Önceleri Baf Ebubekir Camisi çevresinde kimimizin ellerinde tomsonlar, kimimizin ellerinde stenlerle daha çocuk yaşta mevzilerdeyiz. Baf Sancaktarı (Kod adı vardı ama asıl adı Cengizhan Özoğul, bendeki intibası oldukça insancıl olmasıydı) bu arada bizi Cengiz Topel Sineması’na çağırıyor ve elimizdeki silahları siteye vermemizi istiyor (16 Temmuz 1974 tarihinde bizlere dağıtılan silahlar). Gideceğimiz bazı merkezlerde hem ihtiyat kuvveti olacak hem de mekanik eğitim göreceğiz. Aynı zamanda mevzi kazılması gereken yerlere akabinde gidip mevzi kazıp geri döneceğiz. Büyük bir yoğunluk var. Eski Özel Harp Uzmanlarından rahmetli Orgeneral Kemal Yamak’ın bir kitabında (Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler) Kıbrıs’ta ilk anda beşbin sivilin bir alarm durumunda derhal hazır hale getirilmesi bilgilerini okuduğumda aslında bizim ne kadar savaşa hazırlıklı olduğumuzu ve Türk istihbaratının darbe hakkında da hazırlıklı olduğunu şimdi anlıyorum. Bir sene önce de Baf Mandirga Köyü’nde izci olarak silah ve askeri eğitim gördüğümüz aklıma geliyor. Cengiz Topel Sineması’nda görev bölümü yapıldıktan sonra galiba hatırladığıma göre 16-17 yaşlarında bir 30 kadar genç çocuk Baf Belediye Binasına konuşlanıyoruz. Orada sivil askeri komutanlar bizlere sten, tomson ve havanlar hakkında dersler veriyorlar ama havanlar konusunda ne milyem taksimetreleri ne de ileri gözetleyicilik hakkında bir bilgimiz vardı. Havanları sadece göz ucuyla ayarlıyorduk. Bu konuda eğitim konusunun bayağı yetersiz olunduğu da belliydi. Gene mesela Baf düşünce bir geri tepmez topun hiç kullanılmadan teslim olunca ambalajlar içinde verildiğini de görmüştük. Savaş sırasında bu zayıflık Baf’ta bayağı göze çarpıyor ve karşı RMMO, EOKA B ve sivil milisler Baf’ı en fazla bu zayıf tarafından vuracaktı. Baf 20 Temmuz’da ağır havan atışına tabi tutulacaktı. Tabi bölgede bulunan çıkarma ve savaş gemisi L 172 de denizden bu saldırıyı sürdürecek ve Baf Türk tarafı hem denizden hem de karadan havan toplarıyla dövülecekti. Herhalde bugün yani 18 Temmuz günü öğle sıcağında Lazana Bölgesi’nde mevzi kazıyoruz. Karşıdan en az beş veya altı Yunan Ordusu’na ait askeri kamyon Khloreka Köyü’ne giriş yaparken ansızın silah sesleri duyuyoruz. Belli ki Makarios Bölgeden kaçmasına rağmen Khloreka Bölgesi’nde sol ve Makarioscu güçler daha mukavemet gösteriyorlar. Silah sesleri çok yakından geliyor. Ama gene belli ki Baf’ın da mukavemeti artık kırılmış. Yunan Cuntası ve EOKA B ve RMMO artık etkinlik kazanmış. Tabi bu arada Belediye Binasına dönüyoruz. Yanımda Türkiye’nin bende birikmiş Cumhuriyet ve Yeni Ortam Gazeteleriyle gene romanlar da var. Mesela bunlardan biri Yılmaz Güney’in “Boynu Bükük Öldüler” Romanıyla Şevket Süreyya Aydemir’in “Suyu Arayan Adam” adlı romanları. Her iki romanı da okumakta arada sırada Yeni Ortam ve Cumhuriyet Gazetelerini de okumaya çalışmaktaydım çünkü derslerim dolayısıyla maalesef bu gazeteleri sadece biriktirmiştim. . Derslerimden dolayı üye olup da aldığım bu gazeteleri ve romanları fırsattan istifade bitirmeye çalışıyorum. Yeni Ortam Gazetesi’de takip ettiğim İlhami Soysal ve Oya Baydar’ın makaleleri en fazla ilgilimi çeken yazarlardı. Beni Şevket Süreyya Aydemir’in Romanı Suyu Arayan Adam daha da etkiliyor çünkü bu romanda Aydemir 17 yaşında Kafkas Cephesi’ne gidişini ve de 17 yaşındaki bir çocuğun savaş anılarını anlatıyor. Tıpkı mevzide olan bizim gibi…Yine o sabah ortalık durulduğu için arkadaşım Salih Kemal’le Rum tarafındaki Posta Dairesi’ne kadar gidip mektubumuz olup olmadığını soruyoruz. Etrafta devlet dairelerinde Kıbrıs Bayrakları indirilmiş ve Yunan Bayrakları dalgalanmaktaydı.
