Anneannemin cenaze töreninden sonra bu eve ilk kez geliyorum. Aylar sonra ilk kez. Bu evin her odasında, bahçesinde anılarım var. Anneannemin uzun bir ömür sürmesinden ötürü 1974 yılından beridir neredeyse kırk altı yıldır değişmeden muhafaza edilen bu ev, onun ölümünün ardından köklü bir tadilattan geçiyor. Bu evde artık bir akrabamız kalacak.
Covid-19’un bizi evlere kapatmasından ötürü, aylardır bu eve ayak basmamıştım. Aslında bu anı elimden geldiğince ertelemek için uğraşıp durdum, sürekli bahaneler uydurdum. Ama işte şimdi artık buradayım. Bahçede otururken “Umut, gel bak, evin yeni halini gör” diyen annemin sesine kulak veriyorum ve isteksizce de olsa yerimden kalkıyorum. Elimden gelse bugün de bir şekilde bu karşılaşmayı erteleyeceğim ama bunu kimselere izah edemeyeceğimden çaresiz evin içine doğru yürüyorum.
Mutfaktan başlayarak her odaya ağır adımlarla ilerliyorum. Bu anı gözümde büyütmemişim. Onun gidişinin ardından bu eve girmek, sandığım kadar zormuş. Tamam, anneannem artık yok ama ondan birşeyler bulmak istiyorum. Tanıdık kokular, renkler, ya da onu hatırlatan bir şeyler işte. Oysaki eve girdiğim anda bunun artık nafile bir istek olduğunu anlıyorum. Tadilattan yeni çıkmış evin duvarları, zemini yenilenirken, eskiye dair tüm izler silinmekle kalmamış, sanki bu değişiklikler anneannemin ruhunu da kovmuş evden. Ondan, dedemden, çocukluğumdan bir iz bulmaya çabalayarak arka odalara doğru yürüyorum. Her odanın hatırlattığı onlarca şey; çocukluğum, ilk gençliğim, o gamsız zamanlarda kurulan onca, çoğu gerçekleşmemiş hayal… Birdenbire gerçek, tüm acımasızlığıyla yüzüme çarpıyor. Sadece anneannemi değil, çocukluğumu, ilk gençliğimi ve o zamanların hafifliğini ve naifliğini de sonsuza dek yitirdiğimi anlıyorum.
Çocukluk, güzel bir masaldır. Yıldızlı bir gecenin altında damda yatmak, yasemin kokularını içine çekerek düş kurmak, olur olmaz her şeye gülmektir. İmkânsızın bulunmadığı, kuşların kanadına tutunarak uçabilmenin, yunusların sırtında okyanuslarda dilediğince dolaşabilmenin özgürce düşlerinin kurulduğu bir güzel coğrafyadır çocukluk. Anneannemin gidişi ve evinin başka bir eve dönüşmesiyle bu masalın izlerini kaybettiğimi ve artık bugüne dek yaşadıklarımın ağırlığını yükleneceğim bir başka döneme girdiğimi bir kez daha anlıyorum…
Anneannemin çok emeği vardır bende. Annem, ben küçükken Türkiye’de yüksek ihtisas yaptığı dönemde beni anneanneme bırakmıştı. En büyük torunuydum ve bana başka türlü bir düşkünlüğü vardı. Benim de ona. Nev-i şahsına münhasır bir kadındı anneannem. Bir melek değildi ama çok daha enteresan bir karakterdi. Hiçbir hal ve şartta kendini ezdirmedi.
