1977 yılında bedenine üç kurşun saplanır. Arkadaşı Muharrem Özdemir yanında öldürülür. Kendisi şans eseri hayatta kalır. Aradan 40 yıl geçer. Yüzleşme!
“Yaşamış olduğum travma ile yüzleşmemi gündemime aradan 40 yıl geçtikten sonra alabildim” sigarsını sarıyor Sümer, hafiften bir ışık huzmesi vuruyor boynuna, “40 yıl sonra bu konuya bire bir bakabileceğimi ve bunu sanatsal anlamda anlayabilceğim ve üretebileceğim öz güvenine sahip olduktan sonra yapabildim.”
Son yıllarda gerek yaptığı performansalar gerekse de açtığı sergilerle isminden söz ettirmekte. Kendi hikayesiyle, belki de kendisiyle yüzleşerek baş ediyor. “Çünkü yüzleşebildikten sonra kendimizi var edebiliyoruz” diyor.
Sümer Erek, bir sanatçı. Sanatı tekrar insana kazandırılması gerektiğini düşünen bir sanatçı. Çünkü “bugün bir sanat endüstrisi var. Eğer sanatçı bir kuramla, bir argümanla sanat yapmıyorsa, sanatın insandan uzaklaştırıldığının farkında olmazsa, hiçbir şey yapamaz. Bugün sanatın tekrar insana kazandırılması gerekmektedir. Yapmış olduğum mücadele de budur.”
Yüzleşmenin bir süreç olduğunu ve sonuna kadar götürülmesi gerektiğini düşünen Erek, bu sürecin bireyden başladığını ve kişinin kendisiyle yüzleşemediğinden sonra toplumsal bir de yüzleşmenin mümkün olmadığını ifade ediyor.
“Toplumun varolabilmesinin bütün mekanizmaları yok edildi”
Kıbrıslı Türklerin gelişiminin ve toplum olarak varolabilmesinin bütün mekanizmalarının yok edildiğini ifade eden Erek, dünyada çok acımasız ve gerici bir dönemin de başında olduğumuzu sohbetimizde belirtiyor.
“Sahte bir devletimiz olduğu için üzülmeyelim”
“Sahte bir devletimiz olduğu için üzülmeyelim ifadelerini kullanan” Erek, dünyadaki bütün devletlerin de sahte olduğunu gerçek olanın sermaye ve onun dayattığı güç olduğunu düşünüyor. “Kıbrıs’ta sahte bir devlet vardır diyoruz. Acaba Amerika’daki devlet gerçek mi? Yok, hiç de değil. ABD devleti de bugün uluslararası sermeyenin piyonudur. İngiltere’deki de öyle, Türkiye’deki de. O yüzden sahte devlet olduğumuz için üzülmeyelim. Diğerleri de sahtedir. Gerçek olan sermayedir. Gerçek olan sermayenin gücünün mutlak dayatmasıdır. O güç tüm toplumsal girişimleri de sıfırlamıştır.”
“Bu sistemin içerisinde olmak istemiyorum. Ama öte yandan evet bir yanıyla da sistemin içinde yaşıyoruz. Dışında değiliz. Hiçbirimiz de olamayız. Bir direniş olarak yaşamımızı sürdürmemiz gerekiyor” diyen Sümer Erek ile bir kahve içtik, içerken de ses sohbetimizi kaydettik. Yüzleşmeden, sanata kadar pek çok şey konuştuk.
Daha fazla uzatmadan Sümer Erek’e bağlanıyoruz.
Röportaj: Hasan Yıkıcı
“Yüzleşebildikten sonra kendimizi var edebiliyoruz”
Yüzleşme insani değerler temel alınarak yapılan bir farkındalıktır. Yüzleşmenin genel, kişisel veya toplumsal çerçevesinden önce tamamen insani değer düzleminde algınlanması gerekmektedir. Çünkü yüzleşebildikten sonra kendimizi var edebiliyoruz.
