Çiğse Dedeoğlu
Damla Dabis’in sunduğu Gazedda’nın Gündemi programının 30 Temmuz akşamı yayınlanan programına konuk olan Feminist Aktivist EŞİTİZ üyesi Selen Lermioğlu Yılmaz ile İstanbul Sözleşmesi ve seks ticareti üzerine konuşma gerçekleştirildi.
İstanbul Sözleşmesi’nin ve cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik diğer sözleşmelerin gerek Türkiye’de gerekse dünyada, erkek egemen iktidarlar tarafından farklı sebeplerle tam olarak uygulamaya geçirilmediğini söyledi.
Lermioğlu Yılmaz konuşmasına şöyle devam etti:
“İstanbul Sözleşmesi’ne karşıtlık sadece Türkiye’de değil dünyada gittikçe baskısını artıran bir akım haline geldi. İstanbul Sözleşmesi’ne karşı muhafazakar erkek egemen bir muhalefetle karşı karşıyayız tüm dünyada. İstanbul Sözleşmesinden çıkılsın, geri adım atılsın, Sözleşme’nin getirdiği sorumluluklardan geri adım atılsın diyen belirli gruplar var.
Örneğin bazı araştırmalara göre, toplumun yarısından fazlası sözleşmeyi bilmiyor. Ancak bahsettiğimiz karşıt grupların propagandaları ne kadar güçlü ki düşünün, bilmemelerine, hatta İstanbul boğazına ilişkin Montrö sözleşmesiyle karıştıranlar olmasına rağmen, sözleşmeden çıkılsın diyenler var. Yani esasında hiçbir şey bilmeden, bu ataerkil ve muhafazakar karşıt sözleşme muhaliflerinin söylemlerine maruz kalmış insanlar görüyoruz. Neyse ki, toplumun %60’dan fazlası, tüm bunlara rağmen Sözleşme’den çıkılmasın diyor.
Bu ataerkil tutucu kesimlerin Sözleşmeden çekilmeye dair temel argümanları şunlar: birincisi, sözleşme batının, bir takım marjinal batı ülkelerinin oyunudur. Masa başında bu ülke bürokratlarının hazırladığı bir sözleşmedir, milli değildir, yerli değildir, vs. vs. söylemleriyle kamuoyunu etkilemeye çalışıyorlar.
İkincisi, Sözleşme bizim aile ve ahlak açısından kültür ve geleneklerimize aykırıdır, aileleri dağıtmaya, cinsiyetleri ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Burada da altını özellikle çizdikleri konular Sözleşmenin toplumda LGBTİ+ özendirmesi yaptığı, kadının beyanını esas alıp bir çok erkeği mağdur ettiği, boşanmaları arttırdığı, vs. vs.
Halbuki İstanbul Sözleşmesi yıllardır tüm dünyadaki kadın örgütlerinin, kadın hareketlerinin LGBTİ+ hareketleriyle birlikte verdiği mücadelenin sonucudur. 79’da imzaya açılmış olan CEDAW, yani Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin kadınlara ve kız çocuklarına karşı şiddeti önlemek noktasında yeterince başarılı olamaması üzerine, ve tüm Dünya’da toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin artmasıyla birlikte, dünyadaki kadın hareketleri yeni bir sözleşmeye ihtiyaç olduğunu dile getirip durdular, şiddeti görünür kıldılar, alınması gereken önlemleri ve uygulanması gereken politikaları belirleyerek kapsamlı savunuculuk yaptılar. İstanbul Sözleşmesi işte bu vahim soruna karşı, yaşam hakkına, şiddetsiz bir yaşam hakkına dair kapsamlı mücadelenin sonucudur. Bu talebi sonuca götüren BM değil Avrupa Konseyi oldu ilk olarak. Dolayısıyla, “batının oyunudur”, “batı ülkeleri bize bunu dayatıyor” benzeri söylemlerin hiçbir zemini yoktur. Bu birtakım batı devletlerinin bürokratlarının oturup yazdığı bir sözleşme değildir.”
İstanbul Sözleşmesi’ni ilk imzalayan Türkiye idi.
“Bu sözleşmeyi imzaya açıldığı 2011 yılında ilk imzalayan Türkiye idi. O dönemin hükümeti, ki AKP hükümetteydi o zaman da, gururla bütün basına duyurarak imza attılar. Uygulamaya girmesi tüm uluslararası sözlemeler gibi ikili bir prosedürdür, önce imzalanır, sonra onaylanma süreci dediğimiz bir süreç vardır. Tüm partilerin olumlu oylamasıyla Meclis’te onaylanması ile birlikte de 2014 itibariyle Türkiye’de Sözleşme iç hukuk niteliğiyle yürürlüğe girdi. Bugün bakarsak Avrupa Konseyi’nin 47 üyesinden 45’inin imzaladığını görüyoruz. İmzalamayan 2 üye var bir tanesi Azerbaycan diğeri Rusya. İmzalayıp onaylayan ülke sayısı ise 34, yani 13 ülke henüz ikinci aşamayı yapmadı. Bunların içinde bizi şaşırtan bazı ülkeler de var: örneğin İngiltere, Çek Cumhuriyeti, Litvanya, Letonya. Avrupa Birliği de bir uluslararası örgüt 2017 yılında Sözleşmeyi imzaladı.”
