1917 Yılı bütün dünyanın yanıp yıkıldığı, “Büyük Savaş”ın doruk noktasına eriştiği yıldır.
Avrupa’da bir yandan dünyanın “en uygar” ulusları insanlığın yüzyıllarca iğneyle kuyu kazarak biriktirdiği değerleri cephede asker cesetleriyle birlikte toprağa gömerken, öte yandan, cephenin doğusunda Avrupa’yı 74 yıl boyunca etkisi altına alacak bir devrimin de doğum sancıları yaşanıyordu.
1917 yılı, yeni bir buluşun da yılıydı. Lanetli “Hardal gazı”nın.
Almanlar, aylardır siperlerde kilitlenen savaşı kendi lehlerine döndürmenin yönteminin, ateşli silahlar değil, topluca ölümlere yol açabilen zehirli gazlar olacağını düşünüyorlardı. Fransızların gözyaşı gazı ile başlattıkları bu “kirli” savaş yöntemini, Almanlar önce klorin gazı ile bir adım ileri taşımış ve nihayetinde hardal gazını bulmuşlardı. Gözyaşı gazı öldürücü değildi. Sadece muhatabını bir süre savaş dışı bırakıyordu. Ama hardal gazı kullanıldığı cephede tarifsiz bir insan trajedisi yaşatıyordu. Solunduğu zaman, kaslarda şiddetli bir kasılma oluşturan hardal gazı, bel kemiğinin kırılması, sinir sisteminin çökmesi, bedenin dış ve iç yüzeylerinin erimesi nedeniyle korkunç acılar içerisinde ölüme yol açıyordu.
Cephede yaralı askerlerin tedavisi ile meşgul olan Vera Brittain, savaş sonrasında yazmış olduğu kitabında şöyle diyordu: “Savaşa gitmekten bahsedenlerin, cepheye gelip hardal gazından zehirlenen askerlerin çektiği acıları görmesini dilerdim. Askerler, vücutlarını kaplamış hardal renkli kocaman kabarcıklar ve artık körleşen gözleriyle, nefes almak için mücadele veriyorlardı. Ağızlarından sadece boğuk bir fısıltı geliyordu. Boğazlarının kapandığını söylüyorlardı. Az sonra boğularak öleceklerini biliyorlardı”
Kısa bir süre sonra hardal gazını İtilaf Devletleri de üretmeyi başarmışlardı. İngilizlerin hardal gazı saldırıları sırasında geçici körlük yaşayan ve cephe gerisindeki bir hastanede savaşın bitmesini bekleyen bir de Alman onbaşı vardı. Bu onbaşı, daha sonra rütbe sıçraması yaparak bütün Alman generallerinin de hiyerarşik üstü olacak olan oldukça tanıdık bir kişiydi: Adolf Hitler. Hitler, hardal gazı ile ilgili anısını yaşamı boyunca her fırsatta anlatacaktı.
“Kimyasal” çağı, işte bu savaşta kullanılan kimyasal silahlar ile başlamıştı. Başlangıçta insanların birbirlerini “topluca” öldürmek amacıyla geliştirdikleri kimyasal yöntemler, daha sonra insanlığın başına bela olan hastalıklarla savaş amacıyla çeşitli ilaçların geliştirilmesinde de kullanılmıştı. Özellikle de sıtma ve tifüse yol açan sinek ve böceklerin yok edilmesinde. Bu sinek ve böceklerle savaşın gözdesi kimyasal bir ilaçtı. DDT, yani DichloroDiphenylTrichloroethane.
Bu kimyasallar gerçekten yalnızca zararlı sinek ve böcekleri mi öldürüyordu? Buna daha sonra karar veririz. Şimdi gelin yine 1917 yılına gidelim.
