Kaynak: Görünmez.org
Yazar: Julius Gavroche
Çeviren: Gamze Boztepe
“…her şeyi her gün yeniden icat etmek, kendilerini yaşamlarının efendileri ve sahipleri yapmak istediler.” – [Guy Debord]
“Devrimler, ayaklanmalar ve yeni yasalar, yani yeni yasayı şart koşan ve kuran şiddet kurucu iktidara karşılık geliyorsa, eksiltili iktidar açısından tanımının gelmekte olan siyasetin görevi olduğu bambaşka stratejiler düşünmek uygundur.” – [Giorgio Agamben, Bedenlerin Kullanımı]
“Yönetimi eksiltmek, kendimizi yönetilemez kılmaktır.” – [Görünmez Komite, Şimdi]
Aşağıdakiler, bir fikir, görüş paylaşımı alıştırmasıdır. Görünmez Komite tarafından yayımlanan en son makale olan Şimdi; Yaklaşan İsyan ve Dostlarımıza ile başlayan bir tefekkür-müdahaleye devam ediyor ve bir “otonomi” savunusuyla birlikte çağdaş siyasetin güçlü bir eleştirisini sunuyor. Burada önerilen, onların zamanımıza dair tasavvuruna hayat veren bazı fikirlerin kısmi bir çevirisi, özeti ve ifade ettikleri siyaset fikrinin eleştirel bir yorumudur.
Düşman çoktan galip geldi. Bir felaketin ardında, parçalanmanın döküntülerinin ortasında yönümüzü şaşırmış halde yaşıyoruz. Geriye kalan halklar, varlığını sürdüren sosyal kimlikler, ya işlevlerini kaybetmiştir ya da denetim araçları olarak işlev görürler: “Yeryüzünde yüzyıllar boyunca birbirinin yerini alan nesillerin ihtişamını ve sefaletini oluşturan her şey bugün tüm anlamını yitirmiştir.” Sermayenin genişleyen ve hızlanan akışında, mübadele değerinin kullanım değeri tarafından ortadan kaldırılması gösteriye dönüştüğünde, Marksist sınıfsız toplum projesinin bir parodisi küçük burjuvazi gezegeninde gerçekleşmiştir. “Gösteri hali… bütün gerçek kimlikleri boşaltır ve geçersiz kılar, halkın ve genel iradenin yerine kamu ve kamuoyunu koyar”, böylece “artık herhangi bir sosyal kimlik veya herhangi bir gerçek aidiyet koşuluna göre nitelendirilmeyen kendi içinde tekillikler, hakikaten herhangi tekillikler” üretir. (Giorgio Agamben, Marginal Notes on Comments on the Society of the Spectacle [Gösteri Toplumu Üzerine Yorumlar Üzerine Dipnotlar])
Ulusların, halkların, toplumların, kültürlerin, sınıfların ve geçmişteki benzerlerinin birleştirici kurguları, Devlet egemenliği ve yeniden üretim araçları olarak işlev görmelerine rağmen, yine aynı araçlar, tüketici arzusu gelgitlerinde ve nüfus hareketleri ile alışkanlıklarının semiyotik (bilinçli olmayan, ideolojik olmayan) denetiminde önemli ölçüde zayıflar. Kamu istikrarsızdır ve görüşleri (kamuoyu) gelip geçicidir. Geçmişteki bağlayıcı kimlikleri üreten eski gözetim teknolojilerinin (örneğin okullar, fabrikalar, ordular vs.) yetersiz olduğu ortadadır; hareket ivmelenirken, genelleştirilmiş gözetim ve denetim aygıtlarına, sınır geçişi önlemleri ve kayıtlarına, baştan çıkarma ve finansal bağımlılık tekniklerine, güvencesizlik, marjinalleştirme, gereksizleştirme, ölüm siyasetine dönüşmek zorundadırlar. Tasmasını çıkardığı hiç kimsenin hiçbir zaman efendisi olmayan Devlet, giderek bir sihirbazın çırağı ya da ipleri farklı, zıt yönlere çekilen bir kukla gibi görünür.
