Değerli dostum Hüseyin Sevay, eleştirilerini “ayaküstü” yanıtlamamak gerektiğini düşündüğümden geciktirdiğim için özür dilerim. Salim kafayla; ne dediğini, itirazlarının ve çözümlerinin neler olduğunu iyice anlamak ve ona uygun bir yanıt verebilmem için bu gecikme gerekliydi.
Sevgili hocam, eleştirilerinde kullandığın “sistem içi” / “sistem dışı” kavramlarını kayda değer buldum. Bu kavrayış bizi, bu tartışma açısından ileriye taşıyabilir diye düşünüyorum.
Bu “sistem içi” / “sistem dışı” tartışmasına başlamadan önce, takdir edersin ki, “sistem” kavramı üzerinde durmamız kaçınılmazdır. “sistem” kavramında anlaşırsak, “sistem içi”/ “sistem dışı” meselesinde de anlaşmamız kolaylaşacaktır.
Evet, nedir sistem? Ve takdir edersin ki, burada Kıbrıs’ın kuzeyindeki, yani KKTC’deki sistem kastediliyor.
KKTC dediğimiz devlet yapısı nasıl bir sistem ile yönetilmektedir?
Ta başından söylemek istiyorum; ister “sahte” diyelim-isterse “sözde”, ister tanınmış olsun-isterse tanınmamış, ister legal olsun-isterse yasa dışı, ama gene de KKTC, tüm fonksiyonlarıyla var olan bir “mekanizma” olarak bir devlettir. Çünkü burjuva devlet, bir sınıf iktidarından, diktatörlüğünden başka bişey değildir.
Sorun, bu devlet mekanizmasının kime/kimlere hizmet ettiğidir. KKTC’deki devlet mekanizması işgalci Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni elinde tutan, emperyalist tekellerle (hem ekonomik ve hem de ideolojik) kader birlikteliği oluşturmuş tekelci Türk sermayesinin kontrolündedir. O, bu kontrolünü, bir yandan 1983’te devreye soktuğu KKTC Anayasası ile, bir yandan 1974’ten itibaren kurduğu ekonomik yapı ile, bir yandan aktardığı nüfusu da kullanarak oluşturduğu siyasal statüko ile, ve nihayetinde 1974’ten beri var olan fiili silahlı gücü ile gerçekleştirmektedir.
İşte, adına ne derseniz deyin, dönemsel olarak hangi şekle sokarsanız sokun KKTC’deki sistem budur. Mesela, uluslar arası alanda bu sistemi “işgal rejimi” veya “Türkiye’nin alt yönetimi” diye tanımlayanların birçoğunun, bu yapıyı sonlandırmak için kıllarını bile kıpırdatmadıkları da bir gerçektir. Daha doğrusunu söyleyeyim; ABD ve Britanya’nın başını çektiği kamp ve bunların güdümündeki BM, son tahlilde onların dediğini yapan AB gibi devlet ve kurumlar, vazgeçtim sonlandırmalarını, aksine bu yapıyı; adanın bölünmüşlüğünü, kuzeyde TC’nin varlığı ve kontrolünü devam ettirmek, hatta ileriye götürmek için gayret göstermektedirler. Yani; 48 yıldır fiilen SİSTEMİN KORUYUCULUĞUNU YAPMAKTADIRLAR.
Şimdi, “sistem içi” / “sistem dışı” meselesine tekrar dönecek olursak, sen “sistemin dışına” çıkmak için, senin deyişinle “sistemin “merkezi” Diyanellos”, yani KKTC meclisine girmemek gerektiğini savunuyorsun. Ama, hesaba katmadığın bir gerçek daha var; KKTC meclisine girmeden, hatta girilmesine karşı çıkılarak da Kıbrıs’ın kuzeyindeki sistemi savunmak mümkündür. Örneğin, DMP döneminde CTP ve TKP öyle yapmışlardı. Nasıl ki, geçtiğimiz aylarda CTP ve TDP meclise girmeyip, Erdoğan’ı “protesto” ederken bile sistemi reddetmedikleri gibi…
Dolayısıyla, sorun “Diyanellos”a girip girmemekten çok, girip ne yapacağınız veya girmeyip ne yapacağınız ile alakalıdır.
Basit bir soru: KKTC meclisine girip, o kürsüden yıkılması gereken bir meclis olduğunu savunmak mı, yoksa girmeyip de, ilelebet yaşatılması gereken bir meclis olduğunu savunmak mı? Hangisi?
