Geçen bir haftadan daha çok film izleyip kendimi zorlarım gibi düşündüysem de, bu hafta biraz daha az film izleyebildim maalesef. Bu hafta izlerim dediğim beş filmin maalesef üçünü izleyebildim, bu yüzden “Shoplifters” ve “Kefernahum” filmlerini gelecek haftaya bırakıp bu hafta Kore Sinemasının bu yılın en iyi filmlerinden denilen “Burning”i, korku sineması sevenlerin önyargıyla yaklaştığı “Suspiria”yı ve Türkan Şoray’ın türlü türlü hallerini gösteren “Hayallerim Aşkım ve Sen” filmini izleyebildim.
Eleştirmenlerce 2018 yılının en iyi filmlerinden biri olarak gösterilen BURNİNG, sinemalarda “ŞÜPHE” adıyla gösterime girdi ve ne alaka yahu dedirtti. Kore sinemasını takip edenlerin OASİS filmiyle hatırlayacakları bir Chang Dong Lee filmi BURNİNG. Haruki Murakami hikayesinden yola çıkan filmimizin hikayesi, olmayan şeylerin olmamışlığını unutma prensibi üzerinden olmayanı var etme hikayesi. Biraz karışık bir tanımlama olduğunun farkındayım; şöyle ki esas oğlanımızla esas kızımız bir barda oturup bira içerlerken kızımız bir anda pandomim sanatıyla mandalina soymaya ve yemeğe başlıyor, esas oğlumuz naptığını sorduğunda “canım mandalina çekti, mandalina yiyorum” ddeyip ekliyor: “mandalinanın olmadığını unutursan mandalinayı böyle yiyebilirsin”. Filmimizin hikayesinin özeti aslında bu sahne; unutmak hatırlamak ve bu ikisi arasında gidip gelirken oluşan şüphe duygusu. Hikaye yıllar sonra çocukluk arkadaşı Shin Hae-mi ile (yani esas kızımızla) karşılaşan Lee Jong Su’nun (esas oğlanımız) karşılaşmasıyla başlıyor . İkisinin arasında bir yakınlaşma yaşandıktan sonra Shin Afrika’ya gidiyor ve Lee’den kedisine bakmasını istiyor. Yaratıcı yazarlık mezunu fakat babasının ineklerine bakan işsiz Lee 20 gün boyunca Shin’in kedisine bakar; fakat Lee bu süre zarfında kediyi asla görmez, Shin’in kedinin olmadığını unuttuğunu düşünür. Shin, geri döndüğünde Afrika’da tanıştığı Ben de artık arkadaşlıklarının bir parçası olur. Ben, Lee’nin deyimliyle bir Gatsby’dir, yani zengin ve ne iş yaptığı belli değil. Lee, Ben’den hep şüphelenir ama Shin’den dolayı arkadaşlığını devam ettirir ve bir gün Shin kaybolur. Shin’in kaybolmasıyla hikaye, geçmişle olan bağların, şüpheyle gerçek arasında gidip gelen tekinsiz bir hal almaya başlar. Yönetmen bu kavramlar üzerinde arkadaşlık hikayesini kurarken global ve lokal siyaseti de aynı tekinsizlikle seyirciye çaktırmadan sunuyor. Film o kadar tekinsiz bir zemin üzerinde ki, bir seri katil hikayesini mi, yoksa yazarın yazdığı hikayeyi mi; yoksa acaba bunların hiç biri değil de yazarın kendi geçmişiyle hesaplaşmasını mı izledim gibi bir takım, başta çevirideki ne alaka dediğim, “şüphe”lerle salondan ayrıldım.
Açık söylemek gerekirse metaforlarla anlatılan filmlerde metafor bulmayı ve bulup yorumladığımda yaşadığım egosal tatmini çok sevmeme rağmen bu filmi sevemedim. Benim için gereğinden fazla uzun ve karışıktı. “hade abi sadede gel” diye diye iki saat otuz sekiz dakika izlememe rağmen yine de sinematografik olarak tatmin eden bir film. Haruki Murakami’nin gizemli hikayelerini sevenlere şiddetle tavsiye ederim.
2018’in bir diğer en iyi filmi olarak anılan, 1977 yapımı Dario Argento’nun kült korku filminin Luca Guadagnino tarafından yeniden yorumlanmış “SUSPİRİA”sı bu hafta izlediğim ikinci film. Korku sinemasının en iyi örneği olan 1977 yapımı Suspiria’nın bu yeniden yapımını açıkçası ön yargıyla izlemeye başladım, sevmeyeceğimi, Gri’nin Elli Tonundaki vasat oyunculuğuyla Dakota Johnson’ın canlandırdığı Susie’ye alışamayacağımı düşündüm ama film beni muhteşem bir şekilde şaşırtmayı başardı. Amerika’dan Almanya’ya dans okulu diye gelen Susie’nin aslında cadıların dansla ayin yaptığı bir yere gelmesiyle başlayan hikaye bol kan ve çığlıkla devam eder ve daha fazla kan ve daha fazla çığlıkla biter. Filmin hikayesini uzun uzun anlatmanın bir faydası olacağını düşünmüyorum; çünkü aslolan burda hikaye değil, hikayenin ne anlattığı. Hikaye muhteşem bir faşizm anlatısı. Faşizmin işleyişinin can yakıcılığı ve öldürücülüğü anlatılıyor. Dans okulunu faşizmin yaşandığı toprak, Cadıları faşist ve diktatör, öğrencileri de yönetilen halk olarak konumlandırdığınız an film abartılı bir cadı korku filminden çıkarak faşist sistemin işleyişini gösteren, kanlı bir hikaye olarak izlemeye başlarsınız ve son replik olan “bize vicdan azabı bize utanç lazım” cümlesini çok daha farklı yorumlayabilirsiniz.
