Ülke ekonomilerini yönetmek ile bir işletmeyi yönetmek arasında önemli bir fark vardır. İşletme yönetiminde, mevcut gelişmelere dair hızlı reaksiyon vermek gerekir. Mali piyasalarda, hedonist yaratıklar gibi al-sat işlemleri yapan borsa simsarlarının Wall Street kültürüyle özdeşleşmiş kar odaklı hareketlerini devletlerin ekonomi yönetiminde görmek alışılagelmiş bir durum değildir.
Ancak, Türkiye Cumhuriyeti ekonomi yönetiminde böyle bir dinamik hareket etme arzusu var. 2008 sonrasında dönüşen piyasalara karşı “faiz lobisi” reaksiyonuyla başlatılan kampanya; esasen Türk ekonomisinin faiz ve para politikası üzerindeki uzlaşılmış yaklaşımların ötesinde hareket etme niyetinin ilk göstergesiydi.
Ardından, geleneksel olmayan adımlarla izlenen politikalarda esasen varsayım, dünya para piyasalarında bir değişim var. Bu değişime yönelik tutucu olmayalım, her kriz bir fırsat yaratıyorsa Türkiye Cumhuriyeti’de bağımsızlığını cari açığını azaltıp, üretim odaklı bir modelde bulmalı yaklaşımı benimsenmişti.
Ancak, şirketler kar yaparken birçok sorumluluğu üstlenmezler. Mesela, bir şirketin istihdam potansiyelini azaltıp işgücü verimliliğini arttırması gözlemlenir. Ancak bir devletin istihdamı azaltacak adımlar atması, sosyal hakları budayarak yurttaşlarını güvencesizleştirmesi beklenmez. İnsan hak ve özgürlüklerine dair imzaladığı uluslararası antlaşmalara riayet etmesi beklenir. Ancak bunları devlet ekstra maliyet olarak görüp, onlardan kurtulma yoluyla dinamik bir büyüme yaratacağına inanması, devletin rolünün değişmesi ile ilgilidir.
Özellikle, Batı ve AB ile uzun dönemli bir işbirliği içinde bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin; bu konudaki tahütlerinden cayıp yeni bir maceraya atılması dikkat çekicidir. Alınan bu riskin daha hızlı büyüme getireceği varsayımı, denenmemiş bir rotanın ilk kez uygulanması oldukça maliyetli sonuçlar yaratabilir.
Ancak, TC Merkez Bankası Başkanı Şahap Kavcıoğlu, Türkiye ekonomisine dair son zamanlardaki en önemli açıklamayı geçtiğimiz gün yapmasıyla konu biraz daha netleşti. Kavcıoğlu, Merkez Bankası’nın görevinin cari açığı dengelemek olduğunu da söyledi.
2001’de Türkiye’de yaşanan ekonomik kriz sonrası Merkez Bankası’nın bağımsız bir kurum rolü yeniden tanımlanır ve “Türk Lirasının fiyat istikrarının korumak” temel görevi olarak belirlenmişti. Şimdi, Kavcıoğlu’ndan anlıyoruz ki yeni görev tanımında fiyat istikrarı yok, cari fazla yaratmak var.
Peki nedir bu cari denge…
Kitabi olarak gidersek ülkenin yaptığı ticaret ve mali işlemler arasındaki net farktır. Ülkeniz çok fazla ithalat yapıyor, mali işlemleri dışa dönük gerçekleşiyorsa; cari açık oluşur. İhracat yapıp, mali işlemleri ülke piyasasında gerçekleşiyorsa cari fazla verilir.
Bu noktadan sonra Merkez Bankası başkanı diyor ki, benden fiyat istikrarı beklemeyin. Benden enflasyona duyarlı hareket etmemi beklemeyin. Enflasyon yükselebilir, kurlar uçabilir. Benim görevim ihracatı arttırmak, mali işlemleri ülke içinde tutmaktır.
Oyunun kuralları yeniden tanımlandı…
Rakamsal olarak cari dengeye bakarsak. Türkiye Cumhuriyeti’nin cari açığı 2021 Orta Vadeli Programına göre, 21 milyar dolar olacak. Bu esasen ülkenin dışa bağımlılığının da bir göstergesi. Normal bir ekonomide, bu konu Maliye Bakanlığını ilgilendiren bir mesele. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti yetki karmaşası yaratarak bu sorumluluğu Maliye Bakanlığı yerine Merkez Bankasına aktarıyor.
Merkez Bankası cari açığı düşürme misyonunda ise “A la Turka” yani Türk usülü bir yöntem izleniyor. Bu geleneksel para teorisinin biraz dışında ve çokça varsayıma dayanıyor. Ancak özetle Merkez Bankası şöyle bir yol izliyor.