Toplumsal cinsiyete dayalı şiddet tanımını getiren ilk sözleşme
“Türkiye’de bir takım marjinal tutucu gruplar bahsettiğim gibi, Sözleşmesinin LGBTİ+ özendirmesi yaptığını söylüyorlar. Neden? İstanbul Sözleşmesi esasında toplumsal cinsiyete dayalı şiddet tanımını getiren ilk sözleşmedir, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine dayalı olanlar da dahil olmak üzere, her türlü ayrımcılığı reddeder. Mülteci, sığınmacı, engelli, evli-bekar-dul-partneriyle yaşayan, yaşlı-genç, toplumsal cinsiyete dayalı şiddet mağduru olan her kadın ve kız çocuğunun şiddetten korunmasını hedefler. Bu anlamda da çok kapsayıcı ve yenilikçidir. Tabi ki, bahsettiğimiz gruplar en çok bu cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği meselesine takılıyorlar, çünkü kamuoyu desteğini daha kolay alacaklarını düşünüyorlar. Biz de diyoruz ki Sözleşme cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine yönelik özendirme ve teşvik yapmıyor, bunlara dayalı şiddetin önlenmesi gerektiğini ve devletin cinsel yönelimi ve cinsiyet kimliği ne olursa olsun herkesi şiddetten korumak için gerekli önlemleri alması gerekir diyor; üstelik cinsel yönelimin, cinsiyet kimliğinin özendirmesi olmaz.
Şimdi, söyledikleri bunlar evet, ama işin özüne baktığımızda temel dertlerinin ataerkil sistemin devamlılığını sağlamak, kadınların erkeklerin egemenliğinde olmasını devam ettirmek ve kadınlara yapılan şiddeti, hatta çocuk yaşta zorla evlendirmeleri meşrulaştırmak olduğunu görebiliyoruz. Zira, bu marjinal tutucu grupların gerek Polonya’da, Hırvatistan’da, Bulgaristan’da, gerekse Türkiye’de sadece bu Sözleşmeye değil, kadına karşı şiddet ve/veya cinsiyet eşitliğine ilişkin başka ulusal yasa ve uluslararası sözleşmelere de karşı olduklarını görüyorsunuz. Örneğin, CEDAW’a da karşılar.
Türkiye’de 6284 sayılı bir yasa vardır, sadece kadınlara karşı aile içi şiddete dair bir yasadır. Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğini içermeyecek şekilde çıkardı AKP hükümeti; hatta sevgili/partner şiddetini de içermiyor, ama buna da karşılar. Neden? Boşanmaları artıyor, çocukları mağdur ediyormuş diye! Kadınların nafaka hakkında da, çocukların zorla erken evlendirilmesini cezai yaptırıma bağlayan ceza kanunu maddesinde de gözleri var. Buradaki kasıt çok net.”
Her coğrafyanın erkekleri suçu başka erkeklerin üzerine atmaya çalışıyorlar.
Her coğrafyada kurulu statüko, erkek şiddetini, kendinden uzak göstermeye, “öteki” erkeklerin üzerine atmaya çalışır. “Türkiye’de mesela çok uzun yıllar namus cinayeti kelimesi kullanılmadı. Töre cinayeti dedi iktidar. Sebebi de Kürt coğrafyasına mal etme çabasıydı. Şimdi Suriyelilere mal etmeye çalışıyorlar. Bazı gruplar sadece cahil erkekler şiddet uygular, biz eğitimliler yapmayız der her dönem. Sanırım Türkiye’de biz biraz olsun bunu değiştirmeyi başardık. Görünür kılarak başardık, araştırmalarla, bilgiyle, örneklerle, söylemlerimizle, dilimizle başardık. Bağıra bağıra başardık. Burada da eskisi kadar yaygın değil bu söylem, burada da kadınların ve LGBTİ+ların çabasıyla dönüşüyor. Her coğrafyanın erkekleri suçu başka, “öteki” erkeklerin üzerine atmaya çalışıyorlar. İsveç’te de göçmen erkeklerdir mesela bu grup.”
Lermioğlu Yılmaz, halkın İstanbul sözleşmesi ile ilgili bilgilendirilmesi gerektiğini söyledi ve sözleşmeyle ilgili bazı maddelerin detayını verdi.
“İnsanlar tam olarak bilmiyorlar, anlamıyorlar İstanbul Sözleşmesini. İstanbul Sözleşmesi hayatımıza ne değişiklikler getirecek? Bahsettiğimiz şiddet toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, erkek egemenliğinin bir tezahürüdür, sonucudur. İstanbul Sözleşmesi diyor ki, devlet her 10 bin kişiye bir sığınak açacak. Her 200 bin kadına, tecavüze, cinsel istismara uğramaları durumunda gidebilecekleri en az bir cinsel şiddet kriz merkezi açacak. Her 50 bin kadın için 1 kadın danışma merkezi olacak. 7/24 çalışan ve o coğrafyada yaşayan her kadının anlayacağı dilde bilgiye erişebileceği telefon hattı kurulacak.