Aynı yıl, savaşın çok uzağında, sessiz sakin bir Amerikan kasabasında 10 yaşındaki Rachelbabasının elinden sımsıkı tutmuş, masmavi göğün altında parlayan bir gölün kenarında günlük gezintilerini yaparken kendisini şaşırtan bir olaya tanık olur. Vahşi bir kartal, göğün en tepesinde süzülürken, birden yere doğru dalar ve gagasına boz renkli bir tavşanı alıp hızla yeniden göğe doğru yükselir. Rachel çok mutludur. Babasına döner ve şöyle der : “Baba, gördün mü az önce şu kartal yerden tavşanı alıp gezmeye çıkardı. Ne kadar güzel değil mi?” Baba, küçük kızın saflığına güler önce; Ama yaşamın gerçeklerini de öğretme kararlılığındadır. “Bak Rachel” der. “O gördüğün kartal, küçük tavşanı gezmeye çıkarmadı. Tavşan, o kartalın öğle yemeği olacak. Doğanın kendine göre bir ahengi var. Kartal tavşanı yer, tavşan otları. Bu doğanın bir kuralıdır ve doğanın kurallarına saygılı olmak gerekir.”
Rachel, babasının söylediklerini yaşamı boyunca asla unutmayacaktır: “Doğanın kurallarına saygılı olmak gerekir”. Peki ama kim bu Rachel? Küçük Rachel, ya da tam adıyla Rachel Louise Carson, ileride bütün dünyayı sarsacak ve siyasetten felsefeye, uluslararası ilişkilerden yaşam biçimine kadar insanlık tarihine damgasını vuracak bir kitabın yazarıdır. Bu kitabın adı “Sessiz Bahar”dır (Silent Spring). Sessiz Bahar, çevreci hareketin de bir tür “miladı” olarak kabul edilir.
Rachel Carson, 27 Mayıs 1907 yılında Pensilvanya eyaletine bağlı Springdale kasabası yakınlarında küçük bir çiftlikte doğar. Daha küçük yaşlardan itibaren çiftliklerinin etrafında dolaşarak doğayı gözlemlemekten ve gördüklerini yazıya dökmekten büyük keyif alır. Yazdıklarını sıklıkla arkadaşlarıyla paylaşır. Okuduğu bütün kitaplar doğa ve okyanuslar hakkındadır. Liseden sonra Deniz Biyolojisi Laboratuvarı’nda yaz kurslarına katılır. Johns Hopkins Üniversitesi’nde zooloji ve genetik okur. Aynı üniversitede zooloji konusunda master yapar. Ardından doktoraya başlama niyetindeyse de, babasının ölümü üzerine maddi sıkıntılar yaşar ve ailesine destek olmak amacıyla ABD Balıkçılık Bürosu’nda geçici olarak iş bulur. Öngörülen bütün sınavlarda üstün başarı göstererek, Balıkçılık Bürosu tarafından tam zamanlı olarak istihdam edilen ikinci kadın deniz biyoloğu olur.
Carson’ın kariyerindeki dönüm noktalarından birisi, Simon and Schuster yayınevinin isteği üzerine yazmış olduğu ve 1941 yılında yayımlanan “Deniz Rüzgarının Altında” (Under the Sea Wind) kitabıdır. Rachel’ın ilk kitabı bilimsel çevrelerce oldukça olumlu tepkiler alır. Ancak kitabın satış rakamları tam anlamıyla hayal kırıklığı yaratır. 1951 yılında ikinci kitabını yayımlar. Kitabın adı “Etrafımızdaki Deniz”dir (The Sea Around Us). Rachel’ın ikinci kitabı müthiş bir başarı öyküsüdür. Kitap, New York Times Best Seller List’te tam 86 hafta yer alır ve 28 dile çevrilir. Kitap başlangıçtan itibaren dünyanın ve denizlerin oluşumunu anlatır. Kitapta kullandığı dil, kuru ve bilimsel bir dilden oldukça uzaktır. Üslubundaki “şiirsellik” ilgi çekicidir. İkinci kitabı ile Rachel artık gerçek bir şöhret olmuştur. Yazdıkları ve söyledikleri, bütün kamuoyunca dikkatlice izlenmekte ve ilgi uyandırmaktadır. Carson’ın “Deniz Üçlemesi” olarak adlandırılan üç eserinin sonuncusu “Denizin Kıyısı” dır (The Edge of the Sea). 1955 yılında yayınlanan bu kitabında Rachel, deniz kıyılarındaki ekosistemi ve yaşamı anlatmıştır. Rachel bu kitabıyla birlikte artık tam-zamanlı bir yazardır ve deniz biyoloğundan ziyade çevreci bir kimlikle anılmaktadır.
