Şiddetiyle berbatlığın kırılganlığı arasında, insanın insanda ben dediği kişiyi, gerçeğin farklı yüzleri olduğuna ve gerçekliğin değişebilir olacağını inat ederek, bir iddiaya girişmiştik.
***
Geçmişin ruh çağrısını, doğanın saygısını, anlatıcının yalnızlığını savunan “Romantikler”.
***
Titizlikle çalışan gerçekliğin “Şairleri”
***
Günlük yaşamın zamanını doldurduğunu düşünerek, bugünü bir kenara bırakıp, yeni bir kültür icat edilmesini düşünen “Modernler”.
***
Modernleri sorgulayarak, aşılmasını düşünen “Özgüller”.
***
Doğanın detaylarını olduğu gibi yansıtan, doğal nedenlerin işleyişini savunan “Dürtücüler”.
***
Dış dünya ile insanın duyuları arasında köprü kurmaya çalışan “İzlenimciler”.
***
Süreçleri, olup bitenleri düşünceye bağlayan “Bağımsızlar”.
***
Estetik, ebedi, günlük yaşamı ön yargısız yaşayan “Çıplaklar”.
***
Reddeden, makineleşen, süratli hayatın “Temelcileri”.
***
Boğuntu ve dengesizliği şaşkınlığa düşüren “Sarsıcılar”.
***
Ayak izindeki düş gücünün peşinden koşan, kendi kendini didikleyen “Vurgucular”.
***
Görünüşte anlamsız gibi gözüken, birlikteliği anlamlandıran “Ciddiyetçiler”.
***
Sözü geçen çabayı koyan, geleneğin içinde, zamanın akışına karşın, kendi yargısında kalan “Bağlanacılar”.
***
Çöküntü ortamında iç dünyasını ön plana çıkaran, geleneksel kuralların dışına çıkan “Biçim bozucular”.
***
Duygusal izlerini yansıtan, kendinde yarattığı izlenimin peşinden koşan, “Resmediciler”
***
İşte bizler… Biz on üç kişi nüfuslu, bozlak sarısı ovaları dağlarla kavuşan, serin tepeliklerinden alçak kısımlarına kaydıkça sıcak, koltuk altı ormanlarının denizlerle kavuştuğu, işte bu ufak, dingin, kimi zaman ateşi yüksek bu ülkenin, “Sahilya Ülkesi”nin insanlarıyız.
*
Şiirlerini çarşaf gibi deniz titizliğinde yazan şairimiz; “Özgülümüz sahilimizi kirlettiği” gün şiirler yazmıştı. Doğanın saygısını kutsayan romantiğimiz her akşamüstü sahilimize gelirdi. Zamanla Vurgucumuzla sevgili olmuşlardı. Bir gün olsun gerçekliği yazan şairimizin şiirlerinden okumadılar. Nasıl olurdu? Geçmişin ruh çağrısını yapan biriyle, kendi kendini didikleyen birisi, nasıl olur da bu şiirleri okumazdı? Sahilya’nın denizleri olmasa aşk nasıl olurdu? Ayak izindeki düş gücünün peşinden koşan insan, kirliliğe çözüm bulamaz mıydı?
*
Bağlanıcımız ortaya bir çaba koydu ve dedi ki; “Belirli yasaklar koyalım, eskiden herkes istediği gibi hareket edemezdi”. Dedi dedi de Modernimiz hemen ortaya atılıp; “Bağlanıcımız miadını çoktan doldurdu, onu koltuk altı ormanlarımıza gönderelim, orada yaşasın, bize artık yeni bir kültür lazım, dedi.”
*
Biliyordum Özgülümüz artık kendini yitirecek kadar bizden uzaklaşacaktı. İçine düşen bu kasvetle, sesi birazda titreyerek;” Modernimizin dediğini düşündüm, Bağlanıcımızın çözümünü bir kenara bırakıp, kendini aşması gerekiyor, dedi.”
*
Çalı kuşlarının yuvalandığı sarı ovalarımızı serinlikte geçip, güneşin daha bir serine kaldığı bulutların altından yürüyerek, çitlembik ağaçlarını geçtikten sonra “Menengiçya” sınırına kadar gelince duraksadık. Yolda kendimize çitlembik ağaçlarından sakızlar yapıp çiğnemiş, her şeyi düşünceye bağlayan Bağımsızımızın anlattığı neşeli hikâyelerle eğlenmiştik. Her zaman olduğu gibi çenesi düşük Resmedicimiz, ruhunun duygusal izleriyle bize sarı ovalarımızın güzelliğini, serine kalan bulutların değerini, çitlembik ağaçlarımızın tartışmalarımızdan daha önemli olduğunu anlatıp, bir an da koşturmaya başlayıp, bakın havaya mis gibi diyerek haykırmıştı. Burada biter mi! Çenesi düşüklerin rehinliğinde kalmak. Ahhh… Zorla bizi bir araya toplayıp, önce kollarımızı göğsümüzden iki kenara açtırmış, havayı içimize çektirmiş, yüzümüzü gökyüzüne kaldırarak, hepinizi affediyorum diye bağırtması bir yana, Resmedicimize sürekli muhalif olan Sarsıcımızın, iki kolunu kapayarak bir kenarda kös kös oturması diğer yana, uykuya çoktan dalmıştık bile.
