Birkaç hafta önceye kadar, yetkililer Türkiye Cumhuriyeti’nden katkı gelmeyecek diyordu. Kendi kendine yetecek bir ekonomik modelin gerekliliği tartışılıyor. Yeni bir ekonomik paradigma konuşmak gerektiği söyleniyordu. Kamuoyundaki bu tartışmalar kendine yetememe sorununu, kredi ve hibe için Türkiye dışındaki kaynaklara erişmenin önündeki engelleri, Kıbrıs sorununun aciliyetini, hayatın ucuzlaştırılması gerektiği gibi konuları gündeme taşıyordu.
Ardından, bir bayram sabahı Anadolu Ajansı’ndan Türkiye ile kktc arasında ekonomik protokol imzalanacağı açıklandı. Bir arkadaşım, durumun en güzel tahlilini yaptı ve “hükümet bayramlık parasını aldı” dedi.
Gerçekten bu imzalanan protokol, hükümet için bayramlık bir hediye kadar değerliydi. Ancak, sadece hükümete verilmiş bir bayramlık değil, aynı zamanda statükonun devamı için de bir hayat öpücüğüydü. Kamunun eylem açıklamaları ve sosyal huzursuzluk olasılığı bir anda “bulacan guzzum” paradigmasını canlandırdı.
Bana göre “Bulacan guzzum” paradigması, statükonun en kötü hali, en sınırlayıcı biçimidir.
Ancak hükümet “buldu”. Türkiye Cumhuriyeti’nden kktc’ye para akışı gerçekleşmesine yönelik bir protokol belge ortaya çıktı. Bu belgenin acelece hazırlandığının en önemli göstergesi ise imzalayan tarafların isimlerinde olan yanlışlıktı.
Sadece bu kadarı ile de değil. Protokol içerik açısından da alışıldık dokümanlara benzememekteydi.
Protokol ile ilgili belgelere ulaştığımda ilk fark edilen, protokolün hibe ve borç olmak üzere iki kalemden oluştuğudur. Bu anlamda, altyapı, güvenlik ve reel sektöre yönelik destek kalemleri “hibe” cinsinden, cari açığın kapatılmasına yönelik harcamalar ise “kredi” olarak verilecek. İşin ilginç tarafı, alınan bu kredinin dolar karşılığı olacağı belirtilse de, borç ödemesinin faiz oranına dair bir hüküm bulunmamaktadır. Belgeler mi eksikti, gözümden mi kaçtı bilemiyorum. Ancak bu yazı yazıldığında bahsi geçen kredi ilişkisinin nasıl kurulacağı net değildir. Bu açıdan bu noktanın daha şeffaf bir şekilde kamuoyuyla paylaşılması gerektiğine inanıyorum.
İkinci önemli nokta ise, herhangi bir izleme matriksi oluşturulmamış olmasıdır. Başka bir deyişle, bugüne kadar hazırlanan ekonomik protokollerin uzun dönemli hedeflerine her ne kadar da ulaşamasak da takip mekanizmasına sahipken, bu sefer çok daha gevşek tutulmuş bir süreç olacağı gözlemleniyor. Detaylandırılmış bir matriksin yokluğu aslında protokolün kapsam olarak “küçük beklentilere” yönelik bir ruhta hazırlandığını gösteriyor. Aynı zamanda eylem planında da bahsedilen, “Proje Uygulama ve Takip Komisyonlarının kurulması” konunun detaylı bir istişare sonucunda oluşmadığına yönelik bir işaret olarak yorumlanabilir. Bu aynı zamanda, hibe olarak aktarılacak olan tutarın, hangi hak ediş kriterine göre sağlanacağına yönelik de muğlaklık barındırmaktadır. Hal böyle olunca dileyen “bu para her türlü verilecek, taahhüt edilenler yapılmasa da olur” gibi bir anlam çıkarırken, tam tersi biçimde “söz verilen tutarın tamamı asla ödenmeyecek, o yüzden muğlaklık para geldi haberi verip halkın tepkisini azaltmak içindir” şeklinde de yorumlanabilir. Ekonomik protokolün kuzey Kıbrıs ekonomisi için son derece önemli bir belge olduğu açıktır. Böyle önemli bir sözleşmenin muğlaklık barındırmasının hem ahlaki çöküntü hem de uygulanabilirlik sorunu yaratacağı ise kesindir. Bu bağlamda bu da belgenin ekonomik amaçlardan çok siyasi amaçlar taşıdığına dair kuşkuları güçlendiren bir noktadır.
