Geçtiğimiz hafta açıklanan Nobel ekonomi ödülünü, bu yıl Paul Romer ve William Nordhaus paylaştı. Bu yılki ödülün en önemli özelliği, iki farklı alanda çalışan ekonomistlere verilmiş olması. Romer’ın çalışmaları ekonomik kalkınma üzerinde yoğunlaşırken, Nordhaus ise iklim değişikliğinin çevre üzerinde yarattığı tahribatla ilgili çalışmalar yapıyor.
Nobel Ekonomi Komitesi bu seçimiyle aslında çok önemli bir mesaj veriyor ve ekonomik kalkınmanın nasıl olması gerektiğini tanımlıyor; komite, ekonomik kalkınmanın önemi vurgulanırken, bunun aynı zamanda çevreye zarar vermeden gerçekleşmesi gerektiğini söylüyor.
Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli tarafından hazırlanan ve yine geçtiğimiz hafta açıklanan rapor, küresel ısınmanın devam etmesinin, ekolojik ve ekonomik maliyetlerinin çok ağır olacağı uyarısında bulunuyor. Rapora göre, küresel ısınmanın devam etmesi halinde susuzluk baş gösterecek, ateşli ve bulaşıcı hastalıklar artacak, hayvanlar ve bitkiler önemli ölçüde yaşam alanlarını kaybedecek. Rapor, bütün bunların da göç ve sürgünler hatta çatışmalar ve savaşlara neden olabileceği uyarısını yapıyor.
Nobel Ekonomi Komitesi’nin bu yılkı seçimiyle verdiği mesajı genelleştirmek mümkün; kalkınmanın sürdürülebilir olabilmesi için uygulanacak ekonomik politikaların ‘her şeye rağmen’ anlayışıyla değil sosyo-ekonomik ve ekolojik maliyetleri de dikkate alan bir anlayışla belirlenmesi gerekiyor. Yani fırsat eşitliği, adil gelir dağılımı, toplumsal adalet ve devletin vatandaşlarına eşit davranması gibi faktörlerin, ön planda tutulması gerekiyor.
Ve bence Türkiye şu andaki yapısıyla, sosyo-ekonomik etkenlerde yaşanan bozulmanın yaratacağı maliyetin ne kadar büyük olabileceğinin en güncel ve en güzel örneği. Örnegin Türkiye, gelir dağılımı açısından dünyanın en adaletsiz ülkelerinden bir tanesi. Ülkede uygulanan ekonomik politikaların bir sonucu olarak, ülkedeki en zengin %20’lik kesim, toplam gelirden yaklaşık %50 oranında pay alırken, en yoksul %20’lik kesimin aldığı pay sadece %5. Gelir dağılımındaki bu adaletsizliğin yarattığı olumsuzlukları, sosyal hayatın her alanında gözlemlemek mümkün. Özellikle son dönemde iyice belirginleşen siyasal anlamdaki keskin kutuplaşmanın ve toplumun bir kesiminin sürekli dile getirdiği Cumhuriyet öncesi döneme ilişkin ütopik özlemin, neredeyse kronikleşen gelir dağılımdaki adaletsizliğin yarattığı sonuçlar arasında olduğunu düşünüyorum.
Şimdi, ekonomik kalkınma konusunu ele alalım. ‘Ekonomik kalkınma nasıl sağlanır?’ sorusu makroekonominin cevap aradığı en temel sorulardan bir tanesidir, ancak buna rağmen, ekonomik tartışmalarda hep geri planda kalır. Ekonomik tartışmalar çoğu zaman, kısa vadeli, örneğin ‘bu krizden çıkmak için ne yapmak gerek?’ sorusuna yoğunlaşır. Oysa kalkınma uzun dönemli bir süreçtir. Ülkede var olan kaynaklarla daha çok üretmeyi amaçlar. Yani, kalkınmayla amaç, pastayı büyütmektir.
Peki Paul Romer’in kalkınma teorisine katkısı ne? Romer çalışmalarını, yine başka bir Nobel ödüllü ekonomist olan Robert Solow’un çalışmalarını üzerine inşa eder. Solow, ekonomik kalkınmayı belirleyen temel etkenin teknolojik gelişmeler olduğunu savunur. Bugün, dünyanın en gelişmiş ülkelerinin teknolojik açıdan en gelişmiş ülkeler olması Solow’un savını doğrular nitelikte. Ancak Solow’un teknolojik gelişmelerle neyi kastettiği net değildir. Ekonomik kalkınma için, hergün yeni bir bilgisayar icat etmek mi gerekir?
Romer’ın bu soruya cevabı, hayırdır. Romer’e göre teknolojik gelişmeyi ve dolaysıyla ekonomik kalkınmayı sağlayan fikirlerdir. Başka bir deyişle, teknolojik gelişme için önemli olan hali hazırda icat edilmiş bilgisayarı ekonomik aktivitede nasıl etkin kullandığınızdır. Eğer teknolojiyi etkin bir şekilde kullanılabilirse, kıt kaynaklar daha verimli kullanılacağından, aynı kaynaklarla daha çok üretim yapılır. Bu üretim artışı da, halka refaha artışı olarak yansır.
Şüphesiz, bu fikirleri hayata geçirebilecek vasıflı ve donamlı işgücü de olmazsa olmazdır. Bu da ancak nitelikli eğitimle mümkün olur.
Romer’ın teorisini bir örnekle açıklamaya çalışayım. Ben de, geçtiğimiz haftalarda Özlem Yüzak’ın Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan makalesinden öğrendim. Son yıllarda, Çin’de tarım üretiminde çok ciddi artışlar yaşanmış. Aynı zamanda, gübre ve zirai tarım ilaçlarının kullanımı da azaltılmış.