Denetim, gösteri toplumları nüfusların yönetiminde en iyi ihtimalle göreceli olarak başarılıdır. Böyle olduğu halde her yerde çatlaklar belirir. Nüfusun bazı kısımları zaptedilemeyen bir şekilde isyan eder ya da güya ait oldukları “kamu” ile alakasız olduklarını hissederler, kamuoyu kontrolünü yitirir. Ve bugün her zamankinden daha kırılgan olan eski kurgular çatlar.
Gösteri, fetişist tüketimde ve resmi anmada geçmişi aşındırarak ve geleceği bir tekrarın şimdisine esir ederek, tarihlerin yapıldığı zamanı ve dolayısıyla mekânları tahrip eder. Halklar bireysel seyircilerden oluşan nüfuslar haline gelir, bir nüfus diğerinden sadece onları sınırlandıran-yaratan denetim aygıtları temelinde ayrılır. İnsan evrenselliğinin başarısı, herkesin ortak olduğu temel haklar taşıyıcısı bir öznenin değil (özne yanılsaması, sonsuz imge akışı ve temsiller altında kayboldu) seyircininkidir. “Özne olarak insanlığın artık bir yüzü yoktur” (Görünmez Komite, Şimdi, 39). Ve “yüzler”, kökleri yerel alanların yeryüzüne dayanan eski, ama giderek kırılgan yaşam biçimlerinin çocukları (örneğin yerliler) ya da gösterinin nisyanı önünde (örneğin “kayıtsız” göçmenler ve mülteciler) veya muhalefet ve denetimin döngüsel diyalektiğinde ifade edilen “kimlikler”in (örneğin, “liberal” hükümetler yönetimindeki “kadınlar”, “çokkültürlülük” rejimlerindeki etnik “azınlıklar”, ataerkil “ev ekonomisi” paradigmalarında yararlanılan eşcinsel ve lezbiyen “azınlıklar” vb.) nisyanında anlık, görünürde yönetilemez isyankâr yüzler olarak belirir. Bütün bu kimlikler ve diğerleri, devrim, direniş siyasetinin yanı sıra kurumsallaşmış siyasetin de zeminini oluşturmaya hizmet ederler ya da hizmet etmişlerdir. Ve devletler, koşullar ve/veya ihtiyaçlar gerektirdiğinde bunları yönetmek veya içine almak konusunda görece daha az güçlük çekmektedir. Yani isyankâr potansiyelleri değişmez olarak sınırlıdır ve iktidara yükselmeleri kaçınılmaz olarak yeni baskıları ve dışarlamaları yeniden üretir. Bu durumda sorun daha derinlerdedir ve radikal düşünce ve eylemin, egemen kimlikler, halkların özgürleşmesi ve Devlet iktidarıyla ilgili endişelerin ötesine geçmesi gerekir.
Görünmez Komite’nin en son makalesi olan Şimdi, sorunun siyasetin diğer yaşam alanlarından ayrılmasında yattığını iddia etmektedir. Böylelikle siyaset, basite indirgenmiş, bir isim kullanılarak ifade edilecek bir şey haline gelmiştir. Oysaki bir sıfat kullanılarak ifade edilirse, o zaman kendisini geçici, sabit bir şey olarak değil, aksine bir varlık yolu olarak – kişi, siyasi olarak …dir –, dünyada diğer varlık yollarına zıt ve bunlarla çatışmalı bir varlık yolu olarak ortaya koyar.