Üçüncü önemli nokta ise, protokolün kktc’ye sadece protokolde belirlenen 17 maddelik eylem planı dışında, 2 sorumluluk daha yüklemiş olmasıdır. Bunlar 1) ekim ayına kadar 2021 yılını kapsayan bir ekonomik program hazırlanması talebi 2) 2020 yılı sonuna kadar da stratejik hedefleri ve reform eylem planını içeren en az 3 yıllık bir plan hazırlama yükümlülüğü eklemesidir. Bu iki tarihin eklenmiş olması ise önemlidir.
Çünkü görece muğlak ifadeler ve kesinleşmemiş reformlar barındıran 17 maddelik eylem planından öte kesin olarak yapılması gerekenler bunlardır. Protokolü sadece ekonomik değil aynı zamanda siyasi bir belge olarak görüyorsak burası en enteresan noktadır.
Neden diye soruyorsanız:
Öncelikle, herkesin bildiği gibi Ekim 2020 tarihinde kktc Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılacaktır. Kıbrıs için Cumhurbaşkanlığı seçiminin en önemli boyutu konunun iyi yönetim ile ilgili değil, jeostratejik ilişkilerle ilgili olduğudur. Bu açıdan bir iki noktayı hatırlatmak gerekir.
Yaşanan son süreç göstermiştir ki, AKP, Kıbrıs konusunda 18 yıl içinde farklı raylarda hareket etmiştir. Ancak, son dönemde uyguladığı siyaset endişe verici boyutlara ulaşmıştır. AKP’nin verdiği her tepki, AKP karşıtlığını körüklemekte, adada kutuplaşmaya neden olmaktadır. Kamuoyu desteğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin Kıbrıs’taki rolünün tartışılmasına zemin yaratmaktadır.
Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ile TC Başkanı Erdoğan arası sürtüşme AKP’nin Kıbrıs’ı anlama başarısızlığının bir sonucudur. Kıbrıs Türk liderliğinin federasyon tezine uygun ve batıdan yana tutumu, AKP’nin dış politikada deneyimlediği eksen kayması ile uyumsuz hale gelirken, bölgesel anlamda Kıbrıs Türk liderliği geleneksel olarak Türkiye’nin NATO’su kanadına yakın bir eksende konumlanmaktadır. Dış politikada yaşananlar Türk dış politikasındaki Mavi Vatancı – Avrasyacı yaklaşımın Kıbrıslı Türklerin iradesi ile olan uyumsuzluğudur. Bu uyumsuzluğun alternatifi olarak Başbakan Ersin Tatar öne çıkmayı denemekte, zaman zaman Mavi Vatan vurgusu yapmaktadır. Bu yaklaşımlar arası farklılık da TC Başkanı Erdoğan ile Akıncı arasında bir süre önce yaşanan çatlağın da bana göre temel nedenidir.