Bunların bir tanesi bile yok. Belediye açmasaydı bir sığınak bile olmayacaktı.
Ki bu bahsettiklerim Sözleşmenin 4 P’sinden sadece biri, yani Koruma (Protection). Ama bahsettiğim gibi Sözleşmeyi farklı kılan en önemli nokta, bir başka Prevention, yani Korumadır. Burada çok temel, uzun vadeli önlemlerden bahseder, şiddete uğrayanın korunmasına gerek olmayacak bir dünya ideali için, baştan toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik yükümlülüklerdir bunlar. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin eğitim müfredatlarına girmesi, iş-ev emeği dengesinin sağlanması, şiddet uygulayan erkeklere ücretsiz rehabilitasyon hizmeti, medyayı da kullanarak geniş çaplı kampanyalar yapılması, vs. vs. Bunlar esasında devletlerin rahatlıkla yapabileceği şeyler. İrade burada giriyor devreye. Başka alanlarda gördüğümüz bütçe ve iradeyi buralara aktarmadıklarını görüyoruz, ki bunlara ayrılacak bütçe bir çok başka iş için gerekenden daha az. Sözleşmeye göre, devletin, bunları sağlamadığı takdirde şiddete uğrayıp korunamamış bir kadına tazminat verme yükümlülüğü var. İstanbul sözleşmesine imza atan kimi kimi ülkeler, ne zaman ki bu yükümlülükleri fark ettiler, ne zaman ki Sözleşmenin, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama görevini devletlere verdiğini anladılar, geri adım atmaya başladı.
Derdimizi anlatmalıyız halka. Kendi çocukları, kendileri şiddete dair yaşadıkları eşitsizlik ve çaresizlik durumunda nereye gideceklerini, bu hizmetlerin ve önlemlerin olmaması durumunda neler olduğunu anlatmalıyız. Toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti ve sonuçlarını görünür kılmaya devam etmeliyiz.” Esasında bu da Sözleşmeye göre devletin görevidir, ama yapılmıyorsa, bir yandan sözleşmenin uygulanması için savunuculuğa devam edip bir yandan da bu bilgilendirmeyi sivil toplum yapabilir.
Damla Dabis’in Kıbrıs’ta yaşadığımız seks ticareti dramı ve buna maruz kalan, belirli bölgelere yerleştirilmiş, pasaportları elinden alınan, şiddete maruz kalan, tek başına alışverişe bile çıkamayan, kadınlarla ilgili neden bir şey yapılmadığına ilişkin sorusuna şöyle cevap verdi Lermioğlu Yılmaz:
“Seks kölesi dediklerimiz, insan ticareti mağdurlarıdır. Bunlar inşaat sektöründe de var. Gece kulüplerinde de. Bu konuda farklı görüşler var. Fuhuşu seks köleliği olarak niteleyen ve toptan yasaklanması gerekir diyen bir yaklaşım var. İnsan ticareti mağduru olmayan ama kendi isteğiyle yapan, koşulları uygun, sigortalı, çalışma haklarını edinmiş insanların seks işçisi olarak nitelenebileceğini söyleyen bir grup var. Bu ikinci grubun içinde de seks işçiliği yapılacak yerler Amsterdam’da olduğu gibi ayrı bölgelerde kurulsun diyenler ile Yeni Zelanda’da olduğu gibi ayrışmış mekanlar olmasın diyenler var. Bu konunun asıl farklı bir yasal düzenlemeye dönüştürüleceği toplumsal konuşmayla, toplumsal çapta gündem yaratılmasıyla ve buna yeterli vakit ayırılmasıyla bulunmalı. Kıbrıs’a özgü en doğru çözümün ne olduğu tespit edilmeli. Gece Kulüpleri çalıştayında da bu ihtiyaç ve beklenti çok ciddi anlamda dile getirilmiştir. Fikirsel zenginlik iyi bir şeydir. Yeter ki konuşulsun. Ama yeter ki birileri bunun konusunu konuşulur kılsın. Bu bir devletin konuşmayı zor kılacağı bir alan. Bu yolu sivil toplum örgütleri açmalılar diye düşünenlerdenim.
Öte yandan, aynı çalıştayda, sömürü ve insan ticaretinin önlenmesine dair, kısa zamanda yapılabilecek öneriler de dile getirilmişti. İnsan ticareti mağduru olanların tespit edilip en azından onları nasıl korumaya alabileceklerini veya onları daha ülkeye girerken haklarıyla ilgili nasıl bilgilendirecekleriyle ilgili adımlardı bunlar. Bunların maalesef çok azıyla ilgili adımlar atılabildi. Bir an önce küçük de olsa adımlar atılmalı. Bu küçük dediğimiz adımlar insan ticareti mağdurlarının, sömürüye maruz kalanların hayatında çok büyük fark yaratabilir. Bize yine mücadele, bol sabır ve dayanışma diliyorum.”