Mağusa, İskele ve Yeniboğaziçi emirname süreci toplumsal akıl sağlığımız ile ilgili ipuçları vermekle kalmıyor ‘’ekonomik aklın’’ medya ve propaganda araçları üzerinde kurduğu tahakküm sonucu ortak aklı nasıl sömürgeleştirdiğini de hatırlatıyor.
Kentlerde sınırsız yükselme, genişleme ve ekonomik gelişimin eş anlamlı olduğu algısı farklı kanallardan pompalanıyor. Girne’de yaşanan ve yaşanmakta olan kentsel trajediyi hafızalardan silmek için Miami’ye öykünmeye kadar varan bir ‘‘ekonomik akıl’’ ithal edilmiş. Limasol’da kentlilerin yıllarca yaşadığı sahili terk etmelerine sebep olan, buna karşı direnmelerine rağmen bin bir politik entrika ile yükselmeye devam eden, finansal sermayenin ve kara paranın aktığı projeler, bazı çevrelerin diline pelesenk olmuş. Ayia Napa’da (Ayia Thekla-Liopetri) Natura 2000 ekolojik alanına yapılan tecavüzler ile gündeme gelmiş başka bir mega marina projesi yine ayni ağızlarda yankılanıyor. Verilen tüm örneklerin altı hafifçe kazınınca altından pis kokular yükseliyor. Miami örneği bunların içinde belki de en çarpıcı olanı. Sahili yüksek binalar ile kuşatılmış Miami, nüfusu 250 bin üzerinde olan ABD şehirleri içinde gelir eşitsizliği en yüksek olan şehir ve bu şehrin eşitsizlik eşiği de sahili ve hinterlandı arasında. Yani kıyısı zenginlere teslim edilmiş. Kısaca bize sunulan ‘ekonomik aklın’ öngörüsü sınırsız gelir eşitsizliği, kent içinde sınıfsal bölünmeler, ekolojik sınırlara tahammülsüzlük ve kültürel yozlaşma. Buna bir de kimliksiz, yersiz yurtsuz binalar yumağı olan kentlerimizi ekleyin. Devletlere biçilen rol burada ne mi? Tabi ki bu ekonomik akla çanak tutmak, yol, su elektrik götürmek ve mümkün olduğunca deregülasyon ve plansızlık (limitleri ve sınırları belirlenmemiş planlama biçimine kısaca plansızlık diyoruz). Bunun dışına çıkıldı mı, limitler ve sınırlar oluşmaya başlandı mı, hizaya getirilen müdürler, daire mensupları vs. Sonuç 1989 yılından beri üretilemeyen planlar, kendini yalnızlaştıran, yalnızlaştıkça kuşatılan şehir plancıları, kuşatıldıkça paranoya ile hareket eden ve kısır bir döngüye hapsedilmiş bir planlama sistemi ve plan süreçlerinden dışlanmış toplum. Böyle bir ortamda, korku ve arzu makinesini ele geçirmiş mülkiyet rejiminin öncüleri, zenginliklerine zenginlik katan inşaat sektörü mensupları, İskele ve Mağusa’yı plansız yönetmeye devam etmenin peşinde. Kimliği, dokusu, kültürü olmayan bir kenti, salt yüksek bina imgeleri üzerinden pazarlayacağını iddia eden kısa günün aktörleri, böyle bir hilkat garibesini kime pazarlayabilir. Kısmen küçük burjuvazinin ikinci konut stoku kısmen ise yasa dışı bahis sitelerinin kara para aklama organizasyonlarına araç olan pazarlama stratejilerimiz kentlilere ne kazandır?
Kente dair imgelerimizin, örneklerimizin ve referanslarımızın nerelerden geldiğini, tarihsel gelişimlerini, sosyal, kültürel, sınıfsal ve ekonomik sonuçlarını bilmeden kullanıyoruz. Kentin geleceğini tahayyül etmemizi sağlayan bu imgeler çoğu zaman gazetelerdeki emlak reklamlarından, kimi zaman sosyal medya reklamlarından, kimi zaman da allanıp pullanmış reklam panolarından zihnimize yerleşiyor. Limasol’dan geçerken, zihnimize yerleşmiş bu imgeler ile benzerliğini kurduğumuz yüksek bir binaya hayranlıkla bakıyoruz. Ayia Napa marinası virüs gibi sosyal medyada yankılanıyor ‘’bakın Güney’de neler yapılıyor’’ yorumları altında. Bu imgelerin altında hiç konuşmadığımız kente dair temel sorunlar çığ gibi büyüyor. Mağusa serbest limanındaki kirlilik sonucu işçi sağlığının aldığı hal, bu kirliliğin kente ve kentlilere etkisi, Mağusa’nın büyük kısmını kaplayan, kent yaşamını ve gelişimini tehdit eden askeri bölgeler, ekolojik eşikleri tehdit eden bir üniversite kampüsü ve daha birçok temel sorun, birkaç sivil örgüt dışında, konuşulmuyor, kentlilerin ortak aklının parçası olamıyor.
Hafızalarımızı sömürgeleştiren, sınırlayan, bölen ve parselleyen mülkiyet rejimi ötesinde ortaklıklar ve müştereklerin duygu ve arzu dünyasını kurmaya başlamalıyız. Ortak bir kentlilik bilinci geliştirebilmek için İmar Planı süreçlerinin farklı ölçeklerde farklı halk katılım araçları ile örgütlenmesi kaçınılmazdır. Şehirciliğin pasif agresif yaklaşımı ne yazık ki onları da toplumu da yalnızlaştırıyor. İmar planı süreçleri doğru kurgulanırsa, Mağusa kenti ve çevresinde toplumsal değerlerimizi yeniden oluşturmak için önemli bir fırsat olabilir. Ortak değerlerimizi kentlilik ve yurttaşlık duyguları ile yeniden kurabiliriz. Çıkar gruplarına, inşaat, emlak gibi sektörlere ve zümrelere ayrışmış post-politik gerçekliğimizi kabullenmek yerine ortaklıklar üzerine ve birlikte yaşamanın koşulları üzerine geliştirilmiş imgeleri bulup çıkarabiliriz. Valletta’nın sur duvarları etrafındaki kıyılara öykünebiliriz, Split şehrinin kamusal sahil önermesine, Dubrovnik’e bazen Palma de Mallorca’ya dönüp bakabiliriz (buralardaki sorunlara gözümüzü kapamadan). Denize dökülen dik caddeleri ile Barcelona’ya yön sorabiliriz, kamusal alanları ve sokakları ile Bologna’ya, sosyal belediyecilik anlayışı ile ayağa kalkmaya çalışan, spekülatif ekonomiye karşı duran konut politikaları ile yeniden Barcelona’ya yanaşabiliriz… Buralardan ortak bir kent duygusu türetebiliriz. Bu ortaklaşmaya bir de kayıp kentlilerimizi eklediğimizi hayal edin… Limasol ile bağımız belki de yükselen binaları değil Mağusa’yı terk etmek zorunda kalan kentlilerimizdir.