Marksizm öldü mü? Geçtiğimiz hafta sevgili Halil Karapaşaoğlu’nun yazısının başlığı böylesine uzun tartışma ve yorumları hak eden bir soruydu.
Halil yazısına yeni diyebileceğimiz pek çok gelişmeye değinerek başlıyor… Mesela, insan-makine, siborglar, yapay zeka, teknolojik gelişmelerle şekillenen dijital dünyamız ve bunun yarattığı yeni alışkanlıklar, yeni ilişkiler ve üretim biçimleri…
Tüm bunlar her ne kadar Kıbrıs’ın kuzeyindeki sonu gelmez benzerlikte kısır gündemlerimiz içinde yer bulamıyorsa da, bugün dünyada sosyal bilimlerden, hak mücadelelerine kadar insanlığın ve felsefenin gündemini meşgul etmekte.
Örneğin, yurttaşlık terimi bile bir dönüşümden geçmekte; artık dijital yurttaşlıktan ve onun haklarından bahsedilmekte. Çünkü insanı saran ve içine çeken dijitalleşme süreçleri, bireyi algoritma havuzlarında işlenmeye hazır bir veriye, dijitalleşmiş varlıklara dönüştürmekte.
Geçtiğimiz ABD seçimlerinde Cambridge Analytica skandalının ardından kişilerin veri güvenliğinin günümüzün en önemli temel yurttaşlık haklarından biri olduğu ve bunun için mücadele edilmesi gerektiği dillendirilmekte.
Düşünün, facebook, google, YouTube veya Spotify ve daha pek çok dijital mecra, verilerimizi, bilgilerimizi ve en önemlisi ilgi alanlarımızı, tavır ve tercihlerimizi bir havuzda topluyor. Bu bilgilere sahip oluyor.
Dünyada bugüne kadar görülmemiş bir fişleme süreci. Ve buna herkes gönüllü katılıyor.
Algoritma havuzlarında toplanan verilerimiz, yani dijital kimliğimiz ise daha sonra ya başka şirketlere satılıp reklam araştırmalarının bir ham maddesi oluyor ya da şekillendirilecek ve yönlendirilecek kanaatler ve imajlar olarak işlenmeye başlıyoruz.
Bugün aslında internette özgürce tercih ettiğimizi sandığımız birçok şey algoritmalar tarafından onları tercih etmek için yönlendirildiğimiz süreçler olarak yaşanmakta.
Hakikat yıkımı, kimliğin buhranı ve benliğin parçalanması iç içe geçiyor.
Fakat tüm bunlar olurken verilerimiz sonsuz bir havuzda silikon vadisinin denetimine geçiyor. İşte tam da veri güvenliği ve hakkı denen şey de buradan çıkıyor.
20.yy’da insanın böyle bir hak savunusu yoktu. Çünkü henüz bu hakkı ortaya çıkaracak koşullar ve maddi üretim süreçleri de yoktu. Fakat bugün birey olarak kişilik haklarına dair bir insan hakkı savunusunu, dijitalleşmeyle dönüşen hayatlarımız üzerinden yapabiliyoruz.
Daha bunun gibi birçok örnek sayılabilir. 20.yy’a göre çok farklı bir dünyada ve zihin evreninde yaşıyoruz. Çünkü dünya değişiyor, maddi üretim aygıtları, koşullar ve kimlikler hatta düşünce yapıları bile…
Halil’in de yazısında belirttiği gibi, bugünü anlama çabası diyalektik düşünebilme ile başarılı olabilir.
*
19.yy’ın sonunda ortaya çıkan ve 20.yy boyunca da gelişen düşünce akımlarını bir şablon veya dogmatik, cansız çerçeveler olarak almak bugünü anlamaya ve açıklamaya yetmez.
Hayatın değişip dönüştüğü, devindiği gibi düşüncelerin ve fikir akımlarının da değişip dönüşüp; devinebileceğini idrak etmeliyiz. Tabii bunun için önce böylesine bir değişme açık olmak ve kendi kendinei de eleştirel yaklaşımdan kaçınmamak gerekmekte.
Marx, döneminde ‘solun soldan eleştirisinden’ bahsetmekteydi. Bunun aynısını 1917’de Lenin, daha sonra Troçki de yaptı. Hatta dönemlerinde Rosa Luxemburg ve daha bir çok siyasi önder kapitalizmi eleştirdikleri kadar marksizmden yola çıkan hareketleri de eleştirdiler.