Ancak, Türk Dış Politikasının genel çerçevesini takip edenler bilecek ki, Türkiye devleti kendini yayılmacı bir güç olarak konumlandırmaz ve yeni dış politikası TC hariciyesinin özünü tam olarak temsil etmemektedir. Aynı zamanda, AKP’nin son zamanlarda az önce bahsettiğim Mavi Vatancı / Avrasyacı çizgide Libya’da önemli kazanımlara sahip olmasına rağmen, hızla yalnızlaştığı bir durum yaratmaktadır. Öyle ki, Libya konusu tam bir çelişkiler yumağıdır. Çelişkilerin derinliği o kadar derindir ki, bir tarafta Avrasyacı çizgide olan AKP, 9 Mayıs tarihinde Erdoğan’ın AB Tam Üyelik konusunda kararlıyız açıklaması ile yeni bir zemin mi yaratılmaya çalışılıyor sorusunu sordurmaktadır. Kısa bir süre sonra ise Mavi Vatan tezini savunan Tümamiral Cihat Yaycı’nın çeşitli spekülasyonlara sebep olan istifası bu anlamda önemli bir gelişmedir. Tüm bu gelişmelerle beraber, Kıbrıs ekseninde Akıncı – Erdoğan arasındaki mesafenin bayram tebriği ile yakınlaşma eğilimine girdiği, İsrail ile ilişkilerin yeniden düzeleceği duyumları, AKP’nin Doğu Akdeniz enerji denkleminde farklı bir durum yaratma eşiğinde olduğu ve doğal olarak Kıbrıs konusunda farklı bir tavır alacağı sinyalleri olarak da okunabilir.
Belki de tüm bu gelişmeler ışığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik olarak yaşadığı darboğazda kktc’ye neden muslukları açtığı konusu değerlendirilmelidir.
Birinci neden hiç tartışmasız, AKP’nin erken uyarı sistemi çalışmış, esasen kaynayan kuzey Kıbrıs kazanının gazını almak, başka bir deyişle, sosyal reaksiyonları dindirmek için bu adım atılmıştır. AKP sosyal reaksiyonların artmasından ve makul olmayan bir siyasi senaryo ile karşı karşıya kalmak istememektedir. Muhtemelen yaşanan tüm gerilimlerin Mustafa Akıncı’nın hanesine yazıldığının farkında olarak bu konuda daha fazla puan kazanmasını engellemeyi tercih etmektedir. Bu anlamda gelen para toplumsal muhalefete bir sus payıdır. Buradaki esas mesele, söz konusu reaksiyonların tek nedeni sadece ekonomik mi? sorusunun ardındadır.
İkincisi, TC ekonomik kriz sürecinde gelecek bir yılın ve takip eden üç yılın planını yapma sorumluluğunun hükümete vermiştir. Tepeden bir paket yollamak yerine, hükümeti sorumlu tutmuştur.
Ancak, hiçbir zaman bedavaya yemek yoktur. Kamuoyunun gazını almanın bedeli bana göre hükümetteki iki Cumhurbaşkanı adayına yönelik ciddi bir mesaj barındırmaktadır.
Şöyle ki, Ekim 2020 tarihine kadar hükümete yüklenen sorumluluklar, hükümetin seçime rağmen koalisyon ortaklığını devam ettirmesini zaruri kılmaktadır. Alınan para karşılığı, yürütmenin etkin olarak ekonomik krize odaklanacağına yönelik adıma Ersin Tatar imzasını almıştır.
Ersin Tatar (ve doğal olarak partneri Kudret Özersay) bu durumda Ankara’ya Ekim ayına kadar görevlerinin başında olacaklarını söylemiştir. Seçim iki turlu olacağından, sürecin 18 ekim tarihine kadar devam edeceğini söyleyebiliriz. Bu durumda, Ersin Tatar ve Kudret Özersay’ın seçim yarışı sırasında 2021 protokolünü hazırlaması gerektirecektir. Hatta Ekim 2020’den Aralık 2020’ye kadar 3 yıllık bir makroekonomik stratejik plan hazırlayıp bunun TC ile pazarlığını yapması gerekmektedir.