Onun hem Türk hem de Rum polisine kafa tuttuğu anları aile içinde defalarca anlatıp gülmüşlüğümüz vardır. 1958 yılında annem ilkokul dördüncü sınıfı bitirmişken 23 Nisan, 19 Mayıs müsamereleri için giydiği dans kıyafetlerini kaybetmiş. Bir tanıdık anneanneme Lapta İlkokulu’nun yaz boyunca açık olduğunu, kıyafetler için çocukların okula bakmalarını önermiş. Bunun üzerine annem ve dayım okula gidip Lapta İlkokulu içindeki sahnenin yanındaki küçük kulisten dans kıyafetlerini alıp gelmişler. Kısa bir süre sonra annemlerin evine iki Türk polisi gelmiş. Sizin çocuklar okuldan birşeyler almışlar, onları aramak için içeri gireceğiz gibi birşeyler demişler. Annemin aktarmasına göre anneannem, ellerini beline dayayarak, “okul bütün yaz açıktı siz birşey yapmadınız, benim çocuklarım dans kiyafetlerini almaya geldiler de şimdi onlar mı kabahatlı oldu? Adamısanız gelin içeri” demiş. Polisler tırıs tırıs gitmişler. 1964’den sonra kocasının doğduğu Lapta’dan ayrılarak Lefkoşa’ya göçmen olarak gitmek durumunda kalmışlardı. O dönemde arada bir Lapta’ya gitmelerine izin verilirmiş ama yolda konuşlanan Rum polisleri kimi zaman Kıbrıslı Türkleri detaylı üst aramalarına maruz bırakırmış. Bir keresinde üzerini aramak isteyen bir Rum polise kafa tutmuş, “ayıp değil mi de bizi donumuza kadar arayacaksınız” diye ona çıkışmış. Ben büyürken, onun bu hallerine birçok kez tanıklık etmiştim. Kadınların ekseriyetle daha edilgen olduğu bir dönemde bile anneannem savaş koşulları ve türlü sıkıntının içinde kendi sesini kaybetmemeyi başarmıştı.
Anneannem bir yandan da hayata çok tutkuyla bağlı bir insandı. Hani eskilerin gökyüzünde düğün olsa, merdiven dayayıp o düğüne gidecek dediği türde kadınlardan…Gençliğinde “japone” kollu elbiseler giymeyi severmiş, güneş gözlüğü takarmış. Dedemin akrabaları “Bizim gelin İstanbol’dan geldi” diye dedeme takılırlarmış. Ayşeli İstanbul’dan gelmemişti halbuki. Mesarya’daki İpsillat (Sütlüce) köyünden çıkıp Lapta’ya gelin gelmişti. Güzel kıyafetler giyinmeyi, süslenmeyi, altın takılarını elaleme göstermeyi pek severdi. Ben altın takmayı sevmediğim ve onun kadar giyim kuşama meraklı olmadığım için çoğunlukla azarı işitirdim: “nedir o tenekeler gene ki taktın” derdi. Altın dışındaki bütün takılar onun nezdinde “teneke”ydi! Bir de benim bir ömür boyu “okumamı” bir türlü anlayamazdı. “A gızım yetişir artık okuduğun, biraz da süslen, gez, toz” derdi.
Geçenlerde Niyazi Kızılyürek hocayla bir programda “yurt nedir, neresidir”i tartışmıştık. Kıbrıs dışında yaşadığım on beş yıl boyunca bu soruyu düşünmek için hayli zamanım olmuştu. Yurt benim için neresiydi? Önce Türkiye’de, sonra İngiltere’de yaşarken, Kıbrıs beni ince bir sızı gibi, hatta bir gölge gibi izleyip durdu. O gittiğim yeni yerlerde bir sürü arkadaşlar edindim, çok sevdim ve sevildim ama hep kayıp bir ruh gibi hissettim kendimi. Yaklaşık on yıl önce “memlekete” döndüğüm zaman artık o içimdeki yabancılığın sona ereceğini, en nihayet bir yerlere ait olabileceğimi ummuştum. Yanılmışım. Türkiye’de ve İngiltere’de yaşarken cebelleştiğim o huzursuz ruh hali burada da yakamı bırakmadı. Bu geçen on sene bana insanın doğduğu yerde bile nasıl yersiz yurtsuz hissedebileceğini, aynı yerde doğduğu insanlarla aynı dili konuşamayacağını, bazı zor deneyimler vesilesiyle göstermiş oldu. Sonrasında nasıl oldu bilemiyorum ama bu arafta olma halinden kendime bir yurt yaratmayı becerdim. O içine doğduğum ülkenin hem içinde, hem çeperinde olma halini kabullendim.
