Yazan: Ronald Purser
Çeviren: Can Koçak
Kaynak: Ve’Posta
Mindfulness, Oprah Winfrey ve Goldie Hawn gibi ünlülerin de desteğini alarak anaakıma yerleşmiş durumda. Meditasyon koçları, keşişler ve nörobilimciler Davos’a giderek Dünya Ekonomik Forumu’na katılan CEO’lara konunun inceliklerini anlattı. Mindfulness hareketinin kurucuları bir tür misyonere dönüştü. Bilim ve meditasyonu bir araya getiren bu öğretinin evrensel ya da küresel bir rönesansı tetikleme potansiyeli taşıdığını söyleyen Mindfulness Odaklı Stres Azaltma’nın (MBSR) mucidi Jon Kabat-Zinn, stresle başa çıkmaktan daha fazlasını vaat ediyor. Ona göre mindfulness türlerin ve gezegenin gelecekteki yüzyıllar boyunca hayatta kalmaları için belki de tek şansları.
Peki, bu her derde deva ilaç tam olarak nasıl bir şey? 2014’te Time dergisi kapağında sarışın bir genç kadınla birlikte şu sözlere yer verdi: “Mindful Devrim”. Derginin içindeki yazı bir kuru üzümü çok yavaş yemek gibi en temel MBSR öğretilerinden birini tarif ediyordu. Yazarın ifadesi şöyleydi: “21. yüzyılda hayatta kalmak ve başarılı olmak için bu gibi becerilere ihtiyacımız varsa, birkaç dakika boyunca tek bir kuru üzüme odaklanmak hiç de salakça değil.”
Öte yandan adaletsiz toplumumuzu değiştirmeyi denemeden başarı vaat eden her değişiklik devrim niteliğinde değil, bazıları yalnızca insanların bu gerçekle daha rahat başa çıkmasını sağlıyor. Hatta kimi zaman durumu daha da kötüleştiriyor. Mindfulness radikal eylemleri teşvik etmek yerine acı çekmemize sebep olan şeylerin içimizde olduğunu söylüyor, nasıl yaşadığımızı belirleyen politik ve ekonomik çerçevelerde değil. Buna rağmen mindfulness destekçileri peşin yargılara kapılmadan âna odaklanmanın dünyayı değiştirecek devrim niteliğinde bir güce sahip olduğuna inanıyor. Büyüye inanmanın fazlasıyla abartılmış hâli.
Mindfulness uygulamalarının kayda değer yanları olduğu kesin. Aynı konu üzerine düşünüp durmaktan vazgeçmek stresi azaltmaya gerçekten de yardımcı olabilir, kronik kaygı bozuklukları ve diğer hastalıklara iyi de gelebilir. Otomatik tepkilerinin farkında olmak, insanı daha sakin ve kibar birine dönüştürebilir. Mindfulness’ı tanıtanların çoğu iyi insanlar, hareketin önde gelenleri de dahil olmak üzere birçoğuyla tanışmış biri olarak da iyi niyetli olduklarına dair hiçbir şüphem yok. Ancak mesele o değil. Sorun sattıkları ürün ve onun etrafındaki ambalaj. Mindfulness’ın temel odaklanma eğitiminden hiçbir farkı yok. Budizm’den yola çıksa da onun ahlaki öğretilerden ve diğer insanlara karşı şefkatle yaklaşırken yanlış bir benlik algısına duyulan bağlılığı eritmeye dönük amacından yoksun kalmış durumda.
Geriye kişisel gelişim kisvesi altında bir özdisiplin aracı kalıyor. İnsanları özgür bırakmaktansa sorunlarına yol açan koşullara uyum sağlamalarına yardımcı oluyor. Gerçekten devrim niteliğinde bir hareketin amacı bu işlemeyen sistemi tepetaklak etmek olurdu, mindfulness ise onun bu zararlı yapısını sağlamlaştırmaktan fazlasına yaramıyor. Geçtiğimiz birkaç on yıl boyunca neoliberal düzen kendisini gizliden gizliye benimsetti, sermayenin kârını gözetirken eşitsizliği yaygınlaştırdı. İnsanlardan bu modelin onlardan talep ettiği şeye uyum sağlamaları bekleniyor. Stres patolojik bir konuya indirgendi ve özelleştirildi, onu yönetmenin yükü bireylere devredildi. Bizi kurtarmak için de mindfulness işportacıları devreye girdi.
