Dünya sinema tarihinde önemli bir yeri olan, hatta Woody Allen, Alfred Hitchcock, David Lynch, Pedro Almodovar gibi yönetmenlerin baş yapıt diye nitelendirdikleri 1966 yapımı İngmar Bergman’ın “PERSONA” filminden bahsetmek istiyorum. Özellikle sadece bu film üzerinden Kıbrıs’ta yaşanan ve bugünlerde hapishanede olan Bilge Lord Kunduracı olayını film üzerinden yorumlamak istedim. Filmin konusuna girmeden önce “persona” nedir biraz değinmek isterim.
Antik Yunan’da tiyatro oyuncularının değişik rollerdeki oyunlarını sergilemek için taktıkları maskenin adı olan persona, Analitik Psikoloji öğretisinde bireyin; toplumun ve geleneklerin beklentilerine yanıt olarak taktığı mecazi maskedir. Bir başka deyişle toplumsal “rol” kavramının karşılığıdır ve kişinin gerçek kişiliği ile toplumun değer yargılarına uygun bir kişiliğin ortak paydada buluşması ile oluşan yapay bir kişiliği ifade eder.
Toplumla ilişkilerimizi düzenleyen personanın aksine, bireyin kendisiyle olan ilişkilerini düzenleyen gölge; kişinin hoşlanmadığı, bireysel bilinçaltında bastırdığı karanlık yönünü temsil eder. “Her şey zıddıyla kaimdir.” diyalektiğine istinaden kötü olmadan iyiden de bahsedilemeyeceğini söyleyen Jung, uyumlu kişilerin bu yanlarıyla yüzleşerek iyi ve kötüyü kendi içlerinde bütünleştirdiklerini; uyum sağlayamayanlarınsa Freud’un savunma mekanizmalarından birinde olduğu gibi yansıtma ile bu karanlık yönlerini başkalarında gördüklerini savunur.
İngmar Bergman’ın Persona filmi bu “Persona” ve “Gölge” arasında geçer. Orta yaşlı oyuncu olan Elisabet bir gün tiyatro sahnesinde “Electra”yı oynarken sessizleşir, repliklerini vermez, konuşmamayı tercih eder ve hastaneye kaldırılır. Electra oynarken susması önemlidir; çünkü Electra annesini öldüren bir kadının hikayesidir ve Elisabet annelik rolünü istemeyen bir bireydir.
Elisabet’e kaldırıldığı hastanede Alma adında bir hemşire verilir. Alma genç nişanlı bir kızdır, bir grup seks sırasında hamile kalmış ve kürtaj olmuştur. Elisabet sessiz kaldıkça Alma’nın hayat hikayesini dinliyoruz. Elisabeth bir kadının Personasıyken Alma ise aynı kadının Gölgesidir. Elisabet’in oğlu, Alma’nın kürtajla sonlandırdığı çocuğunun yansımadır.
Bir sahne var ki filmin içinde peşpeşe iki kez aynı sahneyi izleriz; Alma’nın repliklerini önce Elisabet’in yüzünde sonra da Alma’nın yüzünde dinleriz.