“Çatışmalar var, karşılaşmalar var, eylemler var, ‘siyasi’ olan görüşlerin ifadesi var, çünkü belirli bir durumda kararlı bir şekilde bir şeye karşı duruş sergiliyorlar, çünkü arzu ettikleri dünyaya dair bir olumlama taşıyorlar. Siyaset patlak verir, bir olaydır, felaketin düzenlenmiş seyrini ihlal eder. Kutuplaşmaya, irtifaka, taraf tutmaya neden olur. Gel gör ki “siyaset” diye bir şey yoktur. Tüm bu olayları, zuhurları meydana geldikleri mekândan ve andan bağımsız olarak bir araya getiren belirli bir saha yoktur. Hepsinin ele alınacağı belirli bir katman yoktur. Genel olan için ayrılmış bir katman yoktur… Temas belirli bir yoğunluk eşiğine ulaştığı andan itibaren bir karşılaşmanın doğasında olan her şey, yaşam biçimleri arasında, algı yönetimleri arasında, hassasiyetler arasında, dünyalar arasında, bu yaşanan sürtüşme ve çatışma siyasidir. Bu eşiğin geçilmesi yarattığı etkilerle hemen işaret verir: Silahlar çekilir, dostluklar ve düşmanlıklar onaylanır, toplumsal çatlakların bir örnek yüzeyi, yanlış birleştirilmişler parçalanır ve farklı parçalar arasında yeraltı iletişimi doğar.” (59-60)
Haliyle, 2016 Fransız Baharı toplumsal bir hareket değil, siyasi bir çatışmaydı. Toplumsal hareketler, bu aşırı olarak tanımlanmış olanın dışında kalan bir çerçeveye, bir ayine, bir törene sahiptir. Ancak 2016’daki olayları niteleyen, siyasi partiler, sendikalar ya da polis tarafından belirlenmiş olması fark etmeksizin, bu çerçevenin sürekli dışına taşmış olmalarıydı. Özetle, Fransız Baharı, siyasi bir ihlal anı, kesintisiz bir aşırılıklar dizisiydi ve bu Nuit Debout’nun (onu ehlileştirmek isteyen ve nihayet başarmış olan herkese karşı) en büyük erdemiydi. “Hareketin tek talebi” -El Khomri iş yasasının kaldırılması- herhangi bir düzenleme veya “diyalog” için yer bırakmaması bakımından tek talep değildi. Tamamen olumsuz olan doğası gereği, sadece bu şekilde yönetilmeye devam etmeyi reddetmek, bazıları içinse sırf yönetilmeyi reddetmek anlamına geliyordu. … İki güç arasında -göstericilere karşı hükümet- iki dünya ve iki dünya görüşü arasında cephesel bir çarpışmaydı: biri birkaç dilenci kralının liderlik ettiği doymak bilmez dilenciler dünyası ve kişinin nefes aldığı, dans ettiği ve yaşadığı, birçok dünyadan oluşan bir dünya.” (61-2)
Siyasetin her patlak verişinde gün ışığına çıkan, insanlığın her türlü bütünleştirmeye direngen olması ve eylem biçimlerininindirgenemez çokluğudur. Bu nedenle kapitalist gösterinin birliği radikal olarak siyasi karşıtıdır ve Sermaye-Devlete karşı herhangi bir muhalefet, yaşam yollarının olasılığının ve gerçekliğinin olumlanmasında, esasen siyasidir. “Yalnızca bir vizyon, program, proje ve perspektifin olduğu, bir hedefin, alınacak kararların ve çözülecek sorunların olduğu yerde siyaset olduğu fikrinden vazgeçmeliyiz. Tek gerçek siyaset, yaşamdan kaynaklanan ve onu kararlı, güdümlü bir gerçeklik yapan şeydir. Ve bu, bize yakın olanlardan doğar, bizden uzak olanlara yansıtılanlardan değil. Yakın olan, kısıtlı, sınırlı, dar, yerel anlamına gelmez. Daha ziyade anlaşmaya varılmış, canlı, yeterli, mevcut, sezilir, berrak ve tanıdık -kavranabilir ve anlaşılabilir- olan anlamına gelir. Bu uzamsal değil, etik bir kavramdır.” (63)
“Dost ve düşman sadece temas halinde keşfedilir. Siyasi bir durum bir karardan değil, birçok kararla şok ya da karşılaşma yaşamaktan ileri gelir.” (63)
Siyaseti ortaya çıkaran çelişkili yaşam biçimlerinin çokluğu, Carl Schmitt’in dost ve düşman karşıtlığına dayalı tanımladığı siyaseti andırır. Fakat Schmitt için, bu muhalefet egemen-anayasal bir biçimde ifade bulmalıdır; yani, (istisna hakkında kararın dönümüne bağlı) bir Devlette. Aksi takdirde, gerginlikler, çatışmalar sadece kaos yaratacaktır. Görünmez Komite için, dost-düşman ayrımının kurulu Devleti, yabancılaşmış siyasetin dışavurumu ve kurumsal yapıların ağırlığı altında ethosların, yaşam biçimlerinin bastırılmasıdır.
