“Kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gurunun çiğnenmesine,
Sevginin kepaze edilmesine,
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine.
Kötülere kul olmasına iyi insanın?”[1]
Bu coğrafyanın Marksist söyleminde “Kadın sorunu” olarak kodlanan görüngüye ilgim, Friedrich Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni’yle tanıştığım lise yıllarıma denk düşer; demek ki 1970’lerin başları… Hatta lise son sınıfta, okul yöneticilerini fazlaca ürküten bir piyes yazıp sahnelemiştik, 12 Mart bakıcı rejiminin çatlakları arasından sızan isyancı, özgürlükçü havanın etkisi altındaki bir grup kafadarla birlikte, ismi “Adım Kadın” gibi bir şeydi…
Bu ilgi lise yıllarıyla sınırlı kalmadı. Ve eninde sonunda, “Türkiye’de kadın” mevzuuna ulaştı. Bu coğrafyada kadın olmak ne anlama geliyordu? Kadınlığın serüveni neydi? Aytunç Altındal’ın kitabı iyi bir kaynak, sağlam bir başlangıç noktasıydı. Ama o kadar… Gerisi yoktu… 1970’lerin başlarında, bu coğrafyada kadınlık durumu üzerine çalışma yapmak isteyenlerin başvurabileceği kaynaklar son derece sınırlıydı:
B. Akarsu’nun Modern Toplumda Kadın’ı; Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan’ın Atatürk ve Türk Kadın Haklarının Kazanılması, Tezer Taşkıran’ın Cumhuriyet’in 50. Yılında Türk Kadın Hakları, Zehra Celasin’in Tarih Boyunca Kadın, Beria Onger’in Atatürk Devrimi ve Kadınlarımız, Kemal Savcı’nın Cumhuriyet’in Ellinci Yılında Türk Kadını, vb…[2]
Bu bir avuç yayının çoğunun anlatısı ise, standarttı: Türk kadını İslâm öncesinde özgür ve erkekle eşit statüdeydi. Eski Türklerde Hakan ile hatun birlikte yönetirlerdi. İslâm’ın benimsenmesiyle birlikte bu eşitlik bozulmuş ve kadın Osmanlı’da “kafes ardına / harem dairesine mahkûm olmuştu. II. Meşrutiyet’le birlikte kadınlar bu konumlarına itirazlarını yükseltmeye başlayacak, dernekler kurup dergiler çıkartacaktır. Türk kadınının Kurtuluş Savaşı’nda gösterdiği fedakârlıklar, “muasır medeniyet seviyesi”ne ulaşmayı hedefleyen Cumhuriyet rejiminde onun İslâm’la birlikte yitirdiği eşitliği yeniden kazanmaya layık olduğunu kanıtlayacak, Atatürk’ün iradesiyle girişilen bir dizi “devrim” (Tevhid-i tedrisat, Medeni Kanun ve nihayet önce belediye, ardından da genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkının tanınması…) ile birlikte Türk kadını tam eşitliğe kavuşacaktır. Türk kadını seçme ve seçilme hakkına “birçok medeni Avrupa ülkesinden bile önce kavuşmuş, böylece eşitlik süreci tamamlanmıştı… Bundan böyle yapılması gereken, Cumhuriyet’in “Kadın devrimi”nin eğitim yoluyla köylere yayılması ve “irtica”ya karşı savunulmasıydı…
1970’lerin devrimci/sosyalist hareketliliği “kadın sorunu”nu da kapsadığı ölçüde, bu anlatıya sınıfsal temelli itirazlar yükselecekti: Kemalizm bir burjuva hareketi olarak üst sınıf kadınlarına belli ölçülerde serbestiyet sağlarken, getirdiği haklar manzumesinden işçi-köylü kadınların yararlanmasına olanak verecek araçları baskılamıştı. Bu coğrafyada işçi-emekçi kadınlar “eğitimsiz oldukları” için değil, feodal ve/veya kapitalist sömürüye maruz kaldıkları için baskı altındaydı. Kadının kurtuluşu ise ancak özel mülkiyetin ilgası, sınıfsal sömürü ve tahakkümün sonlandırılması ile gerçekleşebilecekti.