Bütün bunlar mindfulness’ın yasaklanması gerektiği ya da onu faydalı bulanların aldatılmış olduğu anlamına gelmiyor. Acı çekmeyi azaltmak, her daim teşvik edilmesi gereken yüce bir hedef. Öte yandan bunu etkili bir biçimde yapabilmek için mindfulness hocalarının bireysel stresin toplumsal nedenleri de olduğunu kabul etmeleri gerekiyor. Kolektif acılara ve onu ortadan kaldıracak sistem değişikliğine değinmedikleri için mindfulness’ın gerçekten devrimci olabilecek potansiyelini de yok ediyor, onu insanların kendilerine odaklanıp durduğu alelade bir şeye indirgiyorlar.
Mindfulness hareketinin temel mesajı, memnuniyetsizlik ve huzursuzluğun kaynağının kendi kafamızda olduğu. Her an yaşanana dikkat etmeden geçmişe dönük pişmanlıklar ve gelecek korkuları arasında kayboluyoruz, bu da bizi mutsuz ediyor. Çoğunlukla modern mindfulness hareketinin babası kabul edilen Kabat-Zinn, bunu “düşünme illeti” olarak nitelendiriyor. Odaklanmayı öğrenmek döngüsel düşüncenin sesini kısmaya olanak sağlıyor, Kabat-Zinn’in teşhisi de şöyle: “Toplumun tamamı dikkat eksikliği bozukluğundan mustarip, hem de ne biçim.” Kültürel hâlsizliğin diğer kaynakları tartışılmıyor. Kabat-Zinn’in Aklımızı Başımıza Toplamak: Mindfulness Aracılığıyla Kendimizi ve Dünyayı İyileştirmek kitabında “kapitalist” sözcüğü yalnızca “Hepimiz bir tür dikkat eksikliği bozukluğu yaşıyoruz,” diyen stresli bir girişimciyle ilgili bir anekdot esnasında geçiyor.
Mindfulness taraftarları, belki de farkında olmadan statükoyu destekliyor. Dikkatimizin Google, Facebook, Twitter ve Apple gibi şirketler tarafından nasıl paraya dönüştürüldüğü ve manipüle edildiğini tartışmaksızın krizin zihinlerimizde olduğunu söylüyorlar. Tabiatının gereği sorunlu olan şey sanki kapitalist sistemin kendisi değil, istikrarsız ve belirsiz bir ekonomide farkındalık sahibi ve dirençli olamayan bireylerin başarısızlığı. Sonra da bizi birbiriyle rekabet eden, bilinçli birer kapitaliste dönüştüren sorunlar satıyorlar.
Mindfulness aracılığıyla “saf farkındalığa” erişmenin mümkün olduğu, onu bozan dış etkenler olmaksızın bireysel özgürlüğün bulunduğu iddia ediliyor. Yapmamız gereken tek şey gözlerimizi kapatmak ve nefes alıp verişimize odaklanmak. Bu sözümona devrimin püf noktası burada. Her birey birer birer farkındalığa eriştikçe dünya da yavaş yavaş değişiyor. Bu felsefe tuhaf bir biçimde George W. Bush’un “şefkatli muhafazakârlık” kavramını hatırlatıyor. Özel alana çekilmesiyle birlikte mindfulness bir nevi benliğin dinine dönüşüyor. Kamusal alan fikri böylelikle aşındırılıyor ve şefkat gibi duyguların herkes tarafından erişilebilmesi şansa bırakılıyor. Sonuç olarak da siyaset kuramcısı Wendy Brown’ın dediği gibi topluluklar topluluk olmayı bırakıp bir grup bireysel girişimci ve tüketiciye dönüşüyor.
Mindfulness, pozitif psikoloji ve mutluluk endüstrisi gibi stresin siyasetle ilgisini kesiyor. Eğer işsiz olduğumuz, sağlık sigortamızı kaybettiğimiz, çocuklarımızın öğrenim kredileriyle devasa borçlara saplandığını gördüğümüz için mutsuzsak, daha bilinçli olmak bizim sorumluluğumuzda. Kabat-Zinn mutluluğun, yalnızca bilinçli olarak ve bir amaç doğrultusunda, peşin yargılara kapılmaksızın o âna odaklanmamızı gerektiren, kendi içimizde biten bir iş olduğuna dair bizi temin ediyor. Meditasyon pratiklerinin bir diğer amigosu sinirbilimci Richard Davidson. O da refahın, spor salonunda pazılarımızı çalıştırmak gibi geliştirilebilecek bir beceri olduğunu iddia ediyor. Mindfulness denen sözümona devrim, piyasanın dayattığı her şeyi süklüm püklüm kabul ediyor. Bireylerin zihinsel ve duygusal dirençlerini artırmayı hedefleyen iyileştirici bir değerler sisteminin rehberliğinde, herkesin kendi karşılığını seçme, olumsuz duygularla başa çıkma, çeşit çeşit kişisel bakımla “serpilme” şansı olduğunu savunan neoliberal varsayımları destekliyor. Sattıkları şeyi bu ambalajla paketleyen mindfulness hocaları, kapitalist toplumun güç yapıları ve ekonomik sistemlerindeki ıstıraba yol açan etkenleri eleştirecek bir müfredatı gözardı ediyorlar.