“Gerçek, insanların üzerine okunabilirlik ve bu şekilde öngörülebilirlik yükleyerek dengelemeye ihtiyaç duydukları özünde kaotik bir şeye sahiptir. Ve her kurumun sağladığı şey tam olarak, gerçeğin tutukluokunabilirliği, olguların nihai istikrarıdır. Eğer kurum bizim için bu işe yarıyorsa, bunun nedeni esas olarak garanti ettiği türden bir okunabilirliğin bizi, bizleri, her birimizi, herhangi bir şeyi olumlamaktan, yaşamı ve şeyleri tekil okumamızı riske atmaktan, bizim ve bize özgü dünyanın anlaşılabilirliğini birlikte üretmekten kurtarmaktır. Sorun şu ki, bunu yapmayı reddetmekle var olmaktan vazgeçiyoruz.” (67-8).
“Gerçekte, ihtiyacımız olan şey kurumlar değil biçimlerdir. Sonunda anlaşıldı ki, biyolojik, tekil veya kolektif olsun, yaşam tamamen biçimlerin sürekli yaratılmasıdır. … Yaşayan her şey, biçimler ve biçimlerin etkileşimlerinden başka bir şey değildir.” (68)
Biçimler çoğul ve tutkuluyken, kurumlar hayatı aşağılayıcıdır. “Kurum fikrinin en büyük kötülüğü, bizi tutkuların hâkimiyetinden, varoluşun kontrol edilemez risklerinden kurtaracakmış gibi, tutkulardan biriyken ve kesinlikli en hastalıklı tutkulardan biriyken tutkuların ötesindeymiş gibi davranmasıdır.” (69) Bir dereceye kadar kurumlar, yalnızca geçici olarak olsa bile, “küçük elle tutulur bir ebediyet”, ölüm simülasyonu kurarlar, böylelikle insan yaşamının, oluşun, zamanın belirsizliklerinden kırılgan bir serbestiyet kurarlar. (69-70)
Ancak bütün yanılsama, isyan ve devrimin patlak vermesinden önce yok olur. Olaylar, kurumun işleyişini güvence altına alan birçok kirli çıkar, tutku, kötü niyet, sefil rekabet ortamını açığa vurarak kurumun aldatıcı görünümünü ortaya çıkarır. “Her kurum, ziyadesiyle düzenli olduğunda bile, şiddetli geçici müdahalelerin [“brikolaj”] sonucu ve bir kurum olarak bunun reddidir. Sözümona değişmezliği, marjinal olan ve bir parça yaşam barındıran her şeyi sönümlemek, denetlemek, kurumsallaştırmak için pisboğazlığını maskeler.” (70) Yaşamın rasyonel düzenlemesi için bir araç olarak ortaya çıkan kurum, hızla kendi içinde bir amaç haline gelir. Bütünüyle denetleyememesi, kendi iç işlevsizlikleri işleyiş şeklinin birer parçasıdır; paradoksal olarak kurum yaşamı kontrol etme ihtiyacı ile beslendiği yaşamın önlenemez direnci arasında var olur. (71)
Çoğul yaşam biçimleri, kurumların beslendiği günlük taze etlerdir. Ve her tarihsel devrim, iktidarı ele geçirme arzusunda, yalnızca isyan-anayasa-isyan döngüsünü yeniden yürürlüğe koymuştur. Kırılması gereken bu döngüdür; Görünmez Komite’nin, devrim kavramını kurucu iktidarın ve 1968 Fransız Mayıs’ında, uzun İtalyan Mayıs’ında ve birçok isyancı komünde örneği görülenin aksine eksiltili iktidar olarak tasavvur ettiği bir şeydir. Ve eğer pek çok “işgal” hareketi bu konuda başarısız olduysa, bunun nedeni kamusal alanı işgal eden bir halkın, “kurucu iktidarın” “kurulu iktidara” karşı çıkmasını amaçlayan eski devrimci diyalektiği hızlı bir şekilde oyuna sokmalarıdır. (74)
