Sevgili Derya Beyatlı Yenidüzen gazetesinde yayınlanan “1 Eylül” başlıklı yazısını “1 Eylül Dünya Barış günü yeni yaşam şeklimizin ilk günü olsun mu?” sorusuyla bitirdi. Daha doğrusu yeni bir yaşam biçimine olan ihtiyacının vurgusuyla.
Bir süredir iklim krizi ve ekolojiyle ilgili yazılar yazan Derya, bu yazısında da gezegeni kurtarabilmek, iklim değişikliğinin önüne geçebilmek için yeni bir yaşamı arzulamamız ve bunun için çabalamamız gerekliliğinden bahsediyor.
Daha önce Yeni bir yaşam mümkün mü? yazısıyla bu soruya ben de tartıştırmaya çalışmıştım.
Peki bu ihtiyacın kaç kişi farkında, ne kadar bu ihtiyacın gerekliliklerini yerine getiriyoruz veya yeni bir yaşam biçimine gerçekten de ihtiyaç duyuyor muyuz? Özellikle de Kıbrıslı Türkler olarak…
Alışkanlıkları, yerleşmiş algı kalıplarını ve davranış biçimlerini değiştirmek çok zordur. Ancak büyük alt üst oluşlar veya çöküşler karşısında kişi alışkanlıklarını ve hayat biçimini değiştirmek zorunda kalır. O da zorunda kaldığı için.
Fakat böylesine bir durum artık çok geç de sayılabilir. Açıkcası iklim değişikliği meselesinde tam da böyle bir süreç yaşıyoruz…
Yıllardır bilim insanlarının ve ekoloji aktivistlerinin uyarılarına rağmen ne hükümetler ne de toplumlar özellikle enerji politikası ve yaşam biçimleri anlamında radikal bir değişimden yana tavır alamadılar, almadılar.
Artık bilim insanları küresel ısınmayı önlemekten bahsetmiyorlar; etkisini en aza indirmekten ve sonuçları ile mücadele etmekten bahsediyorlar. Yani bununla yaşayabilmekten…
Özellikle 2035 yılında 1.5 hatta 2 derecelik ortalama küresel ısınma eşiğinin artık kaçınılmaz olarak aşılacağını ve geri dönüşü olmaya süreçler yaşanacağı ifade edilmekte.
Kısacası insanın doğa ile savaşı, bir uygarlık çöküşünü de beraberinde getiriyor. Bir yandan inşa edip medeniyetler kuran insanlık, diğer yandan yıkarak, yaşamı ve gezegeni yok ediyor. İşte ilerleme böyle bir şey…
Ve bugün 1 Eylül Dünya Barış günü… Doğa üzerindeki hakimiyetinde ve savaşında mutlak kaybeden insanların kendini avuttuğu komik günlerinden biri sadece.
*
Dünya Barış günü bugün… Aynı zamanda Kıbrıs’ın kuzeyinde avın başladığı da tarih. Ne kadar da trajik, ne kadar da yaman bir çelişki… Bugün ava gidip hayvanları katledenler veya buna ses çıkartmayanlar, Ada’da bir barışa olan ihtiyaçtan ve bunun mücadelesinden bahsetmekte.
Doğa ile, toprak ile, hayvanlar ile barışmadan, toplumların ve insanların barışabileceğini sanıyorlar… Siz bu yazıyı okurken, yüzlerce hayvan katledelicek.
Derya’nın sorusu tonlarca ağırlığı ile içime çöküyor, “1 Eylül Dünya Barış günü yeni yaşam şeklimizin ilk günü olsun mu?”
Son iki haftadır devam eden av tartışmalarında gözlemlediğim ve ben de en fazla dehşet uyandıran nokta, avın ve hayvanlar üzerindeki şiddetin normalleştirilmiş olması. Bunu geçen gün kalemimim döndüğünce anlatmaya çalıştım.
Fakat günler geçtike bu tavrın daha da büyük bir sorunun göstergesi olduğunu düşünmeye başladım: Kötülüğün sıradan hale gelmesi.