“McMindfulness” terimi, anlık karın doyursa da besleyici değeri olmayan ruhsal uygulamalarla dolu bir beslenme çılgınlığını tasvir eden Budist öğretmen ve psikoterapist Miles Neale tarafından ortaya atıldı. Günümüzün mindfulness hevesi, girişimcilik bakımından McDonald’s’ın aynısı. McDonald’s’ın kurucusu Ray Kroc fast-food endüstrisini yarattı. Daha ilk zamanlarda, henüz milkshake satarken, Kroc Kaliforniya’nın San Bernardino ilçesindeki bir restoran zincirinin franchise’a dönüşme potansiyelini fark etmişti. McDonald kardeşlerle verecekleri bayilikler için bir aracı olarak çalışmak üzere anlaştı. Kısa süre sonra şirketi satın aldı ve zinciri küresel bir imparatorluğa dönüştürdü. İddialı bir meditasyoncu olan Kabat-Zinn de inzivaya çekilmişken aklına bir fikir geldi. Budist öğretileri ve uygulamaları, hastanede yatan hastaların fiziksel ağrı, stres ve endişeyle başa çıkmalarına yardımcı olmak için uyarlayabilirdi. Aldığı ustaca önlem de mindfulness’ı seküler maneviyat olarak markalaştırmaktı.
Kroc makineleşme, standartlaştırma ve disiplin sayesinde durmadan dağıtılabilen yiyeceği meşgul Amerikalılara anında ulaştırabilme fırsatını geri çevirmedi. Kabat-Zinn de standartlaştırılmış bir müfredat kullanılarak durmaksızın öğretilebilecek sekiz haftalık bir mindfulness kursu aracılığıyla aşırı stresli Amerikalıların MBSR’ye kolayca erişebilmelerini sağlama fırsatına balıklama atladı. MBSR eğitmenleri sertifikalarını Kabat-Zinn’in Worcester, Massachusetts’ta bulunan mindfulness merkezindeki programlarına katılarak aldı. O da şirketler, okullar, devlet ve askerlik gibi yeni pazarlar tanımlayarak, ayrıca diğer “mindfulness odaklı müdahale” türlerini benimseyerek MBSR’nin erişimini artırmaya devam etti.
Bu adamların ikisi de ürünlerinin farklı bayilerde nitelik ya da içerik bakımından ayrışmaması için önlemler aldı. Dubai’de ya da Iowa eyaletinin Dubuque şehrinde yemeniz fark etmez, McDonald’s hamburgeri ve patatesi aynıdır. Dünya çapındaki MBSR eğitimlerinin içeriği, yapısı ve müfredatı da benzer şekilde pek değişmiyor.
Mindfulness göklere çıkarıldı ve metalaştırıldı, fayda sağlayacağı düşünülen neredeyse her amaç için kullanılan bir tekniğe indirgendi. Şehir merkezinde yaşayan çocuklara rahatlatıcı bir mola, yatırım fonu uzmanlarına zihinsel bir avantaj sağlayabilir, ya da insansız hava aracı pilotlarının stresini azaltabilir. Mindfulness’ın metalaştırılması, onu ahlaki bağlılıklardan ya da etik mecburiyetlerden yoksun, toplumsal fayda amacından sapmış, piyasanın değerlerine bağlı hâlde bırakıyor.
Bu durum kısmen mindfulness destekçilerinin bu uygulamanın apolitik olduğuna inanmalarından kaynaklanıyor, ahlakî sorgulamalardan kaçınmak ve toplumsal faydayı gözetmeyi umursamamak böylelikle birbirine bağlanıyor. Ahlaki davranışların tatlı dilli bir şirinliğin eğitmende tecessüm etmesi ya da rastlantısal bir kendini bulma hâli sonucunda, uygulamanın doğası gereği ortaya çıkacağı varsayılıyor. Ancak önemli ahlaki değişimlerin “peşin yargılara kapılmadan âna odaklanmanın” peşi sıra geleceği iddiası açıkça hatalı. “Peşin yargılara kapılmayan farkındalık” vurgusu kişinin doğruyla yanlışı ayırt etme yetisini rahatlıkla devreden çıkarabilir.