Öncelikle, piyasada dövizin fiyatını arttırıp, Türk lirasını değersizleştirelim. Değersizleşen Türk lirası ile Türk ihraç mallarının fiyatı düşsün böylelikle ihracata olan talep artsın. Bu ticaret fazlası yaratsın. Ancak bunun yaratacağı enflasyon sorununu da, uzun zamana yayalım. Ülkeye faiz olarak değil, yatırım olarak gelen dolarlar piyasada bollaşsın; ithal ürünlere olan talep fiyatları arttığı için azalsın. İthal ürünlere talep azaldıkça, piyasada bolca döviz biriksin ve aşamalı olarak dövizin fiyatı düşsün, ekonomideki dönüşüm sağlanınca enflasyon da dengeye gelsin.
Enflasyonun bedeli olan hayatın pahalılaşması sorununu bir süre halk kendi başına çözsün. Bu paradigmanın ne kadar uzun bir süreye yayılacağı ile ilgili bir bilgimiz yok.
Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Vadeli Programına baktığımızda cari fazla ile ilgili 2022 hedefi 18,6 milyar dolar. 2024 hedfei ise 10 milyar dolar. Başka bir deyişle, Türk lirasının Merkez Bankası eliyle değersizleştirilmesi, cari fazla verene kadar devam edecekse; Türk lirasındaki değersizleşme devam edecek. Halk, bu yeni paradigmanın bedelini yoksullaşarak ödeyecek.
Bu politikanın sürdürebilir olmadığı açık, ancak daha büyük tehditler var. Bunlardan biri, Türkiye’de ihracatın ağırlıklı olarak ithal ürünlerin işlenerek, son ürün olarak ihraç edilmesinde. İthal girdiyle yapılan ihracatın yerel girdiye dönüşmesi pek kolay olmayacak. Dahası, ham madde konusunun yanında bir de enerji, doğal gaz gibi Türkiye’nin koşulsuz satın alması gereken girdiler var. Özellikle petrolün hızlı değer artışı karşısında; TL’nin erimesinin de hayal edilen cari fazla hedefine yaklaşılması pek de mümkün değil.
Bu noktada, dış politikadaki değişimi de anlamlandırmak mümkün oluyor. Mavi Vatan doktrini çerçevesinde, Türkiye’nin doğal kaynaklara erişerek onlarda fiyat avantajı yaratmak için uyguladığı genişlemeci politika, Irak, Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz’deki tutum bu dönüşüm arzusunun parçaları. Herkese rağmen, kendini merkeze alan ve bunun için güç kullanmaktan çekinmeyeceğini ortaya koyduğu bir dış politikası var Türkiyenin. Ancak son zamanlarda ciddi git geller yaşıyor. Mesela, dün Biden ile konuşan Erdoğan, Doğu Akdeniz konusunda böyle bir gündemim yok deyiverdi. Bu, Mavi Vatan paradigmasının gündemde olmadığı anlamına mı geliyor bilemeyiz ancak muhattabı Biden’in de böyle bir gündemi bulunmadığını söylemesi esasen konunun buz dolabına koyulduğunu gösteriyor.
Mavi Vatan’ın Kıbrıs üzerinden şekillenen ve Lozan’dan bugüne kadar gelen Dış Politika geleneğini yok edecek bir potansiyel barındırdığı aşikar. Ancak 2023’te yeni bir devlet paradigmasının siyasi ve ekonomik ayağının birbirini tamamlayan unsurlarının, “gündemde olmaması” esasen Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi paradigmasının bataklığında boğulma riski olduğunu gösteriyor.
Yaklaşan seçimlerde, Erdoğan’ın kişi kültü üzerine oluşturulmuş yeni ekonomik ve siyasi paradigmanın aşınmasının maliyeti gittikçe derinleşiyor. Ülkenin merkez bankası ülkedeki fiyat istikrarı yerine “sürekli devalüasyon” politikası uygulayarak yoksullaştırdığı kitleler tarafından kişi kültü ile uyutulamayacak duruma geldiği son anketlere yansıyor.
Hal böyle olunca, Türkiye’de genişlemeci bir rüyanın ürünü olarak yeni merkez bankası paradigması da derinlikli bir uygulama olarak karşılık bulamıyor.
Türkiye iktidarı için tam bir kapana sıkışma hali ve şaşalı bir yıkım söz konusu…
Görünen o ki cari fazla vermeyi hedefleyen Erdoğan’ın ekonomik paradigması, en son cari fazla yerine IMF ile yapılacak bir memorandum ve borçlanma sürecini getirecek. Yaklaşan seçimlerde ise muhtemelen , Cumhuriyet’in 100. yılında, ülkeyi yıkımdan kurtarmak için borç senetlerine imza atacak olan kişiyi belirleyecek.