Geçtiğimiz günlerden gerçek bir kesit:
Saatin kaç olduğunun farkındalığından uzak bir hâlde yatağımda oturuyorum. Hava sıcak ve üstümü çıkarmışım. Kucağımda dizüstü bilgisayarım var. Üç dakika önce yediğim çikolata sakallarıma ve üstüme kırıntılarını bırakıyor (hayal etmesi güzel bir sahne değil). Vasat bir öğrenci ve çalışan olma tablosunu tek başıma bir odada baştan yaratıyorum.
Orada yatan sadece ben değilim.
Bir yazım hatası, eksik eklenmiş bir bilgi ile yüzlerce insana yanlış aktarabileceğim bir iş sorumluluğunun altında kurumsallıktan uzak bir hâldeyim. Bittabi iş etiği akılda başlar. Yine de ütülü bir gömlek etik anlayışıma güzel bir rötuş olmaz mıydı?
Bizler bu ülkenin her bir köşesinde yer alan üstü çıplak üniversite öğrencileri ve ofis çalışanlarıyız. Bir karmaşanın içerisinde üretkenlik yarışındayız. Her şeyin normal olduğunu hissetmek için gece gündüz excel tabloları dolduruyoruz. Deliliğimizin farkına bir türlü varamıyoruz.
Bu yazdıklarım birebir çalıştığım yer ile alakalı değil. Bilakis, son işverenim ve çalıştığım mekân bana öncesinde sahip olmadığım bir yeti kazandırdı: Çalışma istikrarı. Bu istikrar beni evde kapalı kaldığım günlerde her zaman yaptığım işi özverimi kaybetmeden sürdürmemi sağlıyor.
Yine de düşünmeden edemiyorum.
Bir sabah vakti uyandığımızda birbirimizden ayrı ama bir o kadar kolektif ortak bir karar aldık. Çalışma mekânlarımızı bir anda değiştirince çalışma saatlerini de mekân içerisinde güzelce erittik. Karantinanın ilk gününde başlayan bir mesainin içerisindeyim hâlâ. Asla yedi/yirmi dört çalışmadım ama bir durağım da olmadı. Bir süre sonra saatlerin de uyku düzenlerinin de bir anlamı kalmadı. Buna gerçekten inanıyorum, haber bülteni sunucuları dışında şu an hangi gün ve saatte olduğumuzu gerçekten bilen biri yok artık.
İlginç bir şekilde çalışma saatlerine adapte olmam o kadar da zor olmadı. Beni esas zorlayan yeni çalışma mekânlarının (bu durumda evim) giderek soğuyan, benden uzaklaşan alanlara dönüşüyor olması. Ev ofisi algısı yerini yavaşça ev-olarak-kullanılabilen-ofis algısına evirtiyor. Öncesinde yatak odası, salon, mutfak olarak adlandırdığım yerler sırası ile yatağı olan bir ofis, tez yazdığım bir ortak alan ve çay ocağına dönüştü. İçinde yaşadığım bu mekân bir zamanlar işten ve sosyal hayattan sığındığım bir güven alanıydı. Şimdi ise kaçmak istediğimde duş alıyorum (henüz banyo, banyo olma özelliğini yitirmedi).
Günleri saymayı artık bırakıyorum. Bu ev bir yuva değil. Benim de üstüme giydiğim bir şey yok.
Ayrıca bir günün ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini kestiremediğim için dişlerimi de günde iki kere fırçalayamıyorum veya fırçalayabiliyorum. Bilmiyorum.