Bu arada ailemden de bahsedeyim; 19 yaşındaki büyük kardeş Tema Mükellef Mücahit olarak,14 Yaşındaki kardeşim Hamza, 17 yaşındaki ben , 41 yaşındaki babamız da artık mahalledeki mevzilerde yer almışlardı. Evimiz bir karakol gibi kullanılmakta. Annemiz oradaki mücahitlere evde yemek yapmakta. Hepsi de genç arkadaşlar. Mahallenin tüm çocukları da mevzilerde. Mevziler ana-baba günü. Karşı Rum mahallelerinden çıkan çığlık ve kurşun sesleri ve bizim tarafta da hızlı bir hazırlık var. Ecevit’in Londra’ya gidip İngiltere ile ortaklaşa harekata girişeceği söylentileri var. Bu arada Ürdün’den halamın iki çocuğu iki yaşlarındaki Tarık ve 6-7 yaşlarındaki kızı Meysun da bizde kısılmışlar. Babamın annesi Hatice nenem işe gittiğinden ötürü geçici olarak sırf çocuklar da denize gitsinler diye onları bize bırakmış. Bayağı yaramaz çocuklar…Bugün ayni 18 Temmuz günü, geçici bir duraklama yapılmış. Olaylar durulmuş gibi. Baf’ın şöför Ramadan’ı Lefkoşa’ya gidecek diye duyan rahmetli babamız Hüseyin Irkad, artık bir savaşın başlayacağından ve durumların da kötüye gideceğinden dolayı tatilde olan halamın çocukları, Tarık ve Meysun’u alıp hemen Lefkoşa’ya götürüyor, onları neneme bırakıyor ve hemen geriye dönüyor. Babam geriye döndüğünde söylediği sözler hala aklımda.
“İlk defa olarak Türkiye’nin bir harekat başlatacağı kanaatına vardım.
Lefkoşa’daki hazırlıklar ve mevzilerin hazırlanışından genel ve büyük bir harekata hazırlık ve savaş intibaına vardım. Cumartesine kadar büyük olaylar olabilir.” Babamın ciddi olan bu konuşmasıyla olayların artık çok ciddi olduğu ve de büyük bir savaşın başlayacağı kanısı bende 17 yaşıma rağmen bir ürperti uyandırıyor.
Bu arada her yere yetişmekte ve mevzileri derinleştirmeye devam ediyoruz. Bugün (18 Temmuz 1974) mevzileri belimize kadar derinleştiriyoruz. Bu arada Lazana Bölgesinde bir su deposundan su içerken bir yakın arkadaşımın babasının sözleri de dikkatimi çekiyor:
“Artık inşallah bu işler biter ve NATO gelip adayı teslim alır ve taksim olur. Biz de artık rahatlarız.”
O 17 yaş çocukluğu ile kendi kendime soruyorum:”Taksim olunca rahatlayacak mıyız ?”
19 TEMMUZ 1974…
BÜYÜK BİR SESSİZLİKLE TEMMUZ SICAĞININ İÇİNDE NEFESLER KESİLMİŞ BİR BİÇİMDE BEKLERKEN
Tam 48 yıl geçmiş…İnanın hala daha hatırladıkça tüylerim ürperiyor. Savaşı beklemek aslında ölümü beklemek gibi birşeydi. Yukarıdaki fotoğrafta Baf Kasaphane Yolu’nda mayın çukurlarını ben ve arkadaşlar kazdık. Oradaki üst rütbeli abilerimiz bu fotoğraf karesinde yer almamızı istemediler. Hatıladığım kadarıyla Fotoğrafçı “Muhiddin Ali Hoca” arkadaşın arkasına bizi geçirip kendileri mayınların önünde bu karede yer alıyorlar.
