Romantizm akımının en önemli şairlerinden kabul edilen Alman şair Johann Wolfgang von Goethe’nin ölümünden önce söylediği son sözlerinin, “ışık, daha çok ışık” olduğu iddia edilir.
Türkiye ekonomi tarihinin en büyük reel sektör krizinin yaşandığı bu dönemde, borç içinde yüzen şirketler hayatta kalma mücadelesi verirken, Goethe gibi, ışığı arıyor. Birçok şirket aradığı bu ışığa, ‘konkordato’ yoluyla ulaşmaya çalışıyor.
Konkordato, borçlarını zamanında ödeyemeyen şirketlerin iflastan önce başvurdukları bir yol. Borçlu şirketin konkordato talebi alacaklılarının üçte ikisi tarafından kabul edilirse ve ticaret mahkemeleri tarafından onaylanırsa, hiçbir alacaklı, geçici bir süre borçluya dokunamıyor. Yani borçlu şirket, konkordato yoluyla, borcunu ödemeyebilmek için zaman kazanmış oluyor. Konkordato, en fazla 2 yıl içerisinde sonuçlanmak durumda. Bu süreç sonunda şirket borcunu hala ödeyememişse, sonuç iflas.
Peki bu işe yarar mı? Ekonomik krizin her geçen gün derinleştiği bu dönemde, borcunu bugün ödeyemeyen bir şirketin, gelecek yıl ödeyebilmesi çok mümkün görünmüyor.
İşe yaramadığı gibi, mali yapısı sağlam şirketleri de olumsuz etkiliyor. Alacaklarını alamayan şirketler de domino etkisiyle, konkordato ilan eden şirketlerin listesine ekleniyor. Bu durumdan olumsuz etkilenen sadece alacaklı şirketler de değil üstelik. Alacaklarını tahsil edemeyen bankalar, yeni kredi veremiyorlar. Mali yapıları sağlam olsa da kısa vadeli krediye ihtiyacı olan şirketler de bankalardan kredi alamıyorlar. Bu da ekonomik krizi derinleştiren bir diğer faktör olarak karşımıza çıkıyor.
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun geçtiğimiz günlerde ifade ettiği şekliyle; “Piyasada gözle görülür bir yavaşlama var, para dönmüyor…”
Hisarcıklıoğlu açıklamalarının devamında, Cumhurbaşkanı’ndan, acilen önlem almasını talep ediyor.
Özel sektörün borç sorununa kapsamlı bir çözüm bulunmadığı sürece sorun sektörden sektöre sıçrayarak daha da büyüyor ve içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Sorun, taşımacılık sektörüne de sıçramış durumda. Sektörde faaliyet gösteren şirketler ardı ardına konkordato ilan ediyor. Lüks bir restoranın konkordato ilan etmesi, yaratacağı etki bakımından belki çok önemli değil ama taşımacılık sektöründe bir şirketin konkordato ilan etmesi kritik öneme sahip. Çünkü sektörde faaliyet gösteren firmaların sayısının azalması, taşımacılık maliyetlerinin artmasına, dolayısıyla fiyatların yükselmesine neden olabilecek bir gelişme.
Peki sorun nasıl çözülebilir? Aslında, Türkiye’nin bu sorunu çözecek bilgi ve tecrübeye sahip kadroları var. 2001 yılında da bugün yaşanana benzer bir durum vardı. O dönemde, bugünden farklı olarak sorun bankacılık sektöründeydi ama sorun özü itibarıyla aynı. Bankacılık sektöründeki sorunlar, sektörün yeniden yapılandırılmasıyla çözülebildi. Birçok bankaya el konulurken bazı bankaların faaliyetlerine son verildi. Bazı bankalar ise birleştirildi. Sektördeki sorunlar çözülüp bankalar sağlıklı bir yapıya kavuşmadan da ekonomide ve döviz piyasalarında dalgalanmalar durulmadı.
Benzer bir durum Amerika’da 2008 yılı krizinde yaşandı. Kriz, bankaların bilançolarında bir sürü değersiz menkul kıymetin varlığını ortaya çıkardı. Ekonomik toparlanma da ancak Amerikan Merkez Bankası’nın bu değersiz menkul kıymetleri üstlenmesiyle sağlanabildi.
Türkiye’de de bir an önce özel sektör için benzer bir operasyonun yapılması gerekiyor. Nasıl mı? Sağlıklı bir mali yapıya sahip olmayan şirketleri iflas ettirerek ya da başka şirketlerle birleştirerek. Devletin ve şirket sahiplerinin şirketlere yeni sermaye enjekte etmesi, borç ödemelerinde yardımcı olması gerekiyor.
Ancak yakın gelecekte bu tür bir operasyonun yapılacağına imkân vermiyorum. Bunun nedeni bana göre 2019 yılının Mart ayında yapılacak yerel seçim.
Ardı ardına gelen konkordato ilanları sadece batık şirketlerle değil, aynı zamanda AKP yönetimine de zaman kazandırıyor. AKP tam da seçim öncesi ne siyasi ne de ekonomik açıdan bu tür bir operasyondan yana değil. Ayrıca, bu tür bir operasyonun, büyük bir finansman gerektirdiği de ortada. Tahminler, ilk etapta 100 milyar dolarlık bir fona ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Bu büyüklükte bir finansmanı sağlayabilecek tek kurum da IMF. AKP yönetimin bu aşamada IMF’e gitmek istemediği de sanırım açık.
‘İyi de madem durum bu kadar kötü neden TL döviz karşısında değer kazanıyor?’ diye sorduğunuzu da duyar gibiyim. Finansal piyasaların bu tür olağanüstü ekonomik dönemlerde tahmin performansı pek başarılı değil. Bunun birçok örneği var. Finansal piyasa aktörleri çoğu zaman kumdan kaleler inşa ederler. Bu kumdan kaleler, bir dalgayla yıkılmakla kalmayıp, bu dalganın altında kalıp boğulanlar da çok olur. Hiç batmaz denilen finansal kurumları iflas eder. Amerika’nın en büyük yatırım bankalarından biri olan Lehman Brothers’ın 2008 kriziyle iflas edişi, bu durumun en son örneği.
Özetlemek gerekirse, Türkiye seçim sathına girmiş durumda. Bu dönemin, ekonomik sorunlara kapsamlı çözümlerin ertelenip, günü kurtaran politikaların ön plana çıktığı ve bunun bir sonucu olarak da döviz piyasalarındaki dalgalanmaların devam ettiği bir dönem olacağını tahmin ediyorum. Ama seçim sonrasında, çok büyük ihtimalle IMF’nin kapısı çalınacak.