Köleliğin insanlık tarihi kadar eski olduğuna dair bir inanış vardır genelde. Kıbrıs için bunun ne kadar doğru olabileceği tartışma konusu olsa da görünen o ki kölelik Kıbrıs’ta 14. yüzyıllarda yaygınlaştı. Venedik ve Cenovalıların tarımsal üretim (ve özellikle şeker kamışı üretimi) için kölelerden yüksek oranda yararlandığı hususunda genel bir inanış var gibi durmaktadır.
Köle ticaretinin önemli bir uğrak noktası olan ada, Osmanlı hakimiyeti sürecinde de bu önemini özellikle liman kentleri aracılığıyla devam ettirmiştir. Örneğin 16. Yüzyıla gelindiğinde Kıbrıs’ta köle alım satımı yapıldığı ve bu kişilerin Afrika, Kafkaslar ve Balkanlar gibi çeşitli yerlerden getirildiği bilinmektedir. Osmanlı zamanda hem Müslümanların hem de gayri-Müslimlerin köle edinebildiğine dair kanıtlar mevcut ve bu kölelerin çoğunu Afrika kökenli kadın ve erkekler oluşturmakta. Bu kadın ve erkeklerin, özellikle Sahra altından olanları, kölelikte aksi pek düşünülemeyecek şekilde zor kullanılarak Kıbrıs’a göç etmeye zorlanmışlardır. Osmanlı’nın şimdiki Türkiye kara parçası üzerinde bulunan ve satarken daha fazla para etmesinden dolayı Afrika kökenli erkek kölelerin zorla ‘hadım’ ettirilerek saraya satıldıkları da biliniyor.
Tam olarak başlangıç zamanını bilmek kolay olmasa da 14. Yüzyılda var olduğu bilinen köleliğin 16. Yüzyılda da ve hatta bundan sonraki süreçte, 1. Dünya Savaşı’nın gerçekleştiği 1900lü yıllara kadar varlığını sürdürmüştür..1890 yılına gelidiğinde Brüksel Antlaşması gereği Osmanlı’da köle ticareti resmen sona erdirildiyse de kölelik devam etmiştir. Köleliğin yasaklanması kabaca savaş sonrası dönemde ve Osmanlı’nın sona ermesiyle gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Yani bu da bizi 1920lere kadar getirir.
Bu dönemde Kıbrıs bir İngiliz kolonisi olduğundan, Kıbrıs’taki köleliğin 1878’den itibaren Kıbrıs’ın İngiliz hakimiyeti altında girmesi ve İngiltere’nin 1834’te yürürlüğe koyduğu Slavery Abolition Act (Köleliğin Sona Ermesi Yasası) nedeniyle biraz daha farklı bir yol izlediğini söyleyebiliriz. Hatta konu ile ilgili ilk tartışmaların 1878 anlaşması uyarınca Kıbrıs idari kontrolünün İngiltere’nin eline geçmesinden 3 gün sona hükümette başlamıştır. Eleştiriler adanın halen Osmanlı toprağı olmasından ötürü İngiliz hakimiyeti altındaki adada köleliğin devam ettiği üzerinedir. Her ne kadar da köleliğin var olmadığı, diğer Avrupa ülkelerindeki gibi olmadığı, az sayıda olduğu gibi konuyu bastırmaya ilişkin sebepler göstermeye yatkın İngiliz idarecileri varsaydı da, Osmanlı’nın 1890’da aldığı ve köle ticaretini sonlandıran kararı o dönemde halen köle olan kişilere bir umut kaynağı olmuş gibi görünüyor. Örneğin, bu dönemde Afrika kökenli bir kadının Sivil Şube Müdürü’ne giderek köle olduğunu söylemesi ve özgürlüğünü talep etmesi üzerine mahkeme kararı ile özgürlüğüne kavurmuştur. Kişilere başvuru üzerine özgürlüklerinin verilmesi mümkün olunca, bu dönemlerde ‘azat etme’ de sıklıkla görülmüştür diyebiliriz.