“Belki de insani değerleri oluşturan kriterler, anlayışlar, etik üzerinde bir arıza, bir sıkıntı veya travma söz konusu olursa yüzleşmenin ve sorgulamanın bir zorunluluk olduğunu görüyoruz. Ama ilk önce ortaya o insani temeli koymak gerekiyor. Yüzleşme bir anlamda aynadır. İnsanın kendisine, kendisinin karışısında bir başka kendisi var gibi bakması ve sorgulamasıdır.
“Birey temelinde başlatılmamış bir yüzleşmenin anlamı olmaz”
Zaten birey temelinde başlatılmamış bir yüzleşmenin öz olarak, değer olarak ve tüm anlayışlar olarak bir anlamı olmaz. O bireysel sorgulamanın, insanın kendi özüyle, kendi değerleriyle yüzleşemediği durumda, bir bireyin toplumsal düzlemde yüzleşmesi ve sorgulayabilmesi mümkün değildir. Çünkü böyle bir durumda kişi kendisini izole ederek, kendisini sanki ‘tamammış gibi’ konumlandırır. O doğruluk mutlaklığı içerisinde toplumu ve sıkıntıları ötekileştirir.
Orada farklı bir düzlem söz konusu. Bireysel değerden toplumsal değere geçişte bir düzlem farkı vardır. Birey ancak toplumsal olarak bir özümsemeyi oluşturmuşsa, politik anlamda bireysel kimliğini toplumsal bir kimliğe dönüştürmüşse, o zaman toplumsal yüzleşmeyi gerçekleştirebilir.
“Yüzleşme sadece bilinç düzeyinde değil, tinsel ve ruhani manevi düzeyde de olmalı”
Tekrar bireye döndüğümüz zaman, bireyi de farklı bir düzlem içerisinde değerlendirmek lazım. Yani yüzleşmenin bir tek bilinç düzleminde değil, aynı zamanda, tinsel veya manevi düzlemde gerçekleşmesi önemlidir. Yani tinsel anlamda kendi bedeninden çıkıp kendisini farklı bir gözle görebilmesi. Veya bir göçmenlik veya farklı coğrafyalarda yaşamışlık deneyimini kazanmış olan birinde de kendisini veya kendi toplumunu dışarıdan farklı bir gözle görebilmesinin donanımını, o yaşanmışlığı içerisinde edinmiş demektir.
“Kendi temelini sorgulamayan yüzleşmeye de hazır değildir”
Yüzleşebilme bir anlamda kendinin dışına çıkıp kendini tüm boyutlarıyla objektif olarak görebilme meziyetidir. Eğer sen kendi temelini sorgulamaya başlamamışsan yüzleşmeye de hazır değilsin. Mesele buradan da sınırlı değil, daha da derini var. Mesela o sorgulamayı yaptığın zaman sen kendini gerçekten objektif olarak görebilecek misin? Bunun için o cesaretin, gücün var mı? O gücünün sana getireceği değerlerle senden o yüzleşmede olacak farkındalıkla kendini geliştirmeye ve dönüştürmeye hazır mısın? İlk önce onun farkındalığı gerekiyor.
“40 yıl aradan sonra yüzleşebildim”
Ben kendi pratiğime dönecek olursam. Yaşamış olduğum travma ile yüzleşmemi gündemime aradan 40 yıl geçtikten sonra alabildim. 40 yıl sonra bu konuya bire bir bakabileceğimi ve bunu sanatsal anlamda anlayabilceğim ve üretebileceğim öz güvenine sahip olduktan sonra yapabildim.
Bir sanatçı olarak her yaşanmışlık ve her ilişki seni bir şekilde hem şekillendirir hem de ürünlerinin oluşumunda seni etkiler.
Ben geçen yıl, vuruluşumuzun 40. yılında vurulduğumuz günü bir başlangıç noktası olarak alıp onunla ilgili bir şey yapmaya karar verdim. Çok karmaşık bir çalışmaydı. Ama özünde yıllar geçtikten sonra o karmaşık projenin ayrıca ne anlama geldiğini de öğrendim.
