Hatırlayalım; bir önceki seçimde en çok konuşulan konulardan biri siyasi partilere yönelik güven kaybı idi. 5 yıl önce sıkça konuşulan bu konu bugün gündemden büyük ölçüde kalkmış, yerini partilerin pazarlama stratejilerine bırakmış gibi duruyor. Oysa çoğumuzun bildiği gibi, bir meselenin gündemden kalkması o meselenin yok olduğu anlamına gelmiyor. Güven kaybı hala ortada durmakta ve siyasetin en temel problemleri arasında yer almaktadır.
Konu üzerine tekrardan düşündüğümüz zaman şunu fark etmek zor olmayacaktır: Problem özünde temsiliyetle ilgili bir krize işaret etmektedir. İnsanlar birçok farklı sebeple siyasi partiler tarafından temsil edilmediklerini düşünmekte, günlük hayatın mücadelesi içinde partilerle aralarında kapanması zor bir uçurum oluşmaktadır. Partilerde aktif olanlarımız bu uçurumun farkında olmasa dahi günlük hayat mücadelesi içinde olanlarımız için uçurum su götürmez bir gerçek olarak ortada duruyor.
Böyle bir uçurumun oluşması siyasi partilerle ilgili en azından iki temel soruna daha işaret etmektedir. Birincisi, partilerin politikalarının tabanda benimsenmemesi ve bununla bağlantılı olarak toplumsal değişimin sadece yukardan aşağıya doğru gerçekleşebilecek bir olgu gibi tasarlanması. İkincisi ise partilerin taban denetiminden, baskısından uzak bir siyaset icra eder hale gelmesi. Kısacası güven kaybı sorunu aşılamadığı için sonuç havada kalan söylemler ve politikalar oluşturmaktan öteye gidemeyen siyasi partiler ve artan sayıda boykot. Uçurumun bir türlü kapanmaması toplumdaki birçok kişiyi siyasi partilerden uzaklaştırıyor. Anlatmak istediğimi kolaylaştırmak adına gelin bu olguya “uçurum siyaseti” adını verelim ve sonuçları incelemeye çalışalım.
Uçurum siyasetinin oluşmasındaki en büyük etmen kanımca kendine alternatif diyen merkez siyasi partilerin katılımcılıktan yoksun olmalarıdır. CTP’sinden HP’sine kadar alternatif olduğunu iddia eden siyasi partilerde önemli siyasi kararlar parti elitleri tarafından verilmekte ve böylece toplumun tabanı siyasi partilerce temsil edilmemektedir. Dar gelirliler, güvencesiz çalışanlar, özel sektör çalışanları, gençler, göçmenler, kadınlar ve daha bir çoğu siyasi partilerin karar alma mekanizmalarından uzaktırlar. Özel sektör çalışanları adına özel söktörde çalışmayanlar, kadınlar adına erkekler, dar gelirliler adına üst veya orta sınıflar partilerde karar vermektedirler. Sonuç ise bu kesimlerin çıkarını hiç de düşünmeyen veya düşünürmüş gibi yapan siyasi elitizm, denetlenmeyen partiler, havada kalan sözler, parti programları ve politikaları…
HP, CTP ve güven krizi
Şimdi yukarda ortaya koyduğum iddiaları geliştirmek için HP ve CTP ekseninden bir değerlendirme yapalım. Toparlanıyoruz hareketi ile başlayan HP kısmen de olsa güven kaybı üzerinden ortaya çıkan bir yapıdır diyebiliriz. Bu nedenle HP’den başlamak yerinde olacaktır. Toparlanıyoruz hareketi sırasında ve sonrasında Kudret Özersay, istikrarlı bir biçimde, mevcut partilerin güvenilemez olduğunu, siyasetin kirlendiğini ve bu kirlenmenin başlıca sorumlusunun da yine mevcut siyasi partiler olduğunu ısrarla dile getirdi. İlerleyen süreçte Kudret Özersay’ın başlattığı hareket mevcut partilere hiçbir şekilde güvenilemeyeceği iddiasından vaz geçmedi.
Peki Özersay ve hareketi güven problemine alternatif olmakta başarılı oldu mu? Güven probleminin temelde bir temsiliyet krizi olduğunu düşünürsek, HP’nin pek de başarılı olduğunu söyleyemeyiz. HP’ye bir siyasi oluşum olarak baktığımızda katılımcılık kültüründen ziyade bir lider kültünün yer aldığı oldukça açık. Tek bir lider kültü etrafında birleşen siyasi hareketlerin katılımcılık açısından ne tür sorunlar yaşayabileceklerini tahmin etmek için ise sanırım siyaset bilimci olmaya gerek yok. Bu tip bir siyasi kültüre sahip bir siyasi harekette tek kişinin veya grubun önemli konularda diğerleri adına da karar vermesi sıkça baş gösteren bir durumdur. Bu yöntem bazı durumlarda doğru kararların daha çabuk alınmasına neden olsa bile katılımcılıktan yoksundur ve tam da bu yüzden temsiliyet krizine bir çözüm olmaktan hallice uzaktır.
Seçim süresinde ve de öncesinde, Kudret Özersay ve ekibinin insanları ziyaret ettiği, onların problemlerini dinlediği bir gerçek. Ancak katılımcılık sorununun çözümü bu değil. HP’nin katılımcılıktan anladığı güvenilir bir liderin insanları dinlemesi ve sonrasında iktidara gelip onların sorunlarını vereceği kararlar ve atacağı adımlarla çözmesi. Oysa sorun tam da burada: problemlerimizin çözümü için karizmatik bir lidere, bir üst akla ihtiyaç duyuyoruz ve günün sonunda toplumun birçok kesiminin problemlerinin ve gelecek hayallerinin temsil edilmediği bir siyasetle karşı karşıya kalıyoruz. Sonuç ise karar alma, politika oluşturma ve uygulamayı tek bir isme indirgeyen partiler oluyor. Geldiğimiz noktada HP bu durumun iyi bir örneğini teşkil ediyor ve bu yüzden temsiliyet krizini aşmaktan çok uzak bir görüntü çiziyor.
