeden de Rumları Türkiye’nin “turuva atı” olmadığımızı nasıl ikna edeceğiz? Bunlar çok zor sorular biliyorum. Fakat üzerinde durulması zamanı çoktan geldi ve geçti. Bir de çok kötü alıştık Türkiye’nin gölgesinde, Rum tarafından şunu bunu talep etmeyi.
Bu alışkanlıktan bir türlü vaz geçemiyoruz. Örneğin ille de “Dönüşümlü Başkanlık” alacayık diye, tümden kaybedeceğiz “adil” bir anlaşma yapma fırsatını. Çok geç kalmış da olabiliriz. Bu gidişle, Türkiye sayesinde “bu memleketin efendisi” olmayı beklerken, mülteci olarak sığınmak zorunda kalabiliriz bir yerlere. Barış süreçlerini sadece müzakere masası olarak gördüğümüz ve barış inşasına umursamaz kaldığımız ortada.
Bir türlü sorumluluk almadığımız, “barış söylemlerini” günlük hayata taşımadığımız ve tek taraflı yapacağımız adımlarla bile biraz olsun Rumların güvenini kazanamadığımız için ve bu tuhaf kaygan zeminde takılıp kaldığımız sürece, taraflar bizi hep “ortanın çocuğu” muamelesine tabi tutacaklardır. Arada bir “yeter” falan diyerek başımızı kaldırmaya kalkışsak bile.