Biliyorsunuz çeşitli görüşler de var. Aslında herşey daha önceden planlıydı. NATO kendi içinde Soğuk Savaş planlarını yaparken Makarios da kendi terendazlığı ile kendi ulusalcı ve enosisciliğini isbat eden yeni oyunlar içindeydi. Grivas ile EOKA Döneminden tersti ama 1974 yılına geldiğinde gerekirse şiddet kullanarak Enosis ilan etme ve adayı Yunanistan’a bağlama yerine bir Kıbrıslırum adası olma politikasını benimseyince, kendi fanatik enosisci kesimlerinin de tepkilerini çekmişti üzerine…Kıbrıslıtürklerin haklarını alıp onları azınlık durumuna getirirken dengelerle oynamanın veya Doğu Bloku’na yaslanıp SSCB Devleti’nin desteğini kazanmanın bedeli olarak NATO ve Batı devletlerinin de tepkisini üstüne çekiyordu. Elbette burada Türk milliyetçiliğini veya onların istirdat politikalarını öğecek değilim ama Makarios Batı devletleri tarafından bu yüzden istenmiyordu. Kafasındaki terendazlıkları uygulamak için Bağlantısız Bloku ve de Doğu Blokuna yaslanması gerekiyordu. Rus Bürokratik Devleti veya Rus Otoriter Sosyalist Devleti aslında ABD ile bir hegemonya Savaşındaydı. Bu savaşın hiçbir sınıfsal özelliği yoktu. Makarios bir ulusalcıydı. Şiddet taraftarı bir enosisci değil ama Kıbrıslıtürkleri ozmosis yoluyla adadan göçettirerek adayı bir Kıbrıslırum dominantlı bir Cumhuriyet haline getirme emelindeydi. Kıbrıslıtürklerin Kıbrıs Cumhuriyetinden gelen haklarını kısıtlayıp onları azınlık statüsüne iterken, Türkiye’den tepki ve hatta bir askeri müdahale veya harekat gelme olasılığına karşı (Türklerin de buna uygun planları elbette vardı) dengelerle oynayıp bu amacını yerine getirmeye çalışmaktaydı. Kıbrıslıtürk liderliği de adayı taksim yapma emelindeydi ve Makarios’un bu terendazlıkları onların da menfaatine geliyordu. Makarios, Bu konuda değişikliklere giderken, ABD ve Otoriter Rus Sosyalist Devleti arasındaki hegemonya Savaşında,Makarios taktik olarak, ağırlığını Rusya Otoriter Sosyalist Blokundan yana koyarak amacına varmayı düşünmekteydi. SSCB’nin sosyalizmi de tartışılır çünkü bu sosyalzimde sadece Rus bürokratlarının şahsi menfaatleri ve otoriter rejimleri sözkonusuydu.Makarios’un Danışmanı olan Baflı lider, Dr İhsan Ali, hem bu politikalarının hem de bu denge politikalarının yanlış olduğunu, Yunan Darbesi’ni önlemesi için aslında Kıbrıstürkleri de kazanması gerektiğini ona anlatmış ama o, Dr İhsan Ali’yi dinlememişti. Dr İhsan Ali daha 1930’lu yıllarda adanın bir İsviçre olmasını istemekte ve NATO kaynaklı derin devletlerin derin operasyonlarına karşıydı. Taksim’in Kıbrıslıtürklerin menfaatine olmayacağını savunmaktaydı. İhsan Ali başından beri Avrupa aydınlanmacılığını temsil eden Demokratik bir Kıbrıs Cumhuriyeti’nden yanaydı. Makarios maalesef aydınlanmanın da yanından geçmeyen ırkçı ve ulusalcı bir tavırla, Kıbrıslırumların dominant olduğu bir Kıbrıs Cumhuriyeti’nden yanaydı. 