“Bir noktaya gelirsin yüzleşmek dışında başka hiçbir alternatifin kalmaz”
Tekrar yüzleşmeye gelecek olursak ben bugün kendimle yüzleşeceğim deyip yüzleşemezsin.
Bu bir süreç, burada söz konusu olan hem kendinizle hem başkasıyla hem de araçlarla kurduğunuz ilişkilerle de ilgili. Bir anda olacak bir mesele değil.
Bu sıkıntılı ve zor bir süreçtir. Bir noktaya gelirsin canına tak eder ve yüzleşmek dışında başka hiçbir alternatifin kalmaz. O zaman farkında bile olmadan kendinle yüzleşmek durumunda kalırsın. Çünkü kafan duvara dank etmiştir. Senin tüm varlık nedenlerin, var oluşununun sıkıntıları ortaya çıkar. Artık bıçak kemiğe dayandığında, istesen de istemesen de o sürece girersin.
Diğer önemli nokta ise bunu yarım yapamazsın. Ölümüne sonuna kadar yapak zorundasın. Bedensel bir ölümden bahsetmiyorum. Bugüne kadar savunduğun değerlerden tut da yaşanmışlığın sana getirmiş olduğu bir takım anlayışları da her bir şey de sorgulama cesaretine sahip olman lazım. Yoksa sadece yapmış gibi olursun. Gerçek anlamda bir yüzleşme olmaz.
Bunu yapmamışsan sadece yüzeyi kazırsın, karpuzun da beyazına gelirsin, kırmızıya inemezsin.
“KKTC’nin kurulmasıyla hukuki bütün temeller sıfırlanmış oldu”
Kıbrıslı Türklere baktığımda bu süreci anlayabilmemiz için daha da gerilere gitmemiz gerektiğini düşünüyorum. 74 sonrası değil öncesini de iyi anlamamız gerekir diye düşünüyorum. KKTC’nin kurulmasıyla hukuki bütün değerler sıfırlanmış oldu. O güne kadar sarıldığın ve oluşturmaya çalıştığın bütün yapılar ve değerleri sıfırlamış olduk. Bir şekilde biraz aptalca kendini mahkum ettin, izolasyon ve bağımlılığa teslim olduk.
Bu süre içinde biz kendi ulusumuz dediğimiz kimlikten çok daha farklı ama düşmanımız dediğimiz kesim ile çok daha ortak yanlarımızın olduğunu gördük.
“Bu toplumun gelişiminin ve varolabilmesinin bütün mekanizmaları yok edildi”
Kıbrıslı Türklerin hayatı ganimet kültürünün, yağmacı anlayışın sunmuş olduğu kısa dönemli değerlerle anlamsızlaştı. Bu toplumun gelişiminin ve toplum olarak varolabilmesinin bütün mekanizmaları yok edildi. Nüfus olarak, ekonomik olarak, kültürel olarak etkilendik. Tamamıyla kısa dönemli çıkarlar içerisinde toplumun o varoluşunu sağlayabilecek bütün nesnel temeller ortadan kaldırıldı.
“Çok acımısız çok gerici bir dönemin başındayız”
Bugün Annan Planı dönemideki toplumsal yükseliş artık yok. Olmasının hiçbir nesnel koşulu, nedeni de yok. Hem bu yaşadığımız coğrafyada hem de dünya konjonktürü içerisinde yok. Bugün çok farklı bir dönemdeyiz. Ve daha başındayız bu dönemin. Dönem çok acımasız, çok gerici bir dönemdir.
