Ülkeleri kalkınmışlık ya da gelişmişlik açısından üç grupta toplamak mümkün. Birinci grupta, Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, Fransa ve İngiltere gibi gelişmiş ülkeler var. İkinci grupta henüz ekonomik açıdan birinci gruptaki ülkeler kadar gelişmemiş ancak kalkınmanın nasıl sağlanacağını çözmüş olan ve hızla büyüyen ülkeler var. Bu grupta Çin, Hindistan ve Güney Kore gibi ülkeler örnek gösterilebilir. Üçüncü grupta ise ekonomik kalkınmanın nasıl sağlanması gerektiğini henüz çözememiş, bu yarışta geri kalmış ülkeler var. Türkiye, bu grubun örneklerinden biridir.
Türkiye her ne kadar yakın geçmişte yakaladığı hızlı büyüme nedeniyle bazı platformlarda Çin ve Hindistan gibi ülkelerle aynı ligde gösteriliyor olsa da, sürdürülebilir kalkınmanın temel gerekeni olan teknolojik gelişmişlik açısından bakıldığında, aslında yeri, yukarıda bahsettiğimiz üçüncü gruptur.
Çünkü kalkınmış ülkelerin önemli ortak paydaları, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin en yoğun geliştirildiği ve uygulandığı ülkeler olmalarıdır.
Türkiye’de ise esas olarak ucuz işgücüne dayalı bir model var. Ucuz işgücü sayesinde üretim maliyetlerini aşağıya çeken Türkiye, bu sayede bazı sektörlerde, uluslararası alanda kendine rekabet gücü yaratabiliyor. Ancak ülkede yeterli yerli sermaye birikimi olmadığından, bu üretim, mümkün olduğunca yurtdışından ucuz kredi alınarak finanse edilmeye çalışılıyor.
Yakın tarih pratiği, bu ekonomik modelle sağlanan büyümenin saman alevi gibi kısa dönemli olduğunu ve kısa dönemli büyüme dönemlerini de ağır ekonomik krizlerin takip ettiğini gösteriyor. Ve bu büyüme modeli ile sağlanan büyüme sürdürülebilir olamadığı gibi çok ciddi sosyal tahribata da neden oluyor. Türkiye, dünyada gelir dağılımının en bozuk olduğu ülkelerden bir tanesi. Artan büyümeyle beraber, fakirle zengin arasındaki gelir farkının açıldığı ve sefaletin arttığı bir düzen ortaya çıkmış. Bu gelir dağılımındaki bozulmanın yaratığı olumsuz siyasi sonuçları detaylandırmaya gerek yok sanırım. Bunları her gün hep beraber görüyor, hatta yaşıyoruz.
***
Bu girişi yaptıktan sonra, Kıbrıs’ın kuzeyine dönelim. Gündemi meşgul eden önemli konulardan bir tanesi, Türkiye ile imzalanması geciken 2019-2021 ekonomik protokolü. Ekonomik protokoller Türkiye Yardım Heyeti’nin, Kıbrıslı Türklerin öncelliklerini, Kıbrıslı Türkler adına belirlediği ve ekonomiyi yönettiği bir politika aracına dönüştü.
Bazı siyasi kesimlere göre ekonomik protokolün hiç vakit kaybetmeden imzalanması gerekiyor; ekonomik kurtuluş ancak bu programdaki ‘reformlar’ sayesinde mümkün.
Oysa ben aynı görüşte değilim.
Çünkü bu protokollerde öngörülen model, ekonomik başarısızlığı ve yarattığı sosyal tahribat, pratikte birçok kez kanıtlanmış olan Türkiye’deki ekonomik modeldir.
Ekonomik protokollere göre Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşanan sorunların kaynağında kamu kesimi ve kamu kesiminin bütçe üzerinde yarattığı baskı var. Çökmüş durumdaki altyapıya yatırım yapılmamasının nedeni olarak da kamu kesimi çalışanlarının bütçeden aldığı yüksek miktar gösteriliyor.
Türkiye’deki politika yapıcının ekonomik tercihleri dikkate alındığında, protokollerde bu tespitin yapılıyor olması şaşırtıcı değildir. Ama bu, tespitin doğru olduğu anlamını taşımaz. Ve bu yanlış tespitin altında, iki başka önemli yanlış yatar.
Birinci yanlış, devletlerin gelir ve giderleri arasındaki farkı belirleyen temel faktörün vergiler olduğunu dikkate almıyor oluşudur. Devletler sağlık, güvenlik ve eğitim gibi bazı temel hizmetleri sağlamak durumundadırlar. Bu harcamaları da vergi toplayarak finanse ederler.
Peki KKTC devleti yeterince vergi topluyor mu? Hayır. Ekonominin yarısından fazlası kayıt dışı. Yeterli vergi toplayamayınca da yapılan harcamaların bütçe içerisindeki payı, olması gerekenden çok daha fazla görünüyor.
Protokol bu kayıt dışı ekonomi konusunda ne diyor? En son yayınlanan 2016-2018 ekonomik protokolünde, kayıt dışı ekonomi konusuyla ilgili söylenenler ‘mücadele devem edecek’ şeklindeki yüzeysel ifadelerden ibaret.
Kayıt dışı ekonomi konusunda Türkiye’de de durum çok farklı değil. Türkiye için yapılan tahminler, ekonominin %30 kayıt dışı olduğunu gösteriyor.
İkinci yanlış ise protokollerin ‘maaşları’, ekonomik faaliyet içerisinde önemsiz bir ayrıntı gibi görüyor olması ve maaşların sosyal yönünü dikkate almıyor oluşudur.
Bu noktada ‘Maaş nasıl belirlenmeli?’ sorusunu cevaplamam gerekiyor.
Ekonomi biliminin kurucusu kabul edilen Adam Smith’e göre maaşların, çalışanların ihtiyaçlarını karşılamasını mümkün kılacak bir politika çerçevesinde belirlenmesi gerekiyor. Ve Smith bu ihtiyaçları, sadece insanların hayatlarına devam edebilmesini sağlayacak temel ihtiyaçlar olarak değil, aynı zamanda sosyal ihtiyaçları da kapsayacak şekilde genişleterek tanımlıyor. Ve bu sosyal ihtiyaçlar da ülkeden ülkeye değişiyor. Örneğin Adam Smith’in yaşadığı dönemin İngiltere’sinde, iş dışındaki zamanlarda bulunulan ortamlarda, insanların deri ayakkabı giymesi beklenir, giymeyenler ayıplanırdı. Bu nedenle de toplumun en düşük gelirli işçisinin maaşı dahi, bir çift deri ayakkabı almasına olanak sağlayacak miktarda olmalıydı. Fransa’da böyle bir gereklilik yoktu. O yüzden orada uygulanacak maaş politikası da İngiltere’ninkinden farklı olarak, Fransa’nın sosyal koşullarına göre belirlenmeliydi.
Türkiye’deki sosyal koşullarla Kuzey Kıbrıs’taki sosyal koşullar da birbirinden farklıdır ve her iki ülkede benzer maaş politikalarının uygulanmaya çalışılması, doğru bir yaklaşım değildir.
Üstüne üstlük, Türkiye’nin koşullarında ve Türkiye için hazırlanmış olmasına rağmen başarısız olmuş bir ekonomik modelin, Türkiye’den çok farklı bir ekonomik ve sosyal yapıya sahip Kuzey Kıbrıs’ta uygulanıp başarılı olması, fazlasıyla naif bir beklentidir.