Ne yazık ki II. Dünya Savaşı’ndan sonra marksizm içindeki eleştirel canlılık ve üretici potansiyel yerini kuru ve doktiriner bir Sovyet marksizmine bıraktı. Çoğu zaman baskı, şiddet ve yok etme yöntemleriyle Sovyet marksizmini yani stalinizmi eleştiren tüm farklı akımlar susturuldu. Çok daha farklı bir tartışma olmakla birlikte bunun başlangıcını 1919 yılında Kronstant’ta Troçki ve Lenin tarafından, ayaklanan anarşistlerin kanlı bir şekilde bastırılması olayına kadar götürenler var.
Lafı fazla uzatmayalım, marksizm ve sol içindeki yeni eleştirel canlanış 1960’larla birlikte tekrar uyanış gösterdi. 68 hareketi bu anlamda bir kırılma idi. Fakat 68 hareketi içerisinde yeni bir dünya sistemi yaratacak denli bir güç ve potansiyel çıkmadı. Bir çok hareket kimlik politikasına evrildi. Bazıları ise şiddet ve şehir gerillacılığına. Bu hareketler zamanla ya sistem ile uyum sağladılar ya da yok olup girdiler. Fakat, 68’in yarattığı kültürel, sanatsal ve düşünsel miras, potansiyel bugün hala varlığını sürdürmekte. 68’in belki de en önemli özelliği özgürleşme düşüncesine tekrardan eleştirel ruhu verebilmesi idi.
Bugün içinde yaşadığımız zaman ve coğrafya için konuşacak olursak, henüz daha 1990’ların yenilgisini ve onun psikolojik yükünü üzerinden atamayan bir soldan bahsedebiliriz. Bundan dolayı bir yandan sürekli sinik tavırlar üreten diğer yandan da kendini teorik olarak yenileyemeyen akımlardan bahsedebiliriz.
Halil’in de yazısında bahsettiği gibi, bazı kesimler sivil toplum içerisinde kimlik politikaları alanında sıkışıp kaldı. Bu kesimler alanlarında önemli çalışmalar yapmakta fakat aktivizmlerini sistemi dönüştürmeye veya bütüncül bir mücadeleye evriltememekte. Çoğu durumda da uluslararası fonlarla aktivizm yapılmakta.
Bazı kesimler ise geçmişin slogan ve ritüellerini tekrarlayarak geleceğe dair geçmişin malzemeleriyle iddia ortaya koymakta veya öyle olduğunu sanmakta. ‘Abilerinin, ablalarının, babalarının, annelerinin yorgunluğunu’ devralan kuşaklar geçmişin yenilgisi altında ezilmeye veya geçmişin nostaljik kalıpları içinde tatmin olmaya devam etmekte.
Kuşaklar değişir, nesiller yenilenirken, genç diyebileceğimiz kesimlerin marksizme veya alternatif akımlara ilgisi gittikçe azalmakta, hatta hiç oluşmamakta.
*
Belki de bugün tartışmamız gereken şey, nasıl bütüncül bir özgürleşme politikası yaratılabileceğidir.
Quir, cinsiyet, ekoloji, mülteciler vs. gibi alanlarının sadece bir kimlik alanı olmadığı; aynı zamanda emek ve sınıfsal sorunların da diğer özgürleşme alanlarından ayrı tutulmaması gerektiğini içselleştirmiş bir mücadele ve özgürleşme politikasına ihtiyaç var.
Bunlar aslında artık iç içe geçmiş halkalar. Özellikle de ekolojik krizin iklim krizi ile insan uygarlığını yok etmeye başladığı bir dönemde, odak noktasına insanı değil, yeryüzünü koyacak yeni bir özgürleşme politikası yaratılmalı.
Eğitim, sağlık, ulaşım gibi kamusal hakların kamusal niteliği savunulurken ve bunlar için mücadele verilirken, aynı zamanda modern zamanların en güçlü tahakküm araçlarından biri olan ulus devletten vazgeçip, yeni, özellikle de yerellerden gelişecek yönetim mekanizmaları üzerine hem düşünsel hem de pratik olarak emek verilmeli. Bunun en önemli örneği ise yerellerden oluşturulacak meclisler olabilir.