Hem sorumlu siyasetçi imajı yaratıp hem de bu yarışa hazırlanmak pek mümkün değildir. Hal böyleyse, ya hükümet sorumluluklarından feragat edip seçim yarışına hazırlanacak ve ardından gelen süreçte Türkiye kendi programını dayatacak ya da ekonomik kriz ile mücadele odaklanıp, seçime ikisi eş zamanlı olarak katılmayacak.
Protokolde gördüğünüz gibi büyük tepkiler yaratacak ve uzun süredir TC’nin ajandasında olduğunu bildiğimiz KIB-TEK ve Telekomünikasyonun özelleştirilmeleri bulunmamaktadır. Bunun için ekimden sonrası beklenecektir. Kutuplaşmanın ağırlıklı olarak Mustafa Akıncıya yarayacağı senaryosunu düşündüğümüzde, Türkiye’nin muslukları açma hamlesinin ardında Cumhurbaşkanlığını Akıncıya kaptırmama niyeti yatmakta, jeostratejik gelişmelerde Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarlarını Kıbrıslıtürklerin çıkarlarının üstüne koyacak biri ile yola devam etme niyetini barındırmaktadır.
Hatırlayacaksınız, baştaki plan, Özersay’ın Kıbrıs sorununda, Tatar’ın ise ekonomide görevleri yürüteceği şeklindeydi. Ancak, süreç içinde durumlar değişti. Şimdi hükümet ortakları ciddi sorumluluk alıp önemli kararlar vermek durumunda olacak.
Kesin olan bir şey ise, eğer her ikisi de seçime hazırlanmayı seçerse, seçim sonuçlarından bağımsız olarak hassasiyetler yaratacak ekonomik konularda TC ile müzakere edilmiş bir ön hazırlık yapılamayacaktır. Bu, ekimden sonra ciddi bir kaos süreci yaşanması ile sonuçlanma ihtimalini barındırırken, kaosun derinliği de seçim sonuçlarına göre çizilecek yol haritası ile ilişkilendirilmiştir.
Tüm bunları alt alta koyunca, ekonomik protokolün aslında ekonomi ile uzaktan yakından bir alakası olmadığını, tamamen politik süreci yönetmek için hazırlanmış bir belge olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda, agresif tavırların işlemediği siyasi müdahale süreci şimdi ekonomik paketle çalıştırılmaktadır.
Daha önce Kıbrıslıtürkler için “besleme” ifadesini kullanıldığını düşündüğümüzde, aslında bu sefer sadece ifadenin değil muamelenin de “besleme” muamelesi olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. AKP, özgürlük, demokrasi, adalet, barış, insan hakları ve federasyon talebi ile bu memleketin bizim olduğu gerçeğinin 5 aylık bedeli iki milyar TL verileceği sözü olarak biçti.
Ekim’e kadar izleyeceğimiz süreç ise Kıbrıslıtürklerin kendi yolunu yürümesi bedelinin para vereceğiz sözüyle ölçülüp ölçülemeyeceği noktasıdır. Bu süreç, siyasi iradenin farklılaşmasına neden olacaksa AKP’nin Kıbrıslı Türkler için “besleme” yakıştırması geçerli bir tahlil olacak. Kıbrıslı Türkler ne istediğini bilen bir topluluksa, bu müdahale ve izleyen müdahalelere rağmen federalist çerçeveye saygılı, özgürlük, insan hakları, barış ve adaletin yolunu yürümeye devam edecek.
Protokolün eylem planında ifade edilen noktalar ne kadar uygulanır bilinmez ama ekonomik anlamda bir şey tartışacaksak, benim şahsi düşüncem mevcut dokümanın reform yaratma niyeti için yeterli detayı sunmadığıdır. İzleyen süreçte oluşturulacak 1 ve 3 yıllık planların çok daha önemli olduğuna inanıyorum. Ekonomik işbirliğine dair geleceğe yönelik planlamanın günü kurtarmak yerine, geleceği kurmaya yönelik hazırlanması durumunda, çok daha etraflı ekonomik yorumlar da yapmayı umuyorum.