Maneviyat Ticareti: Dinin Sessizce Ele Geçirilmesi kitabında Jeremy Carrette ve Richard King, Asya’nın bilgelik geleneklerinin 18. yüzyıldan bu yana sömürgeleştirme ve metalaştırmaya maruz kaldığını, bunun da baskın kültürel değerlerle mükemmel bir uyum içinde, hayat tarzında ciddi bir değişim gerektirmeyen, fazlasıyla bireyci bir maneviyat türü oluşturduğunu belirtiyor. Bu denli bireyci bir maneviyat şüphesiz neoliberalizmin özelleştirme gündemiyle bağlantılı, özellikle de mindfulness’ın başvurduğu belirsiz dil onu gizlemek için kullanılıyorken. Onun amaçlarını sınırları önceden çizilmiş bireyci bir alan doğrultusunda yönlendiren piyasa güçleri, mindfulness hareketinin ivmesini halihazırda kötüye kullanıyor.
Carrette ve King’e göre mindfulness’ı bu türden bir huzursuzluğun nedeni olan sosyal, politik ve ekonomik eşitsizliklere karşı çıkmanın yollarını aramaktansa endişe ve tedirginlik hislerini bireysel seviyede yatıştırmaya indirgemek ve insanları buna ikna etmek çok kolay. Öte yandan mindfulness’ın bu denli özelleştirilmesinin ve psikolojik referanslarla tanımlanmasının, sistem içinde işe yaramaya devam etsinler diye insanları “zihinsel olarak zinde”, daha dikkatli ve dirençli hâle getirmesinin, tedavi etme iddiasıyla onların en iyi şekilde kullanılmalarına aracı olmasının elbette ki politik bir yanı var. Sahip olduğu bu şartlarla da devrimle hiçbir ilgisi kalmıyor, daha çok usul usul teslim olmaya benziyor.
Mindfulness, kapitalizmin zehirli etkileriyle başa çıkmamıza yardımcı olacak bir güç gibi konumlandırılıyor. Bununla birlikte önerdiği şeyler piyasa tarafından rahatlıkla sindirildiği için sosyal ve politik dönüşüm potansiyeli iğdiş ediliyor. Mindfulness hareketinin liderleri kapitalizm ve maneviyatın uzlaşabileceğine inanıyor, nedenlerine derin ve geniş çaplı bir bakış atmalarına gerek kalmadan insanların streslerini azaltmak istiyorlar.
Gerçek anlamda devrim niteliğinde bir mindfulness, etik davranışları hesaba katmadan mutluluğu kendine hak gören batılı düşünce yapısına meydan okurdu. Buna rağmen mindfulness programları yöneticilerden idari kararlarının ve kurumsal politikalarının açgözlülük, kötü niyet ve aldatmacayla dolu yanlarını sorgulamalarını beklemiyor. Bunun yerine insanlara stresten uzak kalmanın, üretkenlik ve odaklanmayı artırmanın, haftada 80 saat çalışmaktan kurtulmanın bir yolu olarak pazarlanıyor. Meditasyon yapıyor olabilirler, ama aslında başınız ağrırken aspirin almaya benziyor. Ağrı geçti mi aynı tas aynı hamam. Bireyler daha iyi insanlar hâline gelseler de kurumların kârı olabildiğince artırma derdi değişmiyor.
Mindfulness yalnızca insanların onları strese sokan zehirli koşullarla başa çıkmalarına yardımcı oluyorsa belki de bundan fazlasını hedeflemeliyiz. Bu saptırmanın insanların kendi kendilerini sömürmelerine yardımcı olduğu gerçeğini göklere mi çıkarmamız gerekiyor? Sorunun temelinde bu var. Mindfulness uygulamaları kapsamında odaklanmanın içselleştirilmesi kurumsal gerekliliklerden toplumdaki tahakküm yapılarına dek başka şeylerin de içselleştirilmesine neden oluyor. Galiba en kötüsü de bu teslimiyetçi konumun özgürlük kisvesi altında pazarlanması. Mindfulness gerçekten de başarısını özgürlükle ilgili laf salatalarına borçlu, benmerkezci “özgürlüklerden” övgüyle bahsederken vatandaşlık görevlerini ya da işbirliğine dayalı ve adil bir toplumun içinde gerçek özgürlüğü bulan kolektif bir mindfulness hareketinin geliştirilmesi ihtimalini hiçe sayıyor.