Av hayvanları olarak isimlendirilen canlılar yaşayan, beslenen ve bağımsız varlıklarını sürdüren canlılılar olarak değil, tamamen insanın arzularına, hırsına ve şiddetine tabi nesneler olarak algılanmakta, kabul görmekte.
Bu yüzden de onu yok etmeye yeltenin insan için, iyi veya kötü, canlı veya cansız, hissedebilen veya hissedemeyen gibi anlamları yoktur.
Tüm doğa ve hayvanlar onlar için birer nesnedir, egolarını tatmin edecek, üzerlerinde iktidar kurabilecek ve hatta erkeklik modellerini güçlendirecek nesnelerdir…
İşte tam da bu durum kötülüğün ne kadar da sıradanlaşabileceğini göstermekte. Bir canlıyı öldürmek, öylesine basit, umursamaz ama bir o kadar da acımasız…
Ve bunun sıradan, normal bir şeymiş gibi sunulması… Kötülüğün en sıradan hale gelmesi… Doğa üzerindeki, hayvanlar üzerindeki, gezegen üzerindeki… Av aslında insanların en büyük zayıflığı ve faniliği.
Ancak savunmasız ve kendi halinde yaşayan canlılar üzerinden bir güç ve iktidar şovu yapıldığı sanılmakta.
Doğa üzerindeki şiddet arttıkça, insanın zayıflığı da derinleşmekte…
Bugün 1 Eylül, Dünya Barış günü… Doğa ile, hayvanlar ile barışamadığımız sürece, insanlar olarak da barışamayacağız.
*
Sevgilli Derya’nın sorusuna tekrar dönelim.
Bugün yeni yaşam şeklimizin ilk günü olur mu?
Bu çok da arzu ettiğimiz gibi bir yaşam biçimi olmayacak açıkcası. Son bölümüne geldiğim “Ölmeyi Öğrenmek” isimli kitapta Amerikalı yazar Roy Scranton, iklim krizinin yol açmaya başladığı koşullarda yaşamayı öğrenmemiz gerektiğini bahsediyor. Scranton, küresel ısınmayı engelleyemediğimizi ve küresel kapitalist uygarlığın artık çökemeye başladığını belirterek şöyle yazıyor:
“Fakat insanlık olarak bu çöküşten sağ kurtulabilir ve Antroposen’in yeni dünyasına uyum sağlayabiliriz. Bunun için zayıflık ve faniliğimizle barışmalı, ortak kültür mirasımızın çeşitliliğini ve zenginliğini arttırmak için çalışmalıyız. Birey olarak ölmeyi öğrenmek, yatkınlıklarımızdan ve korkularımızdan kurtulmayı gerektirir. Uygarlık olarak ölmeyi öğrenmek ise bu yaşam biçimimizden ve dayattığı kimlik, özgürlük, başarı ve ilerleme gibi kavramlardan kurtulmayı gerektirir.”
Bugün artık uygarlık ölüyor, dolayısıla gezegen ve insan yaşamı da. Yazar bugünün en büyük sorunun artık ölmeyi öğrenmek sorunu olduğunu ifade ediyor. Aslında ölmeyi öğrenmekten kastı vazgeçmeyi öğrenmek. Egodan, benlikten, ilerlemeden, istikrardan, gelecekten, alışkanlıklardan…
Ölmeyi öğrenmek ile bir başka düşünür Frederic Jameson’un “İnsanlık dünyanın sonunu düşünebiliyor ama kapitalizmin sonunu hayal edemiyor” cümlesiyle sıkı bir ilişki de var aslında.
Bence artık ölmeyi öğrenmek, kapitalizmin sonunu düşünmekle de iligili bir şey. Çünkü gezegeni bu hale getiren tam da kapitalizmin yaygınlaştırdığı değerler, düşünce dünyası ve ilerleme anlayışı oldu. Esas vazgeçiş, tam da böylesine bir sistemden vazgeçişle olacaktır. Fakat bu sanıldığı kadar kolay da değildir. Çünkü bir sistemden bahsederken aynı zamanda onun değerlerinden de bahsetmekteyiz.
Yeni bir yaşam mümkün mü? Bu ancak ne oranda vazgeçebileceğimizle, yani ölmeyi ne oranda öğrenebileceğimizle alakalı.