Ama işte gel gelelim köleliğin son bulması halk açısından çok da organik şekilde olmamış gibi görünmekte. Nihayetinde köleliği destekleyici bir yapıya sahip Saltanat, adada yaşayan Müslümanlara çeşitli ayrıcalıklar sağlıyordu; köle edinebilme de bunlardan biriydi. Bu Müslümalar bugünün Kıbrıslı Türkleri’nin ataları ise, kendilerini uzunca bir zaman kollamış bulunan Osmanlı’dan disiplin sahibi, kuralcı ve eşitlikçi görünen İngiliz Yönetimi’ne ve belki de daha önemlisi dinsel üstünlüklerinin son bulacağı bir idareye girmeye çok hoş bakmamış olabilirler. Pek çok Müslüman evindeki kölelerin özgürleşerek boyunduruktan kurtulmaları Müslüman halk için toplumda üstünlüklerini kaybetmeleri olarak sembolize edilmiş olabilir. Zaten köle olan ve ‘saygı hak etmeyen’ kişilerin bir anda gayri-Müslim bir idare tarafından özgürleştirilmesi dini inancı sebebiyle ayrıcalıklı konumlarını tehdit eder bir durum olarak algılanmış olabilir. Köleliğin son bulması, sembolik olarak da olsa, Müslüman halkın üstünlüğünün de son bulacağı algısını doğurmuştur diyebiliriz. Ve bunu dememin sebebi Kıbrıslı Türklerin, özellikle Afrika kökenli kişilere, ırkçı tutumlarıdır. Irkçılığın çeşitli biçimlerde devam ettiği bir toplumda hem bir neden-sonuç ilişkisi bulma dürtüm hem de kendimi sorgulamaktan alı koyamadığım bir örnekten yola çıkarak köleliğin Kıbrıs’taki sürecini ele alıyorum. Belki anlayabilirim diye.. Belki birileri bana anlatabilir diye.. Belki sorularıma bir cevap bulurum diye..
Geçen haftalarda Arap Ali Destanı adlı operayı izledim. Yoğun bir ekibin ciddi emek vererek üretmiş olduğu açık olan bu sanat eserini izlerken yer yer gurulandım bile ortaya çıkan bu üründen. Ama yine de bu gururun soru işaretlerimi bertaraf etmesine izin vermedim; veremezdim, çünkü ırkçılıktan rahatsızsam bunu bastırarak değil ancak sorgulayarak bir değişim elde edebileceğimiz düşücesindeyim.
Sorum çok basit: “(Arap) Ali neden ‘Arap’ değil?” Adına ağıt yakılan ve operaya konu olan Ali, lakabından da açıkça anlaşılacağı gibi Afrika kökenli idi. Babası Arap Mahmut’un 19. Yüzyılda Afrika’dan Kıbrıs’a geldiği söyleniyor. 19. Yüzyılın örneğin İngilizlerden önce mi yoksa sonra mı geldiği, sosyal statüsünün belirleyiciliği bakımıdan oldukça önemli. Köleliğin hala var olduğu zamanda gelmiş olsa bile sonradan özgürlüğüne kavuşmuş ve Kıbrıslı Türk bir kadınla evililiğinden olan çocuklarından biri ‘Arap Ali’ olmuştur. Dolayısıyla Ali’nin kendisi ve kardeşleri yarı Afrikalı, babası ise Afrikalı bir adamdır. Operanın hiçbir yerinde yer almaması bir yana, ne Arap Mahmut’u canlandıran kişi, ne Ali’nin kendisi ne de kız kardeşi Afrika kökenli bir görünümle resmedilmediler. Bu ‘ülkenin’ ilk yerli opera eserinde örneğin Arap Mahmut’u canlandıran kişiye makyajla yaşlı görünümü verilebiliyor da Afrika kökenli olduğunun anlaşılması için makyajdan yararlanılamıyor mu? Yoksa Arap Ali’nin ‘bizden’ olabilmesi Afrikalı olmamasına mı bağlı? İzleyicilerin koyu ten rengine sahip kişiler görünce ‘ürküp’ kaçacaklarından mı çekinildi yoksa? Daha açık sorayım, bu ülke faşist eserler mi ortaya çıkarıyor? Yoksa ırkçılığımızın esiri olunca ortaya çıkan eserler de böyle mi oluyor?
Bu ülkeye Afrika kökenli kişiler Üniversitelerimiz aracılığı ile gelmedi; bu ülkeye Afrika kökenli kişiler kölelik vasıtasıyla çok uzun zaman önce geldi. Operadaki gibi bunu ‘yok saymak’ adadaki varlıklarının çok uzun zaman önceye dayandığı gerçeğini ortadan kaldırmaz. Günümüzde ırkçılık farklı biçimlerde adadın dört bir yanında yaşanırken hem ülke olarak hem sanatçı olarak hem de vatandaş olarak buna son vermek durumundayız. Belki de hala üstünlüğümüzün son bulmasının günah keçisi olarak gördüğümüz Afrikalı bireyler, vardırlar. Arap Ali de babası Afrikalı Arap Mahmut ‘un oğlu olarak yarı Afrikalıydı. O yüzden tekrar soruyorum: “(Arap) Ali operada neden ‘Arap’ değildi?”