Stresi azaltmayı, kişisel mutluluk ve refahı artırmayı satmak elbette ki adaletsizlik, eşitsizlik ve çevresel yıkımla ilgili ciddi soruları satmaya kıyasla daha kolay. İkinci yol toplumsal düzeni karşına almayı gerektiriyor, ilki ise insanların odaklanmalarını keskinleştirmek, iş hayatında ve sınavlardaki performanslarını geliştirmek, hatta daha iyi seks hayatları sunmak gibi vaatleriyle doğrudan mindfulness’ın önceliklerini karşılıyor. Mindfulness psikoterapinin yepyeni bir tekniği gibi paketlenmekle kalmadı, kullanışlılığıyla kişisel gelişim olarak da pazarlanmaya başladı. Böyle bir markaya dönüşmesi maneviyata dayalı uygulamaların kişinin kendini ilgilendireceği düşüncesini destekliyor. Özelleştirilmesiyle de bu uygulamalar artık rahatlıkla sosyal, ekonomik ve politik kontrol için kullanılıyor.
Mindfulness çoğunlukla bireylerin ve kuruluşların açgözlülük, kötü niyet ve aldatmacanın hastalıklı köklerinin farkına varmalarını sağlamaktansa aslında bu kökleri destekleyen alelade bir kişisel gelişim tekniği olarak kullanılıyor.
Mindfulness’ın 4 milyar dolarlık bir endüstri olduğu söyleniyor. Amazon’da 60.000’den fazla kitabın başlığında “mindfulness” sözcüğü bir şekilde geçiyor, ebeveynlik, yemek yeme, eğitmenlik, terapi, liderlik, parasal durum, ulus, hatta köpek sahibi olmak, önünde “mindful” sıfatıyla kullanılıyor. Ayrıca başlı başına çok satan bir alttür olarak mindfulness boyama kitapları var. Kitaplar dışında atölyeler, çevrimiçi kurslar, şaşaalı dergiler, belgeseller, akıllı telefon uygulamaları, çanlar, minderler, bilezikler, güzellik ürünleri ve çeşit çeşit alet edevatın yanı sıra hayli kârlı ve gelişmeye devam eden bir konferans ağı var. Mindfulness programları okullarda, Wall Street ve Silikon Vadisi şirketlerinde, hukuk firmalarında ve resmi dairelerde kendisine yer bulmuş durumda. Buna Amerikan ordusu da dahil.
Mindfulness’ın piyasa dostu ve geçici bir çözüm olarak sunulması, popüler kültürde bu denli hoş karşılanmasını açıklıyor. İşyerlerinin düşünce yapısına o kadar iyi uyuyor ki, statükoya karşı sunduğu tek gerçek tehdit insanlara sidik yarışında daha başarılı olmaları için önerdiği yöntemler. Modern toplumun neoliberal uzlaşısı, güç ve zenginlik sahibi kimselerin daha fazlasını elde etmek için başıboş bırakılmaları gerektiğini iddia ediyor. Bu yüzden Kabat-Zinn Davos’ta meditasyondan yola çıkarak rekabette avantaj sağlamaya dair sözler söylemekle ilgili bir rahatsızlık duymazken CEO’ların da pazarın temel mantığını kabul eden mindfulness tüccarlarını çok sevmesi pek şaşırtıcı değil.
Geçtiğimiz birkaç on yılda neoliberalizm muhafazakâr köklerini aştı. Kamusal söylemi öyle bir ele geçirdi ki, kendini ilerici addeden Kabat-Zinn gibileri dahi neoliberal terimlerle düşünmeye başladı. Piyasa değerleri insan hayatının her bir köşesini işgal etmiş durumda, çoğumuzun dünyada yaşama ve onu yorumlama biçimimizi tanımlıyor.
Neoliberalizmin belki de en açık tanımını onu saf piyasa mantığını sekteye uğratma ihtimali olan kolektif yapıları yıkmaya yarayan bir programa benzeten Fransız sosyolog Pierre Bourdieu yapmıştı. Genellikle piyasaya dayalı toplumun, beşeri sermayemizi ve kişisel değerimizi geliştirmek için bize (eşit olmasa da) yeterli fırsat tanıdığını düşünmeye şartlanmışızdır. Kişisel özgürlük ve potansiyelimizi tam anlamıyla hayata geçirmek için de içsel kaynaklarımızı ustaca yöneterek kendi refahımızı, özgürlüğümüzü ve mutluluğumuzu olabilecek en yüksek seviyeye çıkarmalıyız.
Rekabet işin merkezinde olduğu için, neoliberal ideoloji toplumun nasıl yönetileceğine dair tüm kararların, rakiplerin kendi iyiliklerini maksimum seviyeye çıkarmaları için en etkili düzeneğin, yani piyasanın işleyişine bırakılması gerektiğini söylüyor. Devlet, hayır kurumları ve diğer toplumsal aktörler, kusursuz işleyen piyasa mantığının önünde yalnızca birer engel.
