İşgal altındaki Kıbrıs’ın kuzeyinde örgütsüz tek sınıf işçi sınıfıdır.
Burjuvalar örgütlü, küçük burjuvalar örgütlü, köylüler örgütlü, esnaflar örgütlü…
Ama, her nedense işçiler örgütsüz.
Burjuvazinin sanayi odası var, ticaret odası var…
Küçük burjuva memurların, öğretmenlerin sendikaları var, odaları var…
Köylülerin, hayvancıların birlikleri var…
Esnafların odaları var…
Üstelik de, özellikle bu “oda”lara sanayicilerin, tüccarların, esnafların, mimarların, mühendislerin kayıtlı olmaları ZORUNLU.
İş, işçilerin zorunlu sendikalı olmasına gelince, koro halinde, itirazlar yükseliyor. Neymiş efendim, “zorunluluk” demokratik değilmiş…
Sormak lazım, hem de bunu en yüksek sesten dillendiren hukukçuya sormak lazım; avukatlık yapabilmek için avukatların barolara kayıtlı olması zorunlu değil mi bu ülkede?
Bu demokratik değil mi?
Değilse, değişmesi için ne yaptı bugüne dek? Ya da, bugünden sonra ne yapmayı planlıyor?
“Zorunluluk” ilkesi sadece örgütlenme alanında değildir.
Eğitimde de vardır. Anayasa gereği 14 yaşına kadar eğitim ZORUNLUDUR bu ülkede. Anti demokratik mi bu anayasa maddesi?
Buna da karşı mı bu demokrasi düşkünü hukukçu ve siyasilerimiz?
Bugüne dek hiç duymadık tüm bu zorunluluklara karşı çıktıklarını.
Ama iş, işçilerin sendikalaşmasının yasal zorunluluk olmasına gelince burjuva demokrasi duyguları kabarıyor.
Neymiş efendim, demokratik değilmiş…
Vay sizin demokrasi anlayışınıza…
“Pozitif ayrımcılık” denen bişey var.
Eşitler arasında “ayrımcılık” taraf tutmaktır, anti demokratiktir. Ama, eşit koşullarda olmayanları eşitmişler gibi görmek ve aynı muameleye tabi kılmak da ayrımcılıktır, taraf tutmaktır. Güçlü olanın, imkanları fazla olanın tarafını tutmaktır ve anti demokratiktir.
Böylesi durumlarda “pozitif ayrımcılık” uygulamak, güçsüzü kollamak ve dolayısıyla eşit koşullar yaratmak sadece demokratik değil, gerekliliktir de.
Ülkemizdeki üretim ilişkilerine, özellikle de özel sektördeki ilişkilere bir bakın bakalım, patron ile işçiler hak ve menfaatler açısından, özellikle bu hak ve menfatleri realize etme açısından eşitmidirler?
Birkaç örnek verelim, çalışma saatleri, yasalara ragmen çiğnenmiyor mu? Hem de nasıl…
Yasalar, günde 8 saat, haftada (5 gün) 40 saat demiyor mu? Diyor…
Kaç tane işyeri riayet ediyor buna? Hemen hemen hiçbiri.
Bakın bakalım, Cumartesi işçilerini çalıştırmayan işyeri var mı?
Üstelik de, haftalık 40 saat üzerinden belirlenen asgari ücrete…
Patronlar, sermayedarlar, mevcut yasalara ragmen bu gücü nerden buluyorlar?
Bu güç onlara, herşeyden önce, mevcut üretim ilişkilerinden, özel mülkiyetçi kapitalist üretim ilişkilerinden gelir.
Kapitalist üretim ilişkileri emeğin sömürülmesini şart koşar. Devlet, yasaması ile, yürütmesi ile, hukuk sistemi ile, güvenlik güçleri ile bu ilişkiyi, yani emek sömürüsünü korumak ve kollamakla görevlidir.
Hasbelkader, bu temele aykırı, kısmi de olsa yasalar çıkarılsa bile, öncelikle bu yasaları sulandırmakla görevli siyasiler, hukukçular ve medya devreye girer. Yetmezse güvenlik güçleri. Ne de olsa, “ülkenin güvenliği ve toplumun menfaatleri” sözkonusu…
Bazan da, sözde sendika liderlikleri imdadına yetişir patronların.
İşte patronların gücünün kaynağı bunlardır.
Peki ya işçinin gücü?
İşçilerin bir tek güç kaynağı vardır; üretimden, üretmekten gelen güçtür bu. Ama bu güç örgütlülükle ortaya çıkar, güç olur, hem de yenilmez bir güç.
Örgütsüz işçi güçsüzdür, zavallıdır, çaresizdir.
Patronun karşısında eziktir, mahkumdur…
Emekten yana, adaletten yana olanlar, patron işçi eşitliğinden, genel eşitlikten bahsetmezler. Tersine, işçinin patron karşısında eşit olmadığı bilinciyle, işçiler lehine “pozitif ayrımcılık” olması gerektiğini savunur ve bu uğurda mücadele eder.
İşte, özel sektörde sendika ZORUNLULUĞU bu nedenle savunulmalı ve desteklenmelidir.