Dario Argento bu hikayeyi 12 yaşındaki kızların hikayesi olarak yazmış fakat yapımcının “biz bu filmi 12 yaşındaki kızlarla çekersek gösterime sokamayız” demesiyle yaşları yirmili yaşlara çıkarmak zorunda kalmış. Açıkçası Suspiria’nın yeniden çekileceğini duyduğumda karakterlerin 12 yaşlarına ineceklerini bekledim ama ilki gibi yirmili yaşlarda kaldılar. Farklı zamanlarda yapılmış bu iki filmi burda karşılaştırmayı çok sağlıklı bulmadım açıkçası; çünkü aynı hikayeyi farklı yorumlamış iki ayrı “aynı” film var; belki ilerleyen haftalarda eskisini de bir daha izleyince daha detaylı yorum farklarını ortaya çıkarmak daha doğru olabilir. Herkesin izlemesini isteyeceğim filmlerden biri oldu Suspiria ve sanırım yakın bir zamanda Tilda Swington’ın o muhteşem duruşunu ve üç karakteri canlandırdığını zor farkettiğim oyunculuğunu, işkenceyle öldürme gibi bir vahşetin dansla muhteşem bir estetiğe dönüştüğünü yeniden görmek için bir daha izleyeceğim. Thom York’un enfes müzikleri de filmin bonusu. Kan tutanlar izlemesin. Kan ve Çığlığa doymak isteyenler ise asla kaçırmasın.
Türk sinemasında inci gibi parlayan 1987 yapımı Atıf Yılmaz’ın en güzel filmlerinden biri olan “Hayallerim Aşkım ve Sen” bu hafta izleyebildiğim son film. Senaryosunu Ümit Ünal’ın yazdığı Hayallerim Aşkım ve Sen yetimhanede Derya Altınay’ın (Türkan Şoray) filmleriyle büyümüş Coşkun’un hayatını hayallerini ve hayalkırıklıklarını anlatan enfes ötesi lezzetli bir hikaye. Coşkun yetimhanede Derya Altınay’ın canlandırdığı karakterlerle kendi hayat hikayesinin boşluklarını doldurur. Yavrusunu kaybetmiş “Yavrum” filminden çıkmış gözünden yaş elinden mendil dilinden ağdalı cümleler eksik olmayan “Nuran”ı annesinin yerine; Sokak ağzıyla konuşan hayat dolu, cilveli “Bataklıkta Bir Gül” filminden çıkan “Melek”i de cinselliğinin öznesi yerine koyar Coşkun, bu karakterle oyun arkadaşlığı kurar. Melek ve Nuran Coşkun’un peşini bırakmaz. Coşkun büyür ve yetimhanede edindiği sinema aşkını meslek haline getirmeye çalışarak hayranı olduğu Derya Altınay için bir senaryo yazmaya başlar. Fakat senaryosunu yazarken Melek ve Nuran yine Coşkun’un peşini bırakmaz ve yazdıkları Melek ve Nuran gibi olur. Coşkun, Melek ve Nuran’dan kurtulamayacağını anlayınca Derya Altınay ile tanışmaya karar verir. Derya Altınay ile tanışınca Melek ve Nuran unutulmaya yani yaşlanmaya başlar. Derya Altınay Coşkun’un yazdığı senaryouyu çok sevince bir yapımcıyla anlaşırlar ve Coşkun’un senaryosu filme dönüşür. Bu film Coşkun’un hikayesinden çok yapımcının satabileceği bir hikayeye dönüşür ve hiç konuşmayan ismi bile olmayan aşıkların senaryosu erotik bir Türk filmine dönüşür.
Film Türkan Şoray hayranları kadar fantastik filmleri sevenler için de çok şey vadediyor. Türkan Şoray’ı 5 karakterle izleme fırsatını başka hiçbir filmde bulamayacağınız için de izlenmeye değer. Derya Altınay’ı, Nuran’ı, Melek’i, Coşkun’un yazdığı ismi olmayan “Bir Beyoğlu Düşü”nü ve hayata geçirilen senaryonun başkarakterini muhteşem bir şekilde yorumluyor Türkan Şoray. Aslında bu karakterler kadının yıllar içinde konumlandırılmasını anlatan görsel bir arşiv olarak da Türk Sinema tarihi için kıymetli. Esin Engin’in film müziğiyle olsun, Demir Özlü’nün “Bir Beyoğlu Düşü” öyküsünün film içindeki filminin şiirsel anlatımı olsun izlenmeye değer bir Türk filmi olarak not alabilirisiniz. Türkan Şoray’ın kurallarını yıktığını, öpüşüp seviştiğini, Türkan Şoray’ın Türkan Şorayla kavga ettiğini başka hiçbir filmde izleyemezsiniz bu yüzden de izleyiniz. Derya Altınay’ın yetimhaneden evlatlık olarak aldığı çocuğun Burçin Terzioğlu olduğunu da magazinsel bir dipnot olarak buraya ekleyim.