Neoliberal toplumun bir aktörü için mindfulness ekip biçilecek bir beceri, ya da iyi değerlendirilmesi gereken bir kaynak. Uzmanlaşıldığı takdirde, peşin hükümlerden arındırıp âna odaklanmanızı sağlayarak sizi rekabetin getirdiği kaçınılmaz stres ve endişeden uzaklaştırıyor, kapitalist okyanusun hileci akıntılarında yolunuzu bulmanızı sağlıyor. Mindfulness kişisel refahınızı olabilecek en üst seviyeye çıkarmanıza yardımcı oluyor.
Bütün bunlar gece daha rahat uyumanızı sağlayabilir. Toplumda ise hayli vahim sonuçlar doğurması olası. Slovenyalı filozof Slavoj Žižek bu eğilimi inceledi. Ona göre mindfulness insanların akli dengeleri yerindeymiş görünümünü koruyarak kapitalist devinime tam anlamıyla katılmalarına yardımcı olarak kendisini küresel kapitalizmin baskın ideolojisi olarak kabul ettirdi.
Dikkatlerin yönünü kapitalist kültürdeki toplumsal yapılar ve maddi koşullardan öteye çeviren mindfulness, rahatlıkla olmadığı bir şeymiş gibi gösterilebiliyor. Ünlüler onu kutsuyor, Google, Facebook, Twitter, Apple ve Zynga gibi Kaliforniya merkezli şirketler onu markalarını tamamlayan bir unsur olarak benimsiyor. Google’ın eski tam zamanlı çalışanlarından mindfulness üstadı Chade-Meng Tan’ın titri Jolly Good Fellow’du, gerçekten. İş arkadaşlarına ve okurlarına “kendi içinize bakın” telkininde bulunuyordu, çünkü sorunlarınızın kaynağı oradaydı, kesinlikle kurumsal kültürde değildi.
“Kendi kendinin efendisi olmak”, “dirençli olmak” ve “mutluluk” söylemleri, refahın basitçe bir beceri geliştirmekten ibaret olduğunu varsayıyor. Mindfulness amigoları bu benzetmeden çok hoşlanıyor, daha mutlu olmak için beyinlerimizi geliştirebileceğimizi iddia ediyorlar, tıpkı kaslarımızı çalıştırırmış gibi. Mutluluk, özgürlük ve refah, bireysel çabanın birer ürüne hâline geliyor. Bu tür “beceriler” dış etkenlere, ilişkilere ya da toplumsal koşullara bağlı olmaksızın geliştirilebiliyor. Mindfulness, tedaviyle ilgili söyleminin altında sorunların seçimlerin sonuçları olduğu iddiasını gizliyor. Kişisel dertler hiçbir zaman politik ya da sosyoekonomik koşullarla ilişkilendirilmiyor, doğası gereği psikolojik addediliyor ve birer hastalıkmış gibi teşhis konuluyor. Dolayısıyla toplumun radikal bir değişime değil, terapiye ihtiyacı var. Mindfulness girişimlerinin devlet politikasına yön verenler nezdinde bu denli tutulmasının nedeni belki de bu. Eşitsizlik, ırkçılık, yoksulluk, bağımlılık ve bozulan akıl sağlığı gibi temelleri olan toplumsal sorunlar tedavi gerektiren bireysel psikoloji terimleriyle yeniden tanımlanabiliyor. Hatta savunmasız bireylere bunu kendi kendilerine sunmaları gerektiği söylenebiliyor.
Neoliberalizm dünyayı kazanan ve kaybedenler olarak ayırıyor. Bunu da ideolojik temel taşı, yani her tür toplumsal olgunun bireyselleştirilmesi aracılığıyla başarıyor. Özerk (ve özgür) birey toplumun asli odak noktası olduğu için toplumsal değişim siyasi eylemler, örgütlenme ya da toplu eylemlerle değil, yalnızca serbest piyasa ve bireylerin atomlarına ayrılmış hareketleri aracılığıyla mümkün. Kolektif yapılarla bu durumu değiştirmeye dair her türlü çaba neoliberal düzen için can sıkıcı. Bu yüzden de pek hoş karşılanmıyor.