“Sahte bir devletimiz olduğu için üzülmeyelim”
Kıbrıs’ta sahte bir devlet vardır diyoruz. Acaba Amerika’daki devlet gerçek mi? Yok, hiç de değil. ABD devleti de bugün uluslararası sermeyenin piyonudur. İngiltere’deki de öyle, Türkiye’deki de. O yüzden sahte devlet olduğumuz için üzülmeyelim. Diğerleri de sahtedir. Gerçek olan sermayedir. Gerçek olan sermayenin gücünün mutlak dayatmasıdır. O güç tüm toplumsal girişimleri de sıfırlamıştır. Sermaye o kadar güçlü ve o kadar kendisine güveniyor ki bir ülkedeki güçlü bir grup “biz devrim yapacağız, bunun için sponsor arıyoruz” derse sermaye sponsor olacak. Çünkü sermaye sonuçta kendi karına bakıyor. Bunu yeniden yatırım yapabilmenin, ülkeyi yeniden şekillendirmenin en doğal sonucu olarak görecek.
“Olabilcek dönüşümlerin küçük parçalar içerisinde olması mümkün değildir.”
Yakın bir gelecekte toplumsal dönüşüm yaratabileceğimizi düşünmüyorum. Hem doğaya, hem sanata, insani olan birçok değere karşı güçlü bir saldırı var. Bu daha yeni başladı ya da yüzünü bariz bir şekilde göstermeye başladı. Artık izole bile olsak küresel bir dünyanın bir parçasıyız. Bu anlamıyla olabilcek dönüşümlerin küçük parçalar içerisinde olması mümkün değildir. Hele hele Kıbrıs gibi tüm varoluşunu bağılılık temelinde ve diğer büyük güçlerin etkisine teslim etmiş bir toplum olarak kendimizi yanıltmayalım. Kendimizi de izole bir yerde ve coğrafyada olarak düşünüp üzülmeyelim. Değiliz. Yeterki olmadığımızın fakına varalım ve kendimizi bir bütünün parçası olarak görelim.
“Toplumsal dönüşümün treni gitti, kendimizle yüzleşmeliyiz”
Bu dönemde yapılabilecek en güçlü ama en de zor olan şey isanın kendisine dönemsidir. İnsan kendisiye yüzleşebilmenin koşullarını hem ilişkilerinde hem işinde hem de sosyal alanlarında yaratmalıdır. Kendisini tepeye koymadan sorgulamalıdır. Bugün en büyük zaiyat o insanı değerlerin yokluğudur. Toplumsal dönüşümün treni gitti. Bir sendikanın da işçileri organize etmesinin trenini kaçırdık.
Birey olmanın özüne inebilmemiz gerekiyor. Eğer bütün araçlar gitmişse, ben kendi açımdan sanatı nefes alacağım ve insan olarak var olabileceğim bir alan olduğunu düşünüyorum. Yaşıyormuşsuz gibi yapıp yaşadığımızı sanıyoruz ama ölmüşüz. Hem de bir çok düzlemde.
“Sanatın tekrar insana kazandırılması lazım”
Bugün bir sanat endüstrisi var. Eğer sanatçı bir kuramla, bir argümanla sanat yapmıyorsa, sanatın insandan uzaklaştırıldığının farkında olmazsa, hiçbir şey yapamaz. Bugün sanatın tekrar insana kazandırılması gerekmektedir. Yapmış olduğum mücadele de budur. Politik ve etik duruşumdan dolayı bu endüstrinin bir parçası olmaya hayır diiyorum. Bu sistemin içerisinde olmak istemiyorum. Ama öte yandan evet bir yanıyla da sistemin içinde yaşıyoruz. Dışında değiliz. Hiçbirimiz de olamayız. Bir direniş olarak yaşamımızı sürdürmemiz gerekiyor. Kendi pratiğimde uzun zamandır şu prensip ile yürüyorum: Sanat hiçbir zaman benim için bir meslek değildir. Sanat bir meslek olmamalıdır. Para kazandığım, sermaye oluşturduğum, o sermayeye ürün verdiğim bir şey olmamalıdır. Açmazları olan bir dönemde yaşıyorsak sanatı insan olarak varolabilmenin düzlemine yerleştirmemiz lazım. Sanat yeterince yüceltildi zaten. Din tarafından, burjuvazi tarafından yükseltildi. Daha yüksek yapamıza gerek yok. Aşağıya insana indirmemiz lazım. Benim derdim bu.