15 Temmuz Darbesi’nin temel sebeplerinden başlıcası aslında Makarios’un bu sakat görüşünde yatmaktaydı. Bu vurdumduymazlık, 15 Temmuz günü Yunan Cuntası’nın Darbesiyle Dr İhsan Ali’nin ne kadar haklı olduğunu da göstermişti. Rus Otoriteryanizmi kendi ülkesi içinde de empoze ve baskıcı, demokratik kurumları olmayan, adına Sosyalist denen ama 1917 yılında kendi koyduğu özgürlükçü ilkeleri bile takmayan,hatta Sosyalizmin de yanından bu yüzden geçmeyen, (Ukrayna Sorununun temel sebeplerinden biridir) bir Stalinist Diktatörlüktü. Gerek Doğu Bloku’nda gerekse Komünist partilerde şekillenen, aslında sadece Rus dominantçılığı veya Rus milliyetçiliğinden başka birşey değildi. AKEL de aynı ideoloji ile, maalesef enosisi bu yüzden benimsemişti çünkü ideolojik zayıflığı bunu getiriyordu. Rus Devriminde Beş yıl süren (1917-1922) o çoğulcu demokratik konsensüs ve çok renklilik, büyük kıyımlarla devrime katılan tüm fraksiyonları, Troçkist ve anarşistler de dahil, büyük bir kıyımdan geçirerek (Termidor), Stalin otoriteryanizmine dönüşerek, tüm devrim romantizmini ortadan kaldırmıştı. Makarios’un böyle yapıda olan SSCB kontrolündeki böyle bir demokratik olmayan ama self determinasyon ilkesinden bile vazgeçen (Ukrayna’ya verilen self determinasyon daha sonraları vurgulanmayacak ve Rus bürokrasisi geri adımlar atacaktı) sol yönelime girmeleri de belki de içlerindeki ulusalcı yönelimin bir sonucuydu ama Sosyalizmin ulusalcılığı da maalesef Sovyetler Birliği’nin sonunu da getirmişti.
Evet, zamanımız Baf’ta, 19 Temmuz günü Ecevit’in Londra’daki girişimlerini izlemekle geçmekte. Arada sırada hazırlıklara girişip mevzi ve mayın çukurları açan biz çocuklar tekrar gruplar halinde geriye gelip Belediye’de verilen silah kurslarına ve mekanik eğitimlere katılmaktaydık. Çevrede küçük çocuklar bile artık mevzilerdeydi. 12 yaşında çocukları bile mevzilerde görmek pek de sürpriz olmuyordu çünkü Baf’ın mücahit sayısı bayağı azdı. Belediye binasında kitaplarımı okumakta, radyoyu yakından izlemekte, haberleri kaçırmamaktaydım.
“1967 yılında olduğu gibi gelmeyecek” diyordu arkadaşımın biri…
“Hayır” diyordum. “Ecevit karakter sahibi bir politikacı, sanırım o müdahaleye karar verip harekatı başlatacak. Diğerlerinden farklı… Çok kitabını okudum. Üstelik 1968 sloganlarıyla emekten yana bir politika çizmişti Başbakan olurken”
Evet, hızlı bir şekillde 20 Temmuz 1974 tarihine doğru ilerliyorduk. Nefesler kesilmiş kulaklarımız Londra haberlerindeydi…
O 1970’li dönemlerde Kıbrıslıtürk liderler 12 Mart 1971’in etkisiyle Ecevit’ten hoşlanmıyorlardı. Ama ben, 14 yaşımdan itibaren Türkiye’den gelen üniversite talebelerinden Ecevit’in bütün kitaplarını elde edip okumaktaydım. Ben ve ailem, annem ve babam, darbe öncesinden de Ecevitçiydik( Ecevit’in 1980 sonrasında görüş değiştirmesi ve ulusalcılığa kayması elbette benim de onu eleştirmemi getirmişti) Ama bugün kabul etmek gerekir ki şimdiki Türkiye’deki egemen kesimlerden çok daha temiz ve namusluydu Ecevit. Evet, tarih 19 Temmuz, Kıbrıs konusunda Londra’daki gelişmeleri beklemekteyiz bugün de…
-DEVAM EDECEK-