1980’li yıllarda bu coğrafyada başgösteren feminizm, akademiye sirayet ettikçe, bu anlatı 1990’lı yıllardan itibaren feminist bir sorgulamaya tabi tutulacaktı: Şirin Tekeli, Deniz Kandiyoti, Yeşim Arat, Fatmagül Berktay, Serpil Çakır, Ayşe Durakbaşa, Yaprak Zihnioğlu… Bu sorgulama, kadınların II. Meşrutiyet’le birlikte yoğunlaşan itiraz ve etkinlikleri üzerinde duracak, bir “Osmanlı feminizmi”ne işaret edecek ve vurguyu bu “feminizm”in Kemalist cumhuriyet tarafından temellük edilip bastırılma tarzına yöneltecektir. 1970’li yılların ortalarına dek süregiden hegemonik Kemalist anlatı, 1990’lardan itibaren böylelikle tersine çevrilmişti. Türkiye’de kadın hakları Mustafa Kemal ve çevresi tarafından Türk kadınına “armağan edilmemiş”, tersine Osmanlı’nın son döneminden itibaren toplum içerisinde eşit bir konum edinmek isteyen kadınların uzun ve zorlu mücadelesi sonunda kazanılmış ve/fakat Kemalist rejim tarafından temellük edilerek rejimin denetimine tabi kılınmıştır…
Ancak 1980-90’ların feminist anlatısının öznesi de “Türk kadını”dır… Bu coğrafyanın “öteki kadınları”nın (Kürt, Ermeni, Yahudi, Alevî vb. …) seslerinin duyulur hâle gelmesi için 90’ların sonları, 2000’li yıllardaki etnik/kültürel canlanmayı beklemek gerekecekti. Önce kendi tarihini anlatan Kürt kadın hareketi, ardından da diğerleri…
Bir başka deyişle, bu coğrafyada kadına değgin Kemalist söylem, kaba bir kronolojik dizin üzerine yerleştirilebilecek üç kırılmayla karşılaşmıştır: sosyalist-komünist hareketlerin kadınlara yönelik önerileri ve işçi-emekçi kadınların durumuna vurgu yapan 1970’lerin Marksist itirazı, 1980-90’lı yılların feminist itirazı ve 1990’ların sonlarına doğru biçimlenen Kemalist monolitizme yönelik, farklı etnik kimliklerin deneyim ve taleplerine kulak veren itiraz…
Osman Tiftikçi’nin 2023 Mart’ında yayınlanan Türkiye’de Kadınların Seçim Hakkı Mücadelesi – Hakk-ı İntihab (1908-1935) başlıklı kitabı[3] ilginç bir biçimde, bu üç kırılma noktasını kaynaştırıyor ve Cumhuriyet’in kadın anlatısının köklü bir eleştirisi niteliğini taşıyor.
Tiftikçi’nin çalışması II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet rejiminin kadınlara seçme-seçilme hakkını tanıdığı 1935 yılına uzanan dönemi kapsıyor ve kadınların siyasal haklarını kazanma sürecini iki bölümde inceliyor: II. Meşrutiyet ve Mütareke dönemi ile Cumhuriyet yılları.
Kitabın II. Meşrutiyet yıllarına değgin en ilginç katkısı, Türkiye’deki ilişkin çalışmalarda marjinal bir yer verilen, Ulviye Mevlan Hanım’ın Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti ile Kadınlar Dünyası dergisine yaptığı vurgu. Bu dernek ve dergi, kadınların seçme-seçilme talebini sistemli ve istikrarlı biçimde gündeme getirmekle kalmamış, Osmanlı’nın çokulusluluğu çerçevesinde, kapılarını ve sayfalarını Türk ve/veya Müslüman olmayan kadınlara ve bunların oluşturduğu örgütlenmelere açmıştı. Ulviye Mevlan Kürt kadın yazarlara dergide yer veriyor, Ermeni ya da Çerkes kadınlarla ilişki kuruyordu (ss.37-38). Sosyalist işçi şair Yaşar Nezihe’nin de yazarları arasında yer aldığı Kadınlar Dünyası dergisinde, sosyalizm ile feminizm arasındaki ilişkileri ve koşutlukları vurgulayan yazılar da yer almaktaydı (s.16)… Olasılıkla sosyalist fikirlere açıklığı ve yekpare bir ulus tasarımına uzaklığı Cemiyet’in sonunu getiren etkenler olmuştu. Örgüt 1923 sonrasında kapanacak, Ulviye Mevlan ise derin bir suskunluğa gömülecekti.