‘Anlat Elisabet. O zaman ben de anlatirim. Bir gece bir partideydi. Gec saate kadar sürdü ve kalabaliktı. Sabaha doğru gruptakilerden biri: “Elisabet, bir kadın ve aktrist olmanin bütün özellikleri sende var.” dedi. ”ama anneliğin yok.” güldün çünkü aptalca geldiğini düşündün. Ama bir süre sonra onun söylediklerini düşündüğünü fark ettin. Git gide endişelendin. Kocanın seni hamile bırakmasına izin verdin. Anne olmak istedin. Kesin olduğunu anladığında korktun. Bağlanmaktan, sorumluluktan, tiyatroyu bırakmaktan korktun. Acıdan, ölümden, vücudunun bozulmasından. Ama rolü oynadın. Mutlu genç bir anne rolü. Herkes ”çok güzel değil mi? Hiç böyle güzel olmamıştı.” dedi. Bu arada sen defalarca onu düşürmeye çalıştın. Ama başaramadın. Geri dönüş olmadığını anladığında, bebekten nefret etmeye başladın. Ve ölü doğmasını istedin. Bebeğin ölü olmasını istedin. Ölü bir bebek için dua ettin. Uzun ve zor bir doğumdu. Günlerce acı çektin. Sonunda bebek ameliyatla doğdu. Bebeğine iğrenerek baktın ve fısıldadın: ”hemen ölemez misin? Ölemez misin?” ama o yaşadı. Gece gündüz ağladı ve ondan nefret ettin. Korkmuştun, vicdanin rahatsızdı. Sonunda çocuğa bir süt anne bulundu. Hasta yatağından kalkıp tiyatroya dönebildin. Ama acı bitmemişti. Çocuk annesine karşı çok büyük bir sevgi besliyordu. Kendini korudun. Umutsuzca korudun. Bu sevgiye cevap veremeyeceğini hissediyordun…. Aranızdaki karşılaşmalar acımasız ve anlamsız oluyordu. Yapamıyorsun. Soğuk ve uzaksın. Sana bakıyor. Seni seviyor ve çok nazik. Ona seni rahat bırakmadığı için vurmak istiyorsun. Kalın ağzı ve çirkin vücuduyla iğrenç olduğunu düşünüyorsun nemli ve yakaran bakışlarıyla. İtici olduğunu düşünüyorsun ve sen korkuyorsun.”
Biri korkularıyla karşı karşıya gelmiş bir kadın, diğeri anneliği fiziksel olarak reddetmiş bir kadın. Her ikisi de toplumsal baskının ürünü; çünkü annelik çoğunluk tarafından sınırları belirlenmiş bir roldür; bu rolün dışına çıkanlar toplum tarafından “simgesel ölüme” bırakılır, dışlanılır.
Bilge Lord Kunduracı 36 yaşında bir kadın. Çocuğunu öldürmüş ve mahkeme beyanında bundan pişman olmadığını belirtmiştir. Hiçbir çocuk cinayetinin açıklanır bir tarafı yoktur elbet bizim açımızdan, çünkü her canlının yaşama hakkı vardır ve bu hakkı kimse kimsenin elinden almamalıdır.
Günümüzde annelik rolü göstermelik bir hal aldığı gerçek. Sosyal medya üzerinden bir annelik pornosu almış başını gidiyor. Özellikle doğum günü partileri fotoğraflarına bakıyorum, fotoğraflarda anne ve çocuktan çok parti yerinin şatafatını sergiliyorlar; çocuğu için “en güzelini” seçtiğini ve yaptığını bize ispat ederek toplum içinde iyi bir anne olduğunu iletmeye çalışan genç kadınlar azımsanmayacak kadar çok. Kapitalist sistem hep daha fazlasını arzu ettirtmek üzerine hepimizin gözünü para iktidar ve imajla bürütmüşken; annelik bu sistem içerisinde sadece performatik bir rol olarak, göstermelik kalmıştır.
Toplumun ve sistemin dayattığı evlilik kurumu, annelik babalık rolü hepimizin üzerinde bir baskıdır. Bu kurum ve rollerin dışında kalanlar toplum dışına itilir; evlenmeyen erkeğin cinsel yönelimi üzerine dedikodular yapılır, evlenmeyen ve yalnız yaşamaya çalışan kadına yollu diye yaftalar yapıştırılır. Toplum içinde yer edinmeye çalışan her birey toplum tarafından baskı altında yaşamaktadır.
Bilge Lord Kunduracı olayının toplum içinde infial yaratmasının en önemli nedeni toplumun bel bağladığı bu annelik rolünün ciddi sarsıntıya uğramasıdır. Aslında persona filmindeki persona ile gölgenin karşı karşıya gelişidir Bilge Lord Kunduracı olayı. Bu cinayet aslında derinlerde bir yerde toplumun neden olduğu bir cinayettir.