*
Bir an gece serinliğinde Ciddiyetçimizin uyanarak, üzerimizi tepeli lâl ağaçlarının geniş yapraklarıyla örttüğünü fark ettim. Pek tabi… Biçim bozucumuz yaprakları ayaklarıyla ittirip hem kendi üzerini açmış hem de Ciddiyetçimize her işe karışmaması uyarısında bulunmaktan geri kalmamıştı. Bir de üstüne üstlük sabahlıkta en geç yine Biçim bozucumuz uyanmıştı.
*
Çok genç eğilimli toprağı, yosunlu, ılıman yapraklar döken, kimi zaman likenli, seyrek, kimi zaman rüzgârlı kara hadin ağaçlarıyla süslü koltuk altı ormanlarımıza gelmiştik. Tohumlarını dağıtan otsu bitkilerin arasından, Çun dağına doğru tırmanmaya başlamış, nefesimiz artık seyrelmeye, zirvelere doğru yağmacı kuşları görmeye başlayınca, Dürtücümüzün evine yaklaştığımızı çoktan anlamıştık. Dürtücümüz dört yüz yaşında. Bilge dürtücümüzü her zamanki gibi evrene teşekkür ederken bulmuştuk.
*
Hep bir ağızdan kopardığımız yaygara ve şikâyetleri kesmeden sabırla dinlemiş, kimi zaman turbalık alanlardan topladığı bitkilerden yaptığı çaydan ikram etmiş, akşama doğru biz tartışmaktan yorulunca, çenesi düşük Resmedicimizi de susturarak, her zaman kendine hayran bırakan konuşmasına başlamıştı bile.
*
İlk önce bana seslendi; ”Sen çıplağımız ne düşünüyorsun? Dinginleşen sesimle; “Bu tartışmanın çizgilerini boyamak isterim, çizgileri eğmek isterim, belki daire olurlar, belki bir sığınak.” Peki sen… Evet… Sen İzlenimcimiz, sen ne düşünüyorsun? İzlenimcimiz ateşli sesiyle; Ben sizin söyleyeceklerinizle, herkesin söylediği arasında bir köprü kurmak isterim.”
*
Dürtücümüz, sessiz, dingin, bir o kadar dinçleşmiş Çun dağının, doğanın sıralı seslerinin, içine-içine konuşmaya başladı. Çözümü birinde arayacak kadar, insanın kendi doğasını inkâr ettiği zamanlar olmuştur. Çatışma zamanında Resmedicimizin yok sayıldığı anlar da olur. Şunu iyi bilin ki kölelerin başı belaya girmez. O yüzden ne kadar huysuz olursa olsun, Sarsıcımızı asla yalnız bırakmamanız gerekir. Sarsıcımız da Resmedicimizi yanından ayırmasın ki birbirlerini dengelesinler. Ne zaman gerçekçi Şairimize çıkışsalar, onu korumak yerine, Romantiğimiz Vurgucumuza, Şairimizin şiirlerini daha çok okusun. Çünkü aşk gerçeği birbirine okumaktır. Özgülümüz ve Modernimiz arasındaki dengeleyici yargıyı, ancak Bağlanıcımız kurabilir. Sen Bağlanıcımız… Ciddiyetçimizle daha çok vakit geçirmen gerekir. Çünkü gelenek sadece birlikteliği anlamlandırmak için vardır. Kuşların uyumasını fırsat bilen ateş böcekleri ortalığı sarmış, Ay’ın ışığını kutlar gibi öbek-öbek uçuşuyor, ateşin aydınlattığı odanın içine, turba çayının etkisinden mi bilinmez, Dürtücümüz konuştukça, sözleri içimize-içimize işliyordu.
*
Biçim bozucumuzun huysuzluğuna bakmayın siz, onu Temelcimizin davranışları etkiliyor. Ben Bağımsızımızı yanıma alıp, ne zaman sorun olursa, onları bir araya getiririm. Unutmayın Bağımsızımız çok düşünür, fakat denizlerimizin asıl koruyucusu onlardır. Sen Bağımsızımız… Çıplağımızı yanından ayırma ki; çözümlerin estetik, günlük yaşamını ebedileşebilsin. Ne zaman öfkelensen… İzlenimcimize sarıl ki; nefesinle dinginleşmeyi, gözlerini kapayarak görmeyi, köprüler kurmayı başarabilesin.
*
Evet… Ben Sahilya’nın çıplağıyım. Şimdilerde, akşamüstü uzandığım serin kumların üzerinde, uzun uzun ettiğimiz kavgaları düşünerek geçirdiğim zamanı, gözümün önündekileri göremeden geçirdiğim zamana karşın, tıpkı bacaklarımdan süzülen, tuzlu denizin ıslak damlarına değişemeyecek kadar tutkuyla Sahilya’ya bağlıyım. Bilindik bir çıplaklığım ötesinde, en kuytuma kadar ürperdiğim anlarım, yuvam, serin koku, karın tokluğum, manzaram. Belki yanlış bir erkeğe âşık olmak gibi Sahilya ile aramızdaki. Buna rağmen yaşama güveniyorum. Atardamarlarımda hissettiğim bu mücadele. Bütün bunların bir evrim ve çağdaşlığı doğuracak yeni sancılar olduğunun artık daha çok farkındayım.
*
Sen Sahilya… Sen sıcak duvar. Körpe kayalıkların ardına saklanmış balık yuvaları. Bir gün değdi mi diye sorarlarsa? Bir daha yaşasam yine aynı şekilde yaşardım diyeceğim. Sen Sahilya…