Bunun aydınlatıcı bir örneği geri dönüşüm uygulamaları. Esas sorun şirketler tarafından seri üretime geçilen plastik ve onun perakende satışta gereğinden fazla kullanımı. Buna rağmen tüketicilere altta yatan nedenin kişisel savurganlık olduğu, bunun da alışkanlıklarını değiştirirlerse çözülebileceği söyleniyor. Yakın zamanda Scientific American’da yapılan bir araştırmanın ortaya koyduğu gibi: “Bir çiviyi geri takmanın düşen bir gökdelene ne kadar faydası varsa plastiği geri dönüştürmenin de Dünya’yı kurtarmaya o kadar faydası var.” Yine de neoliberal bireysel sorumluluk öğretisi, el çabukluğuyla bizi esas failden uzaklaştırdı. Bu da aslında dünün haberi. 1950’lerde “Keep America Beautiful” (Amerika’yı Güzel Tutun) kampanyasıyla bireyler kendi çöplerini toplamaya teşvik edilmişti. Proje Coca-Cola, Anheuser-Busch ve Philip Morris gibi şirketler tarafından finanse ediliyordu, onlarla işbirliği yapansa bu çağrıya uymayanlar için “litterbug” (çöpböceği) terimini ortaya atan Ad Council’di (Reklam Konseyi). Yaklaşık yirmi yıl sonra ünlü bir televizyon reklamı bir motorcunun attığı çöpe ağlayan bir Kızılderili’ye yer veriyordu. Slogan da “Çevre Kirliliğini İnsanlar Başlatıyor. İnsanlar Durdurabilir”di. Scientific American’da yayımlanan, Matt Wilkins imzasını taşıyan yazı, işin bu tür maskaralıkların ardındaki iç yüzünü görüyor.
Bu tür çabalar görünürde iyiliksever olsa da gerçek sorunu, plastik sorununda kurumsal düzeyde kirliliğe imza atanların oynadığı rolü gizliyor. Bu akıl dolu aldatmaca sonucunda gazeteci ve yazar Heather Rogers, dikkatleri tüketicinin geri dönüşüm davranışlarına çektiği ve atık yönetimi için üreticinin sorumluluğunu artıracak düzenlemelerin yapılmasını önlediği için Keep America Beautiful’u ilk “yeşil yıkama” örneği olarak gösteriyor.
Bize tekrar tekrar verilen bir mesaj var, toplumsal sorunları çözmenin tek gerçek yolunun bireysel eylemden geçtiğini, dolayısıyla sorumluluk almamız gerektiğini söylüyor. Eleştirel ve radikal düşünceyi bastırdığı için kültür eleştirmeni Henry Giroux tarafından “hayalsizlik makinesi” olarak adlandırılan bir neoliberal hipnozun içinde sıkışmış durumdayız. İçe dönmemiz, kendi kendimizi yönetmemiz için fırça yiyoruz. Hayalsizlik, yeni olasılıklarla ilgili yaratıcı fikirleri terk etmemize yol açıyor. Kapitalizmi parçalarına ayırmanın ya da onun fazlalıklarını dizginlemenin yollarını aramaktansa taleplerini kabul etmeli ve piyasada daha etkili olmak için öz disipline başvurmalıyız. Dünyayı değiştirmek için kendimize mesai harcamamız gerektiği söyleniyor, daha bilinçli, daha az peşin hükümlü olmalı, şartları kabul ederek zihinlerimizi değiştirmeliyiz.
İnsanların sorunlarının kaynağının kafalarının içinde yer alması, neoliberal mindfulness akımının temel inançlarından biri. Stresi ilaç kullanarak giderme eğilimi, deva arayışını ve uzman tedavisine duyulan ihtiyacı beraberinde getiriyor, bu da mindfulness müdahaleleri şeklini alıyor. Buradaki ideolojik mesaj şu: Eğer sıkıntı veren koşulları değiştiremiyorsanız koşullara verdiğiniz tepkileri değiştirebilirsiniz. Bu bazı açılardan faydalı olabilir, sonuçta pek çok şey bizim kontrolümüzde değil. Ancak onları düzeltmek için çaba sarf etmeyi bırakmak abartılı görünüyor. Mindfulness uygulamaları adaletsiz, kültürel açıdan zehirli ya da çevre için yıkıcı olabilecek şeylere eleştirel bir yaklaşıma ya da onlar üzerinden dönecek bir tartışmaya izin vermiyor. Bunun yerine ortaya koyulan “peşin hükümlere varmadan, âna odaklanan farkındalıkla her şeyi olduğu gibi kabul etmek” mecburiyeti, statükoyu koruyan bir toplumsal anestezi işlevi görüyor.
Mindfulness hareketinin (aynı zamanda pozitif psikolojinin de şiarı olan) “insanın serpilmesi” vaadi, bir tür toplumsal değişim önerisi ortaya koymaya en yaklaştığı tanım. Öte yandan bu görüş de bireye özgü ve daha bilinçli olmaya dair kişisel tercihe dayanıyor. Mindfulness destekçilerinin elbette neoliberalizmden farklı politik amaçları olabilir. Yine de kişisel dünyalarına ve tekil kimliklerine, yani neoliberal güç odaklarının tam da onların olmasını istediği yere çekilme riski mevcut.