Kurucu ve kurulu iktidar mantığında, siyaset, egemen siyasi otoriteye el konulması ve onun örgütlenmesi etrafında döner. Ancak bu, en azından bir açıdan, tüm “devrimleri” (sözde “radikal” reformlar da eklenebilir) başarısızlığa mahkûm eden şeydir. Eksiltili iktidar daha ziyade egemenlikten kaçmak ister. “Kurucu hareket saldırıyla almakken, ona özgü olan hareket çıkmaktır. Eksiltili iktidar mantığında Devlete ve sermayeye karşı mücadele, kendiyle, başkalarıyla ve dünyayla yaşanılan boktan ilişkileri terk ederek yaşanan kapitalist normallikten çıkmaktır.” (76) Geri çekilmenin hayati gerekliliğini yerine getirir. Kendisini, muhalif hareketleriyle değil, “kendi iktidarının ihtiyaç duyduğu şeyin genişletilmesiyle” düzenler. (76-7) Eleştiri içinde kendisini tüketmez, bunu yapmak, muhalif alanda kalmaktır. Bunun yerine, Gilles Deleuze’ün dilini kullanacak olursak, kaçar; bir silah kapmayı unutmadan. (Gilles Deleuze ve Claire Parnet, Diyaloglar II)
Bu son söz, bizi egemenlik güçleri arasındaki çatışmaya geri götüren bir analoji önerebilir. Ancak söz konusu “silahlar” farklı niteliktedir, çünkü kaçmak bir şeyden kaçmak demek değildir. Bu daha çok, Deleuze’ün toplumsal sistem çatlakları arasında akışlar dediği şeyi yaratmaktır. Yani, Devlet ve Sermayenin ötesinde yaşam biçimlerinin yaratılması zaten bir silahtır, bir devrime layık olan tek silahtır. (Gilles Deleuze ve Claire Parnet, Diyaloglar II)
“Bir eylemin gerçek verimliliği kendi içinde bulunur. Bu, bir eylemin doğrulanabilir etkililiği konusunda bizim için bir şüphe olmadığı anlamına gelmez. Bunun anlamı, bir eylemin etkisinin kuvvetinin sonuçlarında değil, anında kendisini ifade ettiği şeyde olmasıdır. Münhasır çaba temelinde inşa edilenler, daima tükenme sebebiyle çökerler.” (77)
Radikal bir eksiltme siyasetinin temelinde, amaç kurumu eleştirmek ya da ona saldırmak (ona duyulan bir arzunun belirtileri) değil, ona duyduğumuz ihtiyacı eleştirmek ve ona saldırmaktır. Nietzsche’nin sözleriyle, “Canavarlarla dövüşen kişi, kendisi de bir canavara dönüşmemeye dikkat etmelidir. Ve ne zaman bir uçurumun derinliklerine doğru bakarsanız, uçurum da sizin derinliklerinize doğru bakar.” (Friedrich Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde) Bu, kurumun belki de peşinde olduğu şeyi yapmak ve kurumun dışında (esasen algılanan temel ihtiyaçları karşılayan) ne varsa onu yapmak ya da tamamen onun ötesine geçmektir. “Eksiltili hareket kuruma karşı gelmez, ona karşı bir cephe taarruzu başlatmaz; onu etkisiz hale getirir, özünü boşaltır, bir kenara çekilir ve kurumun sona erişini izler.” (79)
Burada tehlikede olan şey “devrim” kavramıdır: Belirli bir “siyasi” projeyi anlaşılabilir ve arzu edilebilir kılmaya devam edecek şekilde yeniden düşünülebilir mi, yoksa son derece yozlaşmış veya ölmek üzere bir şey olarak fırlatıp atılmalı mıdır? Görünmez Komite için, fikir savunulabilir olmaya devam ediyor, ancak yalnızca derinlemesine bir yeniden kavramsallaştırma sonrasında.