Tiftikçi kitabının bu bölümünde Kürt, Ermeni ve Çerkes kadınların Cumhuriyet rejimiyle birlikte sönümlenecek olan hak mücadelelerine ve örgütlenmelerine de yer veriyor. Komünist kadınların seçme-seçilme hakkı talepleri, komünistlerin “kadın sorunu”na bakış açıları ve feminizme yönelik tutumlarına bir bölüm ayrılmış (ss.61-80).
Kitabın ikinci bölümü, ağırlıklı olarak CHF’nın genel olarak kadın hakları, özel olarak da kadınlara seçme-seçilme hakkının verilmesi karşısında nasıl “ayak dirediği” üzerine… Örneğin, Fırka’nın ilk biçimi olan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun tüzüğünde, Halk Fırkası’nın Nisan 1923’te ilan edile 9 ilkesi içinde, Fırka’nın 1923 tüzük ve programlarında, 1927 tüzüğünde ya da M. Kemal’in 2. Kurultay’da okuduğu Nutuk’da kadınlara değgin tek bir söz edilmediği, kadınların seçme ve seçilme haklarının ancak 1931 programında gündeme gelebildiği (“fırkamız kadınlarımızın, belediye intihabında olduğu gibi, mebus intihabında da siyasi haklarını kullanmaları için lazım gelen müsait zemini hazırlamayı bir vazife bilecektir”) vurgulanır. (ss.83-84) Oysa kadınlar, üstelik de çoğu (kadınların seçme seçilme hakkı konusunda 1922’den bu yana ısrarlı bir mücadele yürüten Nezihe Muhiddin ve onun Türk Kadın Birliği gibi) yeni rejime yürekten bağlı kadınlar, oy hakkı için çok uzun süredir uğraşmaktadırlar…
Yeni rejimin, ateşli savunuculuğunu da yapsa, kendisinden bağımsız hareket eden herhangi bir inisiyatife tahammülü yoktur, hele ki kadınlara. Sıkı bir rejim yandaşı olan Nezihe Muhittin’in öncülüğünde tüm ülkeden kadın örgütlerinin temsilcilerinin oluşturduğu Kadınlar Halk Fırkası (KHF)’nın kuruluşu, Ankara hükümeti tarafından engellenir. Bunun yerine kurulan Türk Kadın Birliği ise, tüm çabalarına karşın kadınlarla ilgili hiçbir karar sürecine dâhil edilmez. Birlik varolduğu sürece Kemalist rejimden “olağan şüpheli” muamelesi görecek, çelmelenecek, alay edilecek, zaman zaman da inzibatî uygulamalara maruz kalacaktır. TKB’nin “makbul” sayıldığı tek dönem, Nezihe Muhiddin’in ayak oyunlarıyla dernek başkanlığından tasfiye ve unutuluşa terk edilip yerine bir “kayyım” gayretkeşliğiyle kendisine söylenenlerin dışına çıkmayacak bir yönetimin getirilmesinin ardından olur. TKB böylelikle bir yardım derneğine dönüştürülecektir. Ancak bu hâliyle bile fazla dayanamaz. Kadınlara seçme ve seçilme hakkının verildiği 1934’den sonra, birlikten kendisini feshetmesi istenir. Çünkü artık kadınların talep edebileceği hiçbir şey kalmamıştır! Osman Tiftikçi bu ibretlik olayı şöyle aktarıyor:
“1934’ün Aralık ayında İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’ın Latife Bekir’i vilayete çağırarak Atatürk’ün “Söyleyin Latife Hanım’a Türk Kadın Birliği’ni kapatsın. Türk kadınlarına seçme ve seçilme hakkını veren yasa çıktı ve artık bu derneğe gerek kalmadı” dediği söylenir. Latife Hanım ise TKB’nin çok emek verdiği İstanbul Kongresi’nin yakında toplanacak olması dolayısıyla kararın kongre sonrasına ertelenmesini talep etmiştir…
CHP, ‘hakkınızı verdik hadi derneği kapatın’ biçimindeki isteğinde o kadar aceleciydi ki, TKB’ye, ‘siz derneği kapatın, kadın kongresini biz yaparız’ şeklinde bir teklif bile götürmüştü. Memleket için ne lazımsa biz yaparız mantığının bir tezahürüydü bu.