Bugün artık devletin hangi sınıfın çıkarına kullanılırsa kullanılsın, günün sonunda dev leviathanlara dönüştüğü, devleti arzu etmenin yıkıcı ve yozlaştırıcı sonuçları olduğu, merkezi iktidarların despot rejimleri bağrında taşıdığını tarihsel deneyimlerimizden dolayı biliyoruz.
Tam da bu nedenle bugün marksizm, anarşizme yüzünü dönmeli, ondan beslenerek, yeni, otonomcu bir toplum düzeninin potansiyelini oluşturmalı.
Bir parantez açmak gerekirse, bugün mesela Kıb-Tek, Telefon Dairesi, Kooperatifler, Dome Hotel gibi pek çok kurum kamusal değeri ve halkın malı olduğu için özelleştirme saldırılarına karşı savunulmakta. Tabii ki savunulacak ve özelleştirilmelerinin önüne geçilmesi için mücadeleler ortaya konacak. Fakat bunlar yapılırken gerçekten bu kurumların toplumun malı veya kamusal olup olmadıklarının da tartışılması gerekmekte. Bu kurumlar bugün ya katı ve çürümüş bir bürokrasinin şekillendirdiği, devlet mülkiyetinde olan ve gittikçe de yozlaşan ya da belli bir bürokratik elit kesimin yönetimini üstlendiği yapılardır.
Halkın müşterek kurumları olmaktan çok ya devletin ya da kamusal söylemi olan bürokratik kesimlerin kontrolündeki yapılardır. Bu noktada bir tartışma başlatılması ve bu kurumların devlet ile özel mülkiyet dışında, gerçekten toplum tarafından yönetilebilecek müşterek yapılar olarak yeniden kazanabilmek için de bir mücadele ve politik hatta ihtiyaç var.
Müşterekleştirme süreçleri bugün tüm dünyada sosyal mücadelelerin temel yapı taşını oluşturmakta.
*
Bir diğer problem de geleneksel marksizmin insan merkezli söylemi. 20.yy boyunca modernizmin ilerleme hattıyla da barışık olan marksizm, yeryüzünü, ekolojiyi ve iklimin sorunlarını ciddi anlamda dert edinmedi. Avrupa’daki ekoloji ve çevre hareketleri, marksizmi bu yönde de açılımlar yapmaya yöneltti.
Tam da burada bir düşünce sisteminin diyalektiği ve kendi kendini yenileme kapasitesine dikkat çekmek lazım. Özellikle iklim kriziyle de birlikte marksitler ekoloji alanında ciddi açılımlar yaptı. Başta eko-sosyalist düşünce ile ekoloji felsefeleri ile harmanlanmış bir marksizm yorumu ortaya çıktı.
Bugün artık iklim krizi, ekolojik kriz, uygarlık krizi ve insanın anlam ve özgürlük arayışı içerisinde yeni özneleşme süreçleri yaşanmakta. Bu dönemin özgürleşme politikası ancak insanın hayatın merkezinden çıkarak, yeryüzünün, ekosistemin ve tüm canlı yaşamının merkezde olacağı politika olabilir.
Bundan dolayı da modernizmi eleştirmeyen, ilerlemeciliğe karşı durmayan bir marksizm yeni dönemin özgürleşme politikasını şekillendirmekte hep eksik kalacaktır.
*
Yazılabilecekler bunlarla sınırlı değil tabii. Bugün herkesin birbirine benzediği ve hakikatin, öznelerin, bireylerin, daha doğrusunu söylemek gerekirse bedenlerin onlarca filtreden geçerek sosyal medya mecralarında birer veriye dönüştüğü bir ortamda, dijital marksizmden veya bu alandaki mücadeleden nasıl bahsedebiliriz? Veya özgürleşme politikası bu alana dair ne söyleyebilir? Böyle bir dünyada özgürleşme mümkün mü? Veya özgürleşme nedir? Belki de bu sorudan başlamalıyız…
Bugün özellikle de ülkemizde gittikçe sığlaşan politik tezahürler dışında yeni bir patika yaratılabilir mi? Tüm dünyanın bir birine dijital kodlarla ‘bağlandığı’, küresel köyün, küresel dijital bir hapishaneye dönüştüğü bir çağda, sistemden kurtuluş mümkün mü? Devletsiz bir özgürleşme süreci, yeryüzü odaklı bir mücadele, öznellik ve otonom bir toplum düzeni nasıl kurulabilir? Büyük devinimlerin ve yıkımların şafağında, bizler bu mücadelenin neresinde yer alacağız?