“Geleneksel devrimci program, dünyanın kontrolünü yeniden kazanmak, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek, bizim olan ama mahrum kaldığımız şeylerin şiddetli bir tahsisiydi. Gelgelelim, sermaye varlığın her detayını ve boyutunu etkisi altına alır. Kendi imgesinden bir dünya yaratır. Mevcut yaşam biçimlerinin sömürülmesinden sonra, bütünsel bir evrene dönüşür. Konuşma, düşünme, yemek yeme, çalışma ve tatile gitme, itaat etme ve ona uygun isyan etme biçimlerini yapılandırır, donatır ve arzu edilebilir hale getirir. Bunu yaparken, bu dünyada birinin el koymak isteyebileceği şeyleri çok aza indirir.” (81-2)
Fakat sonra Nietzsche’nin canavarı baş gösterir, çünkü Görünmez Komite, eksiltili siyaset/siyaset karşıtlığında bir ikilik hayal eder. “Bir yanda, sermayenin dünyasına saldırmak, onu yıkmak, diğer yanda mevcut durumda kazanılabilecekleri geri kazanmak da dahil hüküm sürenlerin dışında büyütmek üzere yaratılacak dünyalar, yaşam biçimleri var. Kendisini yeniden ikiyle çarpan çifte bir hareket: inşa ettiğimiz dünyalar, açıkça görülüyor ki sermayeyle olan mesafelerini yalnızca ona saldırma ve komplo kurma olayı üzerinden suç ortaklıklarıyla koruyorlar.” (83-4) Bu muhalefet olmadan, karşılaşma olmadan, yeni dünyalar kısır aktivizmde kendisini tüketecektir. “Yıkımda, yıkımın anlamını kuran şey temelinde suç ortaklığı kurulur. Ve tam tersi de olur.” (84) O zaman, her birinin sırayla diğeriyle suç ortaklığı kurduğu, her birinin diğerine karşılıklı anlam verdiği çifte bir yaratma ve yıkım hareketi.
“Bu nedenle eksiltili hareket, firar ve saldırı, ayrıntılandırma ve talandır ve bunu aynı hareketin içinden gerçekleştirir. Aynı zamanda kabul görmüş alternatiflere ve standart aktivizme meydan okur. … Buradaki mesele yeni bir toplumsal sözleşme değil, dünyaların yeni bir stratejik bileşimi meselesidir.” (85)
Herhangi bir yeni kurumun reddi, geri kazanma ve yeni egemenlik hırslarını ortadan kaldırır gibi görünmektedir. Eksiltili hareket geri çekilmedir, ancak geri çekilme bir şeyden kaçış değildir; nitekim, kaçış mümkün değildir. Gelgelelim, geri çekilme veya kendini çıkarma saldırıyla birleşirse, sonuncusu, yaratıcılık hareketini sömürgeleştirmeyi, onu bir çatışma ve savaş siyasetinin değişikliklerine maruz bırakmayı ve eksiltililiğe dair yaratıcılığını sürekli olarak hegemonya mücadelesinin (maskülinist, öncü vb.) mantığına esir etmeyi göze alır.
Bu bir edilgenlik argümanı değildir. Daha ziyade, eksiltmenin sonuçlarını yoğunlaştırma çabasıdır.