Rachel’ın yaşamının dönüm noktası ise aslında 1958 yılının bir Ocak günüdür.
O gün, Rachel’ın yakın bir arkadaşı, Olga Owens Huckins, The Boston Heraldgazetesine yayımlanmak üzere bir mektup gönderir. Huckins, mektubunda evinin etrafında çok sayıda kuş ölümlerine rastladığını ve bunun sivrisineklerle mücadele amacıyla havadan yapılan DDT püskürtmesi sonucunda gerçekleştiğini yazmıştır. Arkadaşı mektubun bir nüshasını Rachel’a da göndermiştir. Mektup, Rachel’ın büyük ilgisini çeker.
DDT, dönemin “mucize kimyasal”ıdır. 1950’li yıllarda oldukça yaygın olarak kullanılan DDT, 1874 yılında sentetik olarak sentez edilmiş ancak ilacın böcek öldürücü özelliği İsviçreli kimyacı Paul Muller tarafından 1930 yılında fark edilmiştir. Bu araştırmasıyla Muller 1948 yılında Nobel ödülünü kazanmıştır. DDT, 50’li yıllarda, dünya çapında hem tarım ilacı ve hem de sıtmaya karşı yaygın olarak mücadele amaçlı kullanılmaya başlanmıştır.
DDT’nin en yaygın olarak kullanıldığı ülkelerden birisi de Kıbrıs’tır. 1930’lu ve 40’lı yıllarda, yılda 10.000 vaka ile Kıbrıs dünyanın en sıtmalı yerlerinden biriydi. “Büyük Kurtarıcı” olarak anılan bir Kıbrıslının sayesinde, Kıbrıs, dünyada sıtmaya karşı başarı kazanılan ilk yer olmuştu. Bu Kıbrıslının adı, Mehmet Aziz’dir. Çocukluğundan beri yinelenen sıtma nöbetlerinden mustarip olan Aziz, birçok arkadaşı ve yakınının da bu illetten acı içinde ölümüne şahit olur. Koloni yetkilileri tarafından Sağlık Başmüfettişliğine atandıktan sonra, kendi geliştirdiği bir plana göre “her gölcük ve dereye, su emmiş zemine” DDT püskürtülmesini sağlar. İplerle uçurum yamacındaki mağaralara dahi inilip ilaçlama yapılır. Sonuç tam bir zaferdir. Adadan sıtmanın kökü kazınır. Aziz, Londra’ya davet edilir ve Kraliçe tarafından kendisine MBE ödülü verilir. DDT sayesinde sıtmaya neden olan bütün sinekler yok edilmiştir. Peki ama kuşlar? Diğer canlılar?
Rachel’ın hikayesine geri dönelim şimdi.
Rachel, arkadaşından aldığı mektup üzerine, DDT kullanılan çevrelerde araştırmalar yapar. Bu araştırmalar sonucunda korkunç bir gerçekle yüz yüze kalır: DDT yalnızca böcekleri öldürmemektedir. Diğer canlıları, kuşları ve hatta insanları da öldürmektedir. Rachel, araştırmalarını 1962 yılında bir kitapta yayınlar. “Sessiz Bahar”. Kitabın adını yüksek oranda kuş ölümleri dolayısıyla artık bahar aylarında kuş cıvıltılarının görülmemesine atfen koymuştur.
“Sessiz Bahar”,Amerikan toplumunda tarihte eşine az rastlanan yankılar yaratmıştır. İnsanlık, ilk kez hastalıklarla savaşmak üzere keşfedilen mucize kimyasalların aslında diğer canlıları da yok ettiğini ve doğanın dengesini geri dönülmez bir biçimde bozmaya muktedir olduğunu bu kitapla öğrenmiştir.