Bu soruya yanıt verirken iki tane itiraz ortaya konacağının farkındayım. Birincisi; CTP ve TKP (ve bugünkü TDP) kastedilerek, “KKTC meclisine girenlerin hepsi sistemin parçası haline gelmişlerdir!” denecektir. Doğrudur! Doğrudur ama eksiktir. Çünkü, bunlar zaten “sistem dışı” parti ve siyasetler değillerdi ki! Yani, o partilerin “sistem içi”liği yeni değildir. Onların “sistem içi” partiler oluşu savundukları siyasetlerinden kaynaklanmaktadır. (Ve, ne tuhaftır ki, “boykotçularımızın” büyük çoğunluğunun siyasi temelleri de ya CTP, ya da TKP siyasetleri ile aynıdır.) CTP, ve de TKP (TDP) herhangi bir dönemde TC’nin ülkemizin işgaline karşı durmamış ve sonradan meclise girince veya hükümet olunca TC işbirlikçisi haline gelmemişlerdir. Onlar, her zaman ve son tahlilde TC’nin çıkarları ile Kıbrıs Türk halkının çıkarlarının bir ve aynı olduğunu savunmuş ve buna uygun pratikler ortaya koymuşlardır.
Dolayısıyla, “meclise giren yozlaşır” tezi doğru bir tez değildir. Bu olasılık, yani, gerçek bir sosyalistin dahi meclise girince yozlaşma olasılığı tabi ki vardır ve güçlü bir olasılıktır. Ama, olasılık mutlak olmadığı için olasılıktır. Devrimler tarihi, sadece en ağır işkencelere rağmen geri adım atmayan devrimcilere değil, aynı zamanda burjuva parlamentolarda devrimci kalmayı beceren kahramanlara da şahittir.
İkincisi; “biz, girilmemesini savunanlar ilelebet yaşatılmasını savunmuyoruz ki!” diye itiraz edileceğini biliyorum.
Tamam da, söz olarak savunmadığınız bu tezi, aslında fiiliyatta sadece savunuyor olmanızı değil, gerçekleştirmekte olduğunuzu görmüyormusunuz? Kıbrıs’taki statükonun değiştirilmesini, bu statükoyu yaratan ve yürütenlerden beklemek gerçekte statükonun devamını savunmak değil midir?
Seçim sürecinde “boykotçu” dostlara sürekli soruldu “alternatifiniz ne?” diye. Aldığımız tek cevap; “federasyon!” oldu. Kim yapacak, nasıl yapacak hep yanıtsız kalan sorular oldu. Hatta bazıları, “boykotu yapalım da, sonra düşünürüz!” mealinde yanıtladı.
Bu, aslında çaresizliğin ta kendisidir. Çaresizlikten, sorunu yaratanlara ve sürdürenlere teslim oluşun resmidir.
Halbuki, çare vardır ve çare işçilerdedir, emekçilerdedir; HALKTADIR!
Tüm toplumlar tarihinin sınıf mücadeleri tarihi olduğu gibi, tüm gelecek olan toplumsal mücadelelerin de sınıf mücadeleri olacağını görmek lazım.
Bu görülüp kavrandığında, burjuva parlamentolarının (sadece TC’nin kontrolündeki KKTC meclisinin değil, tüm burjuva parlamentolarından bahsediyorum), hem parti kadrolarının ve hem de işçi ve emekçilerin eğitilmesi ve örgütlenmesinde bir ARAÇ olarak kullanılmasının ne kadar önemli olduğu da görülüp kavranacaktır. Bu önem, kitleler ne kadar “geri” ise o kadar daha büyük olacaktır.
O nedenle, sosyalistlere maledilmeye çalışılan “meclis-Diyanellos-hayranlığı”nın ne kadar saçma bir iddia (iftira) olduğu ortadadır. Sosyalistler, sadece “Diyanellos’u değil, tüm dünya burjuva parlamentolarını tarihin çöplüğüne göndermek istdiklerini hiçbir koşul ve şartta gizlemezler.
O halde, bu iddianın gerçek nedeni nedir? Bu iddianın gerçek nedeni, bizzat iddiayı yapanların burjuva parlamento ve burjuva demokrasisi hayranlıklarıdır. Onlar, burjuva demokrasisi dışında bir demokrasi hayal dahi etmek istemezler. Onlar, burjuva parlamenter sistemi dışında bir sistem düşünemezler.
Yani ve sözün kısası, “sistem dışı”na çıkmak istemeyen aslında bu “boykotçu” dostlarımızdır. Burjuva siyasal sistem dışına çıkmak onlara göre mümkün değildir.
Halbuki biz sosyalistlere göre başka bir sistem, başka bir ekonomi ve siyaset, başka bir Kıbrıs, başka bir dünya mümkündür ve uğrunda mücadele etmeye değer!
(*) 19 Ocak 2022 tarihli Facebook postumun altına Hüseyin Sevay dostumun yaptığı bir yoruma kısa bir yanıt yazmaktı niyetim. Olmadı, beceremedim. Koskoca bir makale çıktı ortaya. Umarım, Hüseyin Sevay dostumun sorularını yanıtlayabilmişimdir.