Bu arada yurt benim için başka bir şeymiş meğer, onu da anladım. Yurt benim için annemin, anneannemin evi, ağaçları, çiçekleri, denizi, ninnileri, tekerlemeleri, anlattıkları hikâyeler, pişirdikleri güzel yemeklermiş, o renkler, kokularmış. Bunca senedir buradan uzak olduğum yıllarda yurt hasreti diye adlandırdığım o ince sızıyı yaratan, onlarla ilişkilendirdiğim her şeymiş. Yaşadığım birçok hayal kırıklığına rağmen beni buraya bağlayan şey belki biraz da bunlardır. Yoksa yurt dediğin, Benedict Anderson’un dediği gibi bir hayali cemaat. Dilin, kültürün yarattığı bir ortaklık var, muhakkak. Ancak bu zamanla inşa edilmiş ortaklık ancak hayal edilmiş bir siyasal topluluk yaratıyor. Aynı dili konuşmak, aynı kültürel kodlar içinde düşünmek her zaman orada insanın kendini “evinde” hissedeceği anlamına gelmiyor.
Anneannem ölünceye dek çiçekli bir evde yaşadı. Daha eli ayağı tutarken ön balkonu saksı çiçekleriyle doluydu. Lapta’nın havası, suyu çiçeklere çok iyi geldiğinden ektiği çiçekler iştahla büyürdü. “Yerini sevdi” derdi. Limon ağaçları çiçeğe durduğu zaman, “ekşiler gelin gız gibi oldu” derdi. Ölmeden önce zamanının çoğunu evin dağı gören arkadaki güneşli odasında geçirirdi. Sürekli oturduğu koltuktan pencereye doğru baktığında rengarenk arpa çiçeklerini görürdü. Her sonbahar özenle ekerdi bu çiçekleri. Ölmeden önce anneme sonbaharda yine arpa çiçeği ekmelerini vasiyet etmiş.
Bu yıl Kalkanlı’da çıkan yangında asırlık ağaçların yanmasının ardından Mete Hatay, bir yazısında ortak bir Rum dostumuzdan bahsetmişti. Costas kapılar açıldıktan sonra babasını Kalkanlı ya da orijinal ismiyle Kapouti’ye getirmiş. Dedesi 1974’de evinin önünde öldürülmüş, evleri ise yıkılmış. Bunun üzerine babasıyla Kalkanlı’daki Anıt Zeytin ağaçlarının bulunduğu “Dematone” vadisine gitmişler. Babası, çocukluk anılarının sağanağı altında, uzun yıllardır görmediği bir akrabasıyla karşılaşmış gibi sarılmış ağaca.
Costas’ın ağaca sarılan babasıyla “bu ekşi ağaçları insana benzer, suvarmazsan insan gibi ağlarlar” diyen dedem ve ölürken çocuklarına arpa çiçeği ekmelerini vasiyet eden anneannem arasında bir ruh kardeşliği görüyorum. Kıbrıs’taki savaşın, yıkımın içinde geçen zorlu, örselenmiş hayatlar. Onca trajediye rağmen, ağaç ekerek, çiçek “dürüterek” yaşama tutunmaya, buradan bir “ev” yaratmaya çalışan bir kuşak…
Kıbrıs’ta asırlık ağaçların yanması ve anneannemin ölümünün aynı yıla denk gelmesi sadece bir tesadüften ibaret olabilir mi? Yoksa yok olan ağaçlarla birlikte yasemin çiçeklerinden kolyeler yapan, ağaç gövdelerine sarılan bir kuşağın bizi birer birer terk etmesiyle bir dönemin sonuna mı geliyoruz? Bu insanlar bizleri terk edince, güzelim zeytin, limon ağaçları birer birer kesilip yerlerine çirkin beton yapılar yükselince, memleketin her karış toprağı rant hırsına yenik düşen adalıların elinde birer hilkat garibesine dönüşünce, bencillik o cemaat ruhunu yavaş yavaş öldürünce yine burayı yurt belleyebilecek miyiz?