“Latife Bekir, Cumhuriyet Halk Partisi’nin ‘Türk Kadın Birliği lağvedilince konferansı biz tertip ederiz’ söylemine karşılık olarak, düzenlenecek olan uluslararası konferansın Alliance’a (Birliğe O.T) kaydedilmiş birlikler tarafından gerçekleştirileceğini, eğer Türk Kadın Birliği ortadan kalkarsa, konferansın yapılmasına imkân olmayacağını söylediğini, dolayısıyla Hükümetin Türk Kadın Birliği’ni lağvetmek için konferansın sonunu beklemeye razı olduğunu belirtiyordu.
Emir yüksek yerden gelmişti, CHP, Türk Kadınlar Birliği’nin kendini fesh etmesini istiyordu.” (ss.174-175)
Kaldı ki, seçilen (??? – aslında kadınların oy kullandığı ilk seçimlerde -ki seçimler iki dereceliydi; seçmenler yalnızca CHF tarafından belirlenmiş, hemen tümü parti üyesi ikinci seçmenleri seçiyorlardı. Onlar ise her biri M. Kemal tarafından münasip görülmüş, çoğu kendi haberi olmadan aday gösterilmiş kadınları “seçmişlerdi”. Bir başka deyişle, Meclis’e kaç kadın gireceği ve bunların kimler olduğu, seçimlerden çok önce belliydi!) kadın “saylavlar” dahi “artık kazanılacak bir hak kalmadı” diye TKB’nin kapatılmasını talep ediyorlardı!
Böylelikle TKB Mayıs 1935’de olağanüstü kongresini toplayacak, 500 üyeden 17’sinin katılımıyla gerçekleşen kongrede oybirliğiyle “fesih” kararı alınacaktı… (s.175)
Türkiye’de feminizm, “resmen” sonlanmıştı…
Osman Tiftikçi’nin yapıtı bu “ibretlik” tarihi çarpıcı bir anlatımla gözler önüne sererken, “Cumhuriyet efsaneleri”nden birini, Türkiye’de kadınların haklarına ileri Avrupa ülkelerinden bile önce kavuştuğu söylencesini yapıbozumuna uğratıyor… 100. yılını eda ettiğimiz Cumhuriyet’in kendine dair anlattıklarına kulak verirken, daha temkinli, daha eleştirel olmamız gerektiği hususunda uyarıyor bizleri. “Resmi tarih”in duymamız, bilmemiz istenmeyen, bastırılmış bir “gayrıresmî tarih”in üzerine inşa edildiğini bir kez daha gösteriyor.
Velhasıl, altı çizile çizile, döne döne okunması gereken bir kitap, Türkiye’de Kadınların Seçim Hakkı Mücadelesi – Hakk-ı İntihab (1908-1935)…
25 Mart 2023 13:12:41, İstanbul.
N O T L A R
[*] Newroz, Nisan 2023…
[1] William Shakespeare.
[2] Daha kapsamlı bir döküm için bkz. Şefika Kurnaz, “Türk Kadın Hakları, Bir Bibliyografya Denemesi”, https://www.atam.gov.tr/wp-content/uploads/%C5%9Eefika-KURNAZ-T%C3%BCrk-Kad%C4%B1n-Haklar%C4%B1-Bir-Bibliyografya-Denemesi-.pdf
[3] Osman Tiftikçi, Türkiye’de Kadınların Seçim Hakkı Mücadelesi-Hakk-ı İntihab (1908-1935), Nota Bene Yayınları, 2023, 206 sahife.