Zaman: İ.Ö. 6 yy Yer: Atina
Olimpiyat oyunları oynanıyor. Bir yanda şan, şeref, ün için koşan güçlü kuvvetli bol adaleli sırım gibi atletler… Bir diğer yanda onları izlemeye, alkış tutmaya, eğlenmeye gelen ahali… Bir diğer yanda olimpiyat oyunları vesilesiyle bir araya gelmiş bu ahaliye bir şeyler satarak para kazanmaya çalışan satıcılar, tüccarlar… Bir diğer yanda da, tüm bu curcuna içinde, (Rodin’in düşünen insan heykelini hatırlayalım) baş parmağı ve işaret parmağı ile çenesini tutarak atletlerin, seyircilerin ve tüccarların ne yapmaya çalıştıklarını anlamaya çalışan bilgelik severler…
Bu metaforda, satıcı ya da tüccarlar maddeye düşkünlük gösteren insanları, atletler, şan şöhret gibi motivasyonlarla hareket eden egosantrikleri, bilgelik severler de, insanların peşinden koştukları şeyleri, bunların değerlerini yahut değersizliklerini, anlamını ya da anlamsızlığını, sadece insanları değil, bir bütün olarak hayatı, hatta kendi varlığını sorgulayan felsefe meraklılarını sembolize ediyor.
İşte bu merak, ‘okul’ların temelini oluşturuyor. Okul sözcüğünün Fransızca ‘ecole’ sözcüğünden, ecole sözcüğünün de Yunanca ‘skhole’ sözcüğünden türediği ve ‘felsefe yeri’ anlamına geldiği söyleniyor. Filozof sözcüğü de Yunanca philo-sofia, bilgelik sevgisi anlamını taşıyor. Eskiden düşünce üretilen yerlere okul deniyordu.
Yukarıdaki metaforda ne yapıyor bunlar, neden yapıyor, insan nedir, neden varlar, neden varım, varlık nedir, erdem nedir gibi yığınla düşünce, Atina’daki okullarda üretiliyor. Okullar insanların düşünce ürettikleri yerler, Heraklitos, Pythagoras, Platon, vs buralarda yetişiyor.
Şu 1-14 Eylül arası online, akabinde yüzyüze devam edecek ‘eğitim’ yuvalarına da okul diyoruz. Olimpiyat oyunları metaforu ile bağını kuracak olursak, curcunaya atlet, tüccar, seyirci yetiştiren yuvalar bu yuvalar. Doğumumuzla birlikte üzerimize dikilen kimlik kıyafetinin prova odaları… Makbul vatandaş yaratım atölyeleri… İki cinsiyetten birine sıkıştırıldığımız, toplumsal anormalin ve normalin enjekte edildiği, mensubu olduğumuz ırkın en şahane ırk olduğunu öğrendiğimiz, benliklerimizin iğdiş edildiği, ‘itaat et rahat et’in içselleştirildiği toplama kampları…
Mensubu olduğum nesil, istiklal marşını flütle çalamadı diye kafasına flüt yiyerek büyüdü… Hem de müzik dersinde… Mefailün failün failatünü ezberleyemeyenler cetvelle dize getirilmeye çalışıldı edebiyat derslerinde… Seküler ailelerimiz nedeniyle din hocalarına kafa tutmak modaydı din kültürü ve ahlak bilgisinde… Güya sorguluyorduk…
En başarılı sınıf başkanları kurallara uymayan arkadaşını ispiyonlayandı… Okulların en güzel yanları teneffüsler ve arkadaşlardı… Teneffüsün kelime anlamı da ‘nefes almak’… Tabii devir değişti… Artık ziller zırrr diye değil de Mozart Beethoven senfonisiyle falan çalıyor… Parayı bastırırsak ekoloji, lego, yüzme dersi var ‘özel’ okullarda. Siyahtan maviye evrilen önlüklerin yerini bej, gri şort, şortetek yakalı t-shirt gayet casual trendy üniformalar aldı. İlk duyduğumda inanmamıştım lakin Kıbrıs’ta kimi okullarda teneffüslerde koşmak yasak…
Sekiz buçuk beş buçuk veya sekiz buçuk üç buçuk çalışanlar, kara kara, kendileri çalışırken 1-14 Eylül arası ne yapacaklarını düşünüyorlar… Neyse ki dertleri 14 Eylül’de bitecek ve dırıdırıdırırınıım ders zili çalacak. Çocuklar ‘okul’da, yetişkinler işlerinde trilaylaylom. Günümüzün olimpiyat metaforu prototipi… Neyse ki, çenesini baş ve işaret parmağıyla tutan tipler hala var… Sürekli tenefüste olan, nefes alan ve canı çektiğinde koşan…