CTP kanadına bakacak olursak, durum pek de farklı değil gibi duruyor. Geçen seçimlerden bu yana güven tesis etmek bir yana, CTP UBP ile koalisyon kurmuş ve başarısız diyebileceğimiz bir hükümet süreci yaşamıştır. Bununla birlikte suyun özelleştirilmesi konusunda net bir tavır takınmış, ardındansa suyun kamusal yönetimini devredecek anlaşmayı imzalamıştır. CTP’de başkanlık değişimi yaşanmış, birtakım yeni isimler aday olmuş fakat güven kaybını ortadan kaldıracak kurumsal bir adım atılmamıştır. Diğer bir değişle, katılımcılığı ve temsiliyeti artıracak adımlar atılmamış, karar alma mekanizmaları, PM yapısı, MYK yapısı ve politika oluşturma biçimi aynı kalmıştır. Yaşanılan iktidar dönemlerine dair kurumsal bir özeleştiri ortaya konmamış, birtakım küçük değişiklikler dışında parti yapıları ve organları olduğu gibi kalmış, değişiklik sadece isimler üzerinden yapılmıştır. Kısacası kendine alternatif diyen en iddialı partiler katılımcılık adına herhangi bir kurumsal adım atılmamış ve sonuç olarak bu seçimde de özel sektör çalışanları, dar gelirliler, göçmenler, güvencesiz çalışanlar ve daha birçokları siyasi temsiliyetten yoksun kalmıştır.
Siyasi elitizm, toplumsal değişim ve taban denetimi
Toplumun önemli bir kısmını oluşturan özel sektör çalışanları, güvencesizler, dar gelirliler ve göçmenlerle partiler arasında oluşan uçurumun siyasi partiler açısından önemli olan bir sonucu da siyasi partilerin toplumsal değişimi yukardan aşağıya doğru gerçekleşebilecek bir olgu olarak anlamaları ve uygulamaya kalkmaları. Bunu en net şekilde partilerin programlarına ve politikalarına baktığımızda anlıyoruz. Partilerin programları ve politikaları katılımcılıktan yoksun bir şekilde hazırlandığı için yukardan aşağıya doğru başlayacak bir değişim vaat etmektedirler. Bir üst akıl haline dönüşen siyasi elitler programları ve politikaları hazırlamakta, devleti ele geçirince bu programları “halk” için hayata geçirme vaadinde bulunmaktadırlar. Fakat buradaki önemli bir sorunu da görmezden gelmektedirler. Ortaya çıkan çalışmalar bir elin parmağını geçmeyecek kişi tarafından hazırlanmış, yukarda bahsi geçen kesimlerin, yani halkın sürece katılımı gerçekleşmemiştir ve sonuç her zamanki gibi toplumun tabanı tarafından sahiplenilmemiş projelerle kendine alternatif diyen siyasi partilerle karşı kaşıya kalmamız olmuştur.
Samimiyetten uzak seçim propagandaları her ne kadar bu havada kalmışlığı örtmeye çalışsa da durum net bir şekilde ortadadır: Projeler ve politikalar bizim olmaktan çok uzaktır. Bizim olmayan projelerinse hayata geçme olasılığı oldukça düşüktür. İşçiler, gençler, gelir seviyesi dar olanlar, özel sektör çalışanları, yani toplumun çoğunluğu, karar alma ve politika oluşturmada üst akılın insafına kalmış durumdadır. Ancak üst aklın insafı, projeleri ve politikaları artık yetersiz kalmakta ve tam da bu yüzden siyasi partiler güven krizini aşamamakta ve politikalarını hayata geçirememektedir. Güven krizinin devam etmesi ise toplumun tabanı tarafından denetlenmeyen, üzerinde herhangi bir baskı hissetmeyen siyasi elitler ve partilerle bizi karşı karşıya bırakmıştır.
Dahası, katılımcılıktan uzak bir şekilde hazırlanmış program ve politikalar taban tarafından içselleştirilmediği için kısa bir süre sonra unutulmaktadır. Toplumsal hafızamızın zayıf olması da aslında bununla alakalıdır. Siyaset oluşturmada etkin olmayan bir toplum siyasetle ilgilenmez, siyaseti baskı altına almaz ve denetlemez. Katılımcılıktan yoksun, siyasi partilerin tekeline geçmiş olan bir siyaset, sonucunda üzerinde baskı olmayan, en küçük reformları bile önemli siyasi değişimler sanan, denetimsiz bir siyaset olmak durumundadır. İşte uçurum siyaseti dediğimiz siyasetin sonu da bu olmak zorundadır: güven duymadığımız partilerin, denetlenmeyen, unutulan, benimsenmeyen siyasi programları ve samimiyetsiz seçim propagandaları.
Tüm bunlardan dolayı özel sektör çalışanları, güvencesiz çalışanlar, dar gelirliler ve göçmenler gibi gruplar kendine alternatif diyen partilerin hiçbirini seçmemeye yönelmektedirler. Gerçekten de geldiğimiz noktada yapılabilecek en iyi seçim siyasi elitizme dur demek ve elitlerin elinde olan partilerin hiçbirini seçmemektir. Ortada gerçek bir alternatif olmadığını kabul etmek ve buradan hareket etmek önemlidir… Artık uçurum siyasetine dur demek zorundayız. Ve bu siyasete dur demek için hiçbirini seçmemek durumundayız.