Günlük yaşamda “aman yahu her gün her gün ne geyeceyik, gene bugün ne bişireceyik” gibi yaşamsal dertlerimizin yanında bir de “acaba ne okusam, ne dinlesem, ne izlesem?” gibi zevk içeren dertlere de sahip canlılarız. Bir çok gazete, blog , vlog bu gibi dertlerimize çare olmaya çalışmakta, sağolsunlar ne giyeceğimize, ne dinleyeceğimize ne izleyeceğimize bu tür mecralara bakarak karar veriyoruz. Herkesin herkese tavsiyelerde bulunduğu bu çağda ben de neden tavsiyelerde bulunup insanların dertlerine biraz olsun derman olmayayım ki dedim ve her hafta o hafta izlediğim filmleri yazmaya karar verdim. Vizyondaki filmlerden çok kendi tercihlerimle izlediğim filmler hakkında birtakım övgüler ve yergilerle izleme tavsiyelerinin yanı sıra izlememe konusunda da tavsiyeler sunmayı planlıyorum.
2019’u 2018 Belçika yapımı “Girl” filmini beyaz perdede izleyerek açtım. Geçtiğimiz yıl Cannes film festivalinde en iyi ilk filmi ödülünü almasıyla merak uyandıran bu film, benim için 2019 yılına güzel bir açılış oldu. Lara, 16 yaşında cinsiyet değiştirme süreci yaşayan aynı zamanda da balerin olmak isteyen bir ergen birey. Erkek bedeniyle ülkenin en iyi bale okulunda balerin olma fırsatı yakalayabilmiş, cinsiyet değiştirme sürecinde taksici babasının desteğini sonuna kadar almış; toplum ve sistem tarafından da baskılanmamış itilmemiş. Lara’ya kendi olması için dışardan sürekli destek gelirken karakterimizin ne gibi derdi olabilir demeyin, insanların her zaman en büyük derdi kendidir ve filmimiz de tam olarak bunu anlatmaktadır. Cinsiyet toplum ilişkisinden çok beden ruh ilişkisine odaklanıyor yönetmen Lukas Dhont. Bir söylentiye göre Lukas Dhont fiziksel olarak doğru oyuncuyu bulamadığı için 2009’dan beri projesini bekletmiş. Lara için görüştüğü iyi oyuncular yeterince iyi bale yapamamış, iyi bale yapanlar da kötü oynamış ve 9 yıl sonra Victor Polster’le çekmeye karar vermiş. Victor Polster kimdir nedir bu filmden önce bilmiyorduk ama iç aksiyonu, iç çatışması yüksek, diyalogdan çok içedönük konuşmaların repliksiz sunumuyla gösterdiği muhteşem performansından sonra hep anacağımız ve bundan sonrasını hep bilmek isteyeceğimiz bir oyuncu olacak belli ki. Erkek bedeninde kendini kadın gibi hisseden bir çocuğun ön sevişme esnasında ereksiyon olduğu için sevişmeyi yarıda kesip kaçma eylemindeki acıyı anlayabileceklere tavsiyedir “Girl”.
Bu hafta izlediğim ikinci film 1986 yapımı 3. kez izlediğim ve her izlediğimde senaryosuna hayran kaldığım; “Umuuuur Umuur” diye seslenen Müjde Ar’ın sesinin bilinç altımıza işlediği; aynı zamanda yatağın altından çıkan üvey babalar sahnesiyle de korkudan altımıza işettiği Halit Refig filmi Teyzem, Ümit Ünal’ın da çekilmiş ilk senaryosu. Güzel bir Türk filmi izlemek isteyenler için biçilmiş kaftan Teyzem. Türkiye’de kadın olma durumunun 33 yıldır değişmediğini tokat gibi seyircisinin yüzüne vuruyor film. Filmin başarısı da hikayesinin hala güncelliğini koruması galiba. Tacizci üvey babayla, tacizi ve her türlü baskıyı görmezden gelen anneyle büyüyen hikayelerle dolu sabah programları. Teyzem de aslında derinlikli bir Müge Anlı hikayesi. Aile içinde sevgi alamamış Üftade’nin aile dışında da sevgiyi bulamayınca, yalnızlık sürecindeki kendi içinde yarattığı sevgi özneleriyle ilişkisini anlatan gerçekçi bir karakter filmi. Bir ara Ümit Ünal’ın yeniden çekeceği haberleri dolanıyordu, yeni “Teyzem” gelene kadar bu filmi izlemeyenler izlesin diyoruz.