Ancak DDT ve diğer kimyasalları üreten şirketler bu kitaptan pek hoşnut olmamıştı. Tatlı karları tehdit altındaydı. Bu şirketler olağanüstü mali olanaklarıyla Rachel’a karşı topyekûn ve işbirliği halinde saldırıya geçerler. Önce Rachel’ın bilimsel itibarını kiralık bilim insanları aracılığıyla sarsmaya çalışırlar. Lobiler oluşturarak devlet yetkilileri nezdinde harekete geçerler. Televizyon, radyo ve gazeteler aracılığıyla Rachel aleyhine büyük ve etkili kampanyalar düzenlerler. Hatta daha da ileri giderek, DDT kullanılmadığı durumlarda gerçekleşecek sıtma salgınlarından ölenler olursa, Rachel’ın sorumlu olacağını yayarlar. Rachel, çok sayıda ölüm tehditleri de alır.
Ama gerçek, bir şekilde yolunu bulur ve bu savaşın sonunda Rachel galip gelir. 1972 yılında DDT’nin Amerika’da tarımsal amaçlarla kullanımı yasaklanır. Bu kimyasal, 2001 yılında imzalanan Stockholm Konvansiyonu ile bu kez bütün dünyada yasaklanır.
Ne yazık ki Rachel’ın galip geldiğini görmeye ömrü yetmemiştir. Kitabının yayınlanmasından iki yıl sonra, 1964 yılında yakalandığı göğüs kanseri nedeniyle yaşama veda etmiştir.
Geçtiğimiz yıl, kitabın yayımlanmasının 50. yıldönümüydü. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen Rachel’ın düşmanları hala tükenmemişti. Yine kimyasal üretici şirketlerin kalemşorları sahnedeydi. Hedef, yine Rachel’dı. DDT’nin sıtmaya karşı kullanılmaması dolayısıyla gerçekleşen on binlerce ölümden onu sorumlu tutuyorlardı. Oysa açıkça yalan söylüyorlardı. Rachel hiçbir zaman DDT’nin sıtmaya karşı kullanılmamasını savunmamıştı. Bir tarım ilacı olarak kullanılmasına karşıydı. Hatta Stockholm Konvansiyonu dahi doğayı geri dönülmez bir biçimde tahrip etmesine ve doğada kaybolmamasına karşın, DDT’nin sıtmaya karşı kullanılmasını tam olarak yasaklamamıştır.
Bilim namusuna sahip bilim insanları ise Rachel’a hep sahip çıktılar. Yaptıkları araştırmalarla ona destek verdiler.
“Sessiz Bahar”, bugünkü çevreci hareketlerin ilk kıvılcımını yaratmıştır. Rachel Carson ise bu çevreci hareketin “Kurucu Annesi” olarak kabul edilmektedir.
Kıbrıs’a gelince; sıtma salgınlarının kökünün kazınılması İngiliz Koloni yönetiminin Adadaki en büyük başarılarından biridir. Bu başarının gerçek sahibinin bir Kıbrıslı Türk olması da gurur kaynağımızdır. Ancak sıtmayla savaşta kullanılan yüksek oranda DDT’nin çevreye verdiği zararın boyutunu hiç bir zaman öğrenemeyeceğiz. Doğadaki kuş cıvıltılarının eksikliğinin bununla olan ilgisini de. Çünkü bu konuda ciddi pek bir araştırma yapılmamıştır.
Bir konuda eminim ama. Eğer Rachel yaşasaydı, en az DDT kadar biz Kıbrıslıları da suçlardı “kuş cıvıltılarının”giderek azalması ve baharların sessizleşmesi konusunda. DDT’nin tümüyle yapamadığını avcıların yapmasına hala izin verdiğimiz için.
Bu yazı ilk olarak 2013 yılında Poli Dergisi’nde yayınlandı.