Kurucu siyaset, diğer yaşam alanlarından ve hatta yaşamın kendisinden (zoe’ye karşı siyasal bios) ayrı bir siyasal yaşam anlayışı etrafında kurulur. O zaman siyasal yaşam, insan olarak potansiyel olarak beraberimizde taşıdığımız şeylerin gerçekleştirilmesidir; bitki ve hayvanlarla paylaşılan, saf yaşam olan, izolasyonu, açığa almayı içeren bir gerçekleştirme. Siyasetin tözü ya da bir töz olarak siyasal yaşam, tüm bunların ve kaçınılmaz olarak siyasal düzenin dışında kalması gereken herkesin aksine, “insanın” tam olarak ne olabileceğinin farkına varılmasıdır.
Bu anlamda, kurucu siyaset, en derin anlamıyla bir egemenlik siyasetidir: sadece siyasi bir otoritenin değil, aynı zamanda bu düzene uygun öznelliklerin de kurucusudur. Bu nedenle uygun olmayanlar dışlanacak, ötekileştirilecek, engelleneceklerdir; Onlar Carl Schmitt’in istisnası, düşmanı, egemenliğin tanımlandıklarının karşısında olanlardır.
Görünmez Komite, sonda ifade ettikleri üzere, daha sonra düşmanı yaşamın diğer alanlarına entegre ve dünyadaki diğer varlık yollarının karşısında olan bir varlık şekli olarak siyasal yaşama sokarak, egemenlik mantığını tam da siyaseti ondan kurtardığını düşündüğü zaman yeniden şekillendirme riskini alır. Ve iki misli sınırlandırılmış yaratıcılık ve yıkım hareketi sadece bu riski artırır.
Olması gereken iktidarın, bir iktidarın potansiyel olarak öncelikle gerçekte ne olduğu veya ne olabileceğiyle değil, olmaması gereken iktidarın ne olabileceğiyle tanımlandığını anlayarak egemenlik mantığından kavramsal olarak uzaklaşıyoruz. Bir piyanist olarak piyano çalabiliyorum, ancak bir piyanist olarak piyanoyu çalabilirim de çalmayabilirim de. Böylece piyano çalmak, mahkûm olduğum değil, “özgürce” benimsediğim veya arzu ettiğim bir şeydir. Aynı şekilde ve buna paralel olarak, siyasi bir rejim bir insan topluluğunun potansiyelinin gerçekleşmesidir, ancak siyasi gerçekliği tanımlayan şey, rejimin başka türlü olma ya da olmama olasılığıdır. O zaman egemen bir otorite, yalnızca kurumsallaşmış siyasi otorite altında gerçekleşebilecek insan doğasının bir boyutunun gerçekleşmesi değil, olması gerekmeyen bir tür insan topluluğunun ifadesidir.
Bunların hepsi aşırı derecede soyut geliyorsa, kavramsal olarak tehlikede olan şey soyut değildir. Egemenliğin, potansiyel olarak sahip olduklarımızın elzem gerçekleşmesi olmadığını, sadece istisnaları dışlayıcı şiddeti sayesinde var olduğunu, asla başlangıçta büsbütün çıplak olmadığımızı, siyasal iktidarla uygar, yönetilen olarak kalıplandırılıp şekillendirildiğimizi, iktidar egemenliğe sıkıştığı sürece bu şiddetin kalıcı olduğunu ve bu herhangi bir “insanın” doğası gereği ne olduğunun ifadesi olmadığı için bu şiddetin kalıcı olarak başarısız olduğunu anlamak ve böylece siyasal yaşamı yaşamdan ayıran uçurumu kapatmaya başlamak ve tüm yaşamların hâlihazırda yaşam biçimlerinin bir ifadesi olduğunu anlamak mümkündür. O zaman, sermayenin ötesinde yaşamakta olan büyüyen kuvvet, otonom, özyönetimli yaşam biçimlerinde şekil kazanmaya başlayabilir.
Böylece vücut bulan şey, bir polis aracının yanan alevlerinde ya da bir bankanın parçalanmış pencerelerinde ya da daha alçakgönüllülükle ritüelleştirilmiş kitlesel protestoda tüketilmemelidir. Tüm bunlar gösteri tarafından geri kazanılabilir. Çok daha büyük bir iktidar, bankalar ve polis olmadan, yani sermayenin denetim aygıtları olmadan, ihtiyaç zamanlarında çok hızlı bir şekilde koşabileceğimiz yeri inşa etmekte bulunur.