Mindfulness, Jennifer Silva’nın “ruh hâli ekonomisi” olarak adlandırdığı şeyin içine gömülmüş durumda. Yetememek: Belirsizlik Çağında İşçi Sınıfının Yetişkinliği kitabında Silva, risk nasıl özelleştirildiyse ruh hâli ekonomisinin de bireyleri kendi duygusal akıbetlerinin tek sorumlusuna öyle dönüştürdüğünü açıklıyor. Bu durumda duygular, birinin “duygusal sermayesini” artırmak için düzenleniyor. Google’ın “Search Inside Yourself” (Kendi İçinde Ara) adlı mindfulness programının müfredatında “duygusal zekâ” (emotional intelligence – EI) kavramı sıklıkla geçiyor. Program Google’ın mühendislerine kariyerlerinde başarılı olmaları için şartmış gibi pazarlanıyor, mindfulness uygulamalarıyla uğraşmaları sonucunda duyguları yönetmek, sermaye edinmeye benzer şekilde ihtiyaç fazlası değer yaratmaya başlıyor. Ruh hâli ekonomisi ayrıca aksiliklerden toparlanma, istikrarsız bir ekonomik bağlamda üretken kalma becerisini talep ediyor. Pozitif psikoloji gibi mindfulness hareketi de “mutluluk bilimiyle” birleşmiş durumda. Bir kere böyle paketlendi mi hayatı kolaylaştıran ve kişiye göre uyum sağlayan bir teknik olarak satılabiliyor, böylelikle bireyleri sosyal dünyalarından koparıyor.
Mindfulness vaatlerinin hepsi, Chicago Üniversitesi’nden kültür teorisyeni Lauren Berlant’ın “zalim iyimserlik” olarak adlandırdığı, neoliberalizmi tanımlayan özelliklerden birini andırıyor. Zalim, çünkü birileri bir hayale oldukça yüksek miktarda duygusal yatırım yapıyor. Bize mindfulness çalışmalarına başlarsak ve bireysel hayatlarımızda işleri yoluna koyarsak mutlu ve güvende olabileceğimiz söyleniyor. Sabit bir işte çalışmak, bir eve sahip olmak, sosyal hayatın hareketliliği, kariyer başarısı ve eşitlik gibi şeylerin de doğal olarak, onun peşi sıra geleceği ima ediliyor. Ayrıca kendi kendimizin efendisi olmayı başarırsak, zihnimizi ve duygularımızı kontrol ederek kapitalizmin önceden kestirilemeyen çılgınlıkları arasında serpilip gelişebileceğimiz vaat ediliyor. “Mindful Calculations” (Bilinçli Hesaplamalar) adlı tezinde Joshua Eisen’in yazdığı gibi: “Karalahana, acai çileği, spor salonu üyelikleri, vitaminli su ve diğer yeni yıl kararları gibi mindfulness da yoğun bir değişim isteğinin listesini çıkarıyor, ama temelinde kendini kontrol etmek ve serbest faaliyet gibi neoliberal hayallerin yeniden ortaya konması var.” Bizim tek yapmamız gereken ise sessizce oturmak, nefesimize dikkat etmek ve beklemek. Bu da iki kat zalimlik, çünkü “iyi hayatın” kurallarını belirleyen bu hayaller hâlihazırda neoliberalizmin altında paramparça oluyor. Eğer biz de kendi hislerimize odaklanırsak durumu daha da kötü hâle getiririz. Ortak hassasiyetlerimizi ve karşılıklı bağlılığımızı reddederek kendimizi korumamıza yarayabilecek kolektif yöntemlere dair hayallerimizi de yitiriyoruz. Korumacı hayaller de ne kadar boş olursa olsun onlara sarılmaya devam ediyoruz.
Mindfulness özünde zalim değil. Yalnızca bir fetişe dönüştürülüp şişirilmiş vaatlere bağlandığında zalim yanı ortaya çıkıyor. O zaman da Berlant’ın dediği gibi bağlanmanı sağlayan nesne, en başta seni ona götüren amacı engelliyor. Zalimlik, değişim edebiyatı yaparken statükoyu desteklemekten geliyor. Neoliberal mindfulness, insanın serpilmesi için sunduğu bireyci görüşün reklamını tam da böyle, bilinçlenmiş hâlde kapitalizmin tahribatına tahammül gösterip her şeyi olduğu gibi kabul etmemiz için bizi kandırarak yapıyor.