Gelelim “Wildlife” filmimize. Senarist ve yönetmenimiz, daha önce “Little Miss Sunshine” filminde evin hiç konuşmayan çocuğu olarak, “There Will Be Blood” filminde de sahte peygamber olarak hatırlayacağımız oyuncu Paul Dano. Paul Dano iyi oyunculuğunun yanında iyi bir yönetmen olduğunu bu ilk filmiyle kanıtlasa da, senarist sıfatı üzerinde pek duramamış sanki. Hikaye bir aile dramı. 14 yaşındaki ergen Joe dışındaki karakterler derinliksiz, tabii bu da bir tercih olabilir, hikaye Joe’nun hikayesi çünkü. Joe babasını çok seven bir çocuk, babası işsiz kalınca dağdaki yangın söndürme işine girer, Joe’nun annesi de Joe da bu işi istemez. Joe’nun babası uzun süreli dağa gidince Joe ve annesi evde baş başa kalır. Ne oluyorsa burdan sonra oluyor, anne kendine anında yeni bir sevgili buluyor, zengin ve evli sevgilisiyle yemeğe gidiyor, sarhoş oluyor, öpüşüyor, yatıyor ve Joe bunların her birine şahit oluyor, şahit olurken seyirci olarak biz de Joe kadar etkileniyoruz durumdan. Joe’yu oynayan Ed Oxenbould muhteşem bir performans sergiliyor, hiçbir anı boş geçmiyor, her an duygusunu bize geçirmeyi sağlıyor gerçekten. Fakat anne anında nasıl ve neden bir sevgili buluyor sorusunun cevabını filmde bulamıyoruz, bulamayınca da ayakları yere basmayan bir karakter gibi duruyor. Anne ve babaların ne kadar vahşi şeyler olduğuna, ailenin bir “wildlife” yani vahşi yaşam yeri olduğuna şahit olmak isteyenler izlesin. Ed Oxenbould’un muhteşem oyunculuğu için ikinci kez izlemek istediğim bir film oldu benim için. Umarım siz annenin neden böyle davrandığına bir cevap bulabilirsiniz. Anne babası ayrı olup, vakti zamanında anne babasını birleştirmek için çaba sarf ederek büyümüş çocuklar için acımasız olabilir bu film, dikkat edin.
Aile nedeniyle dağılma parçalanma temalı başka bir filmimiz de Danimarka’dan geliyor: “Submarino”. Dogma 95 manifestosunun en iyi örneklerinden olan Şölen’in yönetmeni Thomas Vinterberg filmi. Aşırı derecede dram sevenleri sarıp sarmalayacak aşırı sert bir film. Film hayat kadını bir annenin iki çocuğunu anlatıyor. Aslında üç kardeşlerken, anne yine bir gece işe çıktığında bebek olan kardeşe diğer iki kardeş bakamayınca sabah uyandıklarında bebeğin cansız bedeniyle karşılaşırlar ve hem iki kardeş kalırlar hem de yalnızlaşırlar. Film bu iki kardeşin yıllar sonra annelerinin cenaze töreninde karşılaşmasını anlatır. Biri öfke kontrolünü kaybetmiş bir alkolik, diğeri de uyuşturucu bağımlısı ve satıcısı iyi bir baba olmaya çalışan biri olmuştur. Film, hikayesini kronolojik bir zaman çizerek anlatmıyor. Hikayenin detayları zamanı bütünlüyor. İyi film izlemek isteyenler muhakkak arama motorlarına “submarino altyazılı izle” yazıp entere bassınlar. Oslo, 31 Ağustos filminden sonra izlediğim en iyi Kuzey Avrupa filmi.
Bu hafta aile teması dışındaki tek filmimiz “Memories of Murder” filmi. İsminden de anlaşılacağı üzere bir seri katil hikayesi. 2003 Kore yapımı bu film bol ödüllü ve her ödülü fazlasıyla hak ediyor. 1986 yılında yaşanan gerçek bir olaydan yola çıkılarak yazılmış ve çekilmiş bir film. Kasabada her yağmur yağdığında kırmızı elbiseli bir kadın aynı şekilde öldürülüyor, her cinayet gecesi de radyoda çok bilinmeyen bir şarkı isteniyor. Film gerçek bir olaydan yola çıktığından ve gerçekte seri katil bulunamayıp dosya kapatıldığından filmin sonunda katili göremiyoruz. Sonunda “ama katili görmeyeceksek neden seri katil filmi izliyorum ki” diyecek olanlara izlememe tavsiyesi verebilirim. İnsanların kendi zümreleri içinde iktidar olma arzularını, iktidarı ele geçirenin fazlasıyla gaddar olabileceğini, belirsizliğin süreç içerisinde en mantıklı insanlarda bile nasıl akıl almaz eylemlerde bulunabileceğini anlamak isteyenler izlesinler…