Başka bir ifadeyle, bizi savaş olarak siyaset kavramı ile pratiğinden olabildiğince uzaklaştıran bir eksiltili siyaset hayal etmeye çalışmalıyız. Tüm savaşlar, dost ve düşman, benimki ve seninki arasındaki ayrımı öngörür ve yaratır ve tüm egemenlik ve mülkiyet savaşa bel bağlar. Dolayısıyla, egemenliğin şiddetli kurgusunun ötesinde yaşamaya gayret etmek, bizi mülk, hiyerarşik siyasi güç ve savaştan uzaklaştırmaktır. Bunun imkânsız olduğunu söylemek, bizi gerçekliğimiz olan felakete mahkûm etmektir. Radikal, kapitalizm karşıtı siyasetin iktidarın kontrolü için savaşması gerektiği konusunda ısrar etmek, bu siyaseti sahte cesaret kisvesi altında iktidarsız hale getirmektir.
Walter Benjamin bir keresinde burjuva düzeninden daha anarşik bir şey olmadığını yazmıştı. Ve Pier Paolo Passolini, Salò adlı filmindeki faşistlerden birinin ağzından “Gerçek anarşi iktidardandır.” diyebildi. Siyasal bir ideoloji ve pratik olarak anarşizm her zaman iktidarın baştan çıkarıcılığıyla büyülenmiştir ve tarihsel olarak hiçbir şekilde masum değildir. Öyleyse, anarşizm kendi erkini onaylayacak olana karşı herhangi bir muhalif konumda değildir. Aslında iktidar, anarşiyi kendi gizli yemiyle besler; bu iktidarın radikal ötekisidir. O zaman ve daha doğrusu, hiçbir şey anarşinin kendisini sahte efendisinden, yani iktidardan kurtaracağı yerleşik düzenden daha anarşik görünmediğinde; böyle bir ortamda artık fethedilecek, el konulacak bir şey kalmayacaktır. Görev, hepsinin “anarşik” olduğunu, Devletin olağanüstü halinin kalıcı olduğunu, silahlar olmasaydı iktidarın boş olacağını varsaymak ve uzaklaşmak olacaktır. Amaç, yeni bir iktidar olmak değil, tüm bunların bulunduğu bir yerde bilinçli bir şekilde pozisyon almanın gerçekleşmesi gerekmeyen bir olasılık olduğunun, her zaman şimdiki gibi olmayabileceğimizin ve bu şekilde kendimizi sonsuz bir şekilde yeniden yarattığımızın anlaşılmasıdır.
“Özgürlüğün en önemli düşmanının, başkalarının otoriterliği değil, biri her şeyden önce kendisinin, ideolojik ortodoksinin koruyucusu, vasisi ve en nitelikli temsilcisi olduğuna inandığında, kendisi ve itiraf etmediği otoriteryenliği olduğunu fark etmeliyiz. … Öyleyse inanıyorum ki, bir tarikat gibi olan, fildişi kulesinde olan ya da bir baskı grubu olan anarşizmin değil anarşinin, otorite karşıtı bir anarşizmin savunucusu olma vakti gelmiştir. … Bugün anarşizm için en önemli sorun, otoriter, anti-dogmatik, anti-demagojik ve anti-bürokratik bir anarşizm olmamasına, tüm otoriter karşıtı akımlara ve pratiklere açık olmamasına, kendisini putlardan ve zulüm komplekslerinden kurtarmamasına dair bu sahte tavır meselesidir. … Hepimiz biliyoruz ki bu ikilem kendiliğindenlik ve örgütlenme arasında değil, kendiliğindenlikle savaşmayan, onu öldürmeyen, ondan kaynaklanan bir örgütlenme biçimi bulmaktadır.” (Octavio Alberola, Revolución o colapso)