Peki Çin bunları nasıl başarmış? Tarım fakültelerindeki öğrencileri tarlalara ve köylere göndermiş… Bu projeyle, hem ders kitaplarında yazan yöntemlerin ve tekniklerin çiftçiye ulaşması sağlanmış, hem de öğrenciler tecrübe kazanmış.
Bu örnekten çıkardığımız sonuçları kısaca özetlemek gerekirse, Çin’de tarımda üretim artışının, Romer’in deyimiyle, bir fikir sayesinde sağlandığını görüyoruz. Bu örnek, aynı zamanda, nitelikli işgücünün önemini de ortaya koyuyor.
Romer, fikirlerin girdi maddelerinden farklı bir özelliğe sahip olduğunu da vurguluyor. Yukarıdaki örnekle devam edecek olursak, bu fikri Çin’in kullanıyor olması, Kuzey Kıbrıs’ın bunu uygulamasına engel değil.
Peki bu anlattıklarımdan Kuzey Kıbrıs için ne gibi dersler çıkarılabilir?
Yeni fikirlerin üretildiği yerler, öncelikle üniversitelerdir. Ama ‘Türk’ün batıdan alıp da dejenere etmediği hiçbir kavram yoktur’ sözünü doğrularcasına, biz üniversiteleri fikir üretilen yerler olmaktan çok, birer ticarethane olarak görüyoruz. Fikir üretimi bazında üniversitelerimizin topluma yeterince katkı sağlayamadığı açık.
Çin örneğinde olduğu gibi, üniversitelerimiz toplumun ihtiyacı olan nitelikli işgücünü sağlayabilir mu? Bu soruya da evet yanıtını vermekte zorlanıyorum. Hal böyle olunca, üniversiteli işsiz sayısı da her geçen gün artıyor.
Şüphesiz, eğitim üniversitede başlamıyor. Basından takip edebildiğim kadarıyla, okullarda çok ciddi bir kaynak sıkıntısı var. Okullar kaynak sıkıntısı yaşanırken, devlet casinolara destek sağlamayı tercih ediyor. Örneğin, Detay Gazetesi’nin haberine göre, devlet casionlara, devlet okullarına kıyasla çok daha ucuza elektrik satıyor.
Devletin casinolara destek vermeyi tercih ediyor olmasının, stratejik bir planın sonucu olduğunu düşünüyorum. Bu planın temelinde de kalkınmanın ancak sermayenin artmasıyla mümkün olabileceği öngörüsü yatıyor. Ancak bu hatalı bir öngörüdür. Çünkü sermayenin toplam girdiler içerisindeki payı sadece yüzde 30’dur.
Bu teşviklerin, toplum için bir maliyeti var. Ne ülkenin gelişmişlik düzeyinin ve refah seviyesinin esas belirleyicisi olan eğitime para kalıyor ne de neredeyse çökmüş durumda olan altyapıya. Bozuk altyapının, örneğin doğru düzgün çalışamayan internet şebekelerinin, bir maliyeti var. Dünya Bankası’nın gerçekleştirdiği bir araştırmanın sonuçlarına göre, düşük ve orta düzeyli bir gelişmişlik seviyesindeki bir ülkede, internet hızında yaşanacak %10’luk artış, ekonomik büyümeyi yaklaşık %1.5 oranında artırıyor.
Romer’ın teorsine getirilen bir eleştiri, teorinin, kurumların etkinliğini hesaba katmıyor oluşu. Ekonomik kalkınmada kurumların etkinliğinin önemi ise Daron Acemoglu tarafından vurgulanan bir konu.
En küçük bir yağmurda göle dönüşen yollarımız bunun en güzel örneği. Şüphesiz, altyapıda var olan sorunlarda, teknik bilgi yetersizliğinin büyük payı var. Ama, bu duruma, sistemde ve haliyle kurumlardaki yozlaşmanın da katkısı olduğunu düşünüyorum.
Aslında Kıbrıs, Acemoğlu’nun tezine iyi bir kanıt oluşturuyor. Çünkü hem kuzey hem güney, İngiliz döneminden kalma kurumlar tarafından yönetiliyor. Fakat bu kurumlar Güney Kıbrıs’ta çok iyi çalışırken, aynı şeyi Kuzey Kıbrıs için söylemek mümkün değil. Bütün bunlar da, Güney ve Kuzey arasındaki gelişmişlik farkının esas nedenleri.
Son dönemde, adeta tek vücuda dönüşen ve hep bir ağızdan konuşmaya başlayan eski maliye bakanları, son olarak Kıbrıs Gazetesi’ne yaptıkları açıklamalarda, sorunların Türkiye olmaksızın çözülemeyeceğini dile getiriyorlar. Tesadüftür ki, Türkiye’nin Lekoşa Büyükelçisi de aynı gün benzer şeyler söylüyor.
‘Sorunlar Türkiye’siz çözülemez’ anlayışı, yeni bir fikir değil. Hem kolaycıdır ve ama hem de 40 yılı aşkın bir süredir Türkiye’nin ışığında yürüdüğümüz bu yolda pek bir aşama kaydedemediğimiz açıktır. Ve bizi, bedel ekstresi git gide kabarmakta olan bağımlılığımıza daha da mahkumum edecek bir tehlikedir.
Eğer ülkemizi geliştirmek ve kalkındırmak istiyorsak, yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi, bize yeni fikirler gerek. Ve bu bağlamda da öncelikli kılavuzumuz ekonomi teorisi olmalıdır çünkü buradan çıkaracağımız ve kendi ülke koşullarımıza adapte edebileceğimiz çok ders var.