Niyazı Kızılyürek’in bu makalesi ilk kez 9 Ağustos 2015’te YKP’nin resmi websitesinde yayımlanmıştır.
1974 yılının başında itibaren yaşanan her şey darbeye işaret ediyordu ama Başpiskopos Makarios kendisine darbe yapılacağına inanmak istemiyordu. Makarios Yunan subaylarının darbe yapması halinde Türkiye’nin adaya çıkarma yapacağına kesin gözüyle bakıyordu ve hiç bir Yunanlının buna tevessül etmeyeceğini düşünüyordu. Yani, Türkiye’nin müdahalesine kesin gözüyle bakılması bir bakıma Makarios’u darbeden kurtaracak bir ‘dış tehdit’ olarak algılanıyordu ve ‘tehdit’ karşısında ‘ulusun birlik ve beraberlik içinde’ olacağına inanılıyordu. Nitekim Makarios’a yakınlığıyla bilinen Apogevmatini gazetesi 5 Temmuz 1974 tarihinde Yunan Cuntasına seslenerek olası bir darbe girişiminin Türkiye’ye adaya çıkması için ‘altın bir fırsat’ sunacağını yazıyordu. (Marios Adamitis, İ Tragiki Anametrisi ke i prodosia tis Kiprou, 2011, Lefkoşa, s.195) Makarios ölümünden kısa bir süre önce 24 Temmuz 1977 tarihinde To Vima gazetesinde verdiği mülakatta da darbenin çıkarmaya yol açacağından emin olduğunu söylüyordu: ‘darbeyi nelerin izleyeceğini düşünüyordum ve başıma böyle bir kötülüğün geleceğini asla tahmin etmiyordum. Türkiye’nin darbeyi bahane sayarak adayı işgal edeceğinden hiç bir şüphem yoktu.’ (Marios Adamitis, y.a.g.e, s.195) Darbeden sonra herkes Makarios’a aynı soruyu soruyordu: “Neden darbeye karşı önlem almadınız?” O da hep aynı yanıtı veriyordu: ‘hiç bir Helen’in böyle bir şeye kalkışabileceğini düşünmüyordum.’ Ve ekliyordu: “bu kadar az insanın bu kadar büyük felakete yol açtığı dünyada nadir görülmüştür.”
Başpiskopos Makarios’un Kıbrıs’ta görev yapan Yunan askerlerinin adadan çekilmesini talep ettiği 2 Temmuz 1974 tarihli mektubu Yunanistan Cumhurbaşkanı Gizikis’e ulaştığında, Cuntanın darbe hazırlıkları son aşamasına girmişti. Makarios’tan başka herkes darbe olacağını bekliyordu. Nitekim Gizikis’e gönderdiği mektubun bir nüshası Paris’te sürgünde bulunan Konstantinos Karamanlis’e gönderildiğinde, Karamanlis’in ağzından şu sözcükler dökülmüştü: “şimdi ona darbe yapacakları kesindir. Tedbir aldı mı?” Fakat kendisini darbe yapılmayacağına inandıran Makarios yeteri kadar önlem almamıştı. Aslında darbe ihtimaline karşı hepten tedbirsiz sayılmazdı. ‘Aspis’ adlı bir plan çerçevesinde önlemler alıyordu. Hatta Makarios’u korumak üzere kurulan özel polis kuvvetlerinin ateş gücünü artırmak için 4 Temmuz günü Çekoslovakya’dan bine yakın otomatik silah getirtilerek başpiskoposluk binasına depolanmıştı. Fakat 15 Temmuz günü ne Makarios ne de çalışma arkadaşları darbe beklemiyordu. Oysa Yunanistan’ın dışişleri eski bakanlarından Averof ordu içindeki bağlantıları sayesinde İoannidis’in 15 Temmuz’da darbe yapacağını öğrenmişti ve bunu Kıbrıs’ın Atina Büyükelçisi Nikos Kranidiotis’e bildirmişti. Kranidiotis de elbette bu bilgiyi Makarios’a aktarmıştı. Ayrıca, Makarios’un durumun ciddiyetini anlaması için ona elden de bir mesaj göndermeyi denemişti. O sıralar Atina’da bulunan ve Makarios’a yakınlığıyla bilinen Manglis adlı işadamından ziyaretini yarıda keserek Makarios’a durumu şahsen bildirmesini istemişti. Derhal Kıbrıs’a dönen Manglis Makarios’tan randevu talep etmişti. Ne var ki, Makarios, Manglis’i kabul etmekte acele etmiyordu. Ona Pazartesi sabahına randevu vermişti. Yani, darbenin yapılacağı saatlere…
Dış Bakışta Darbe
15 Temmuz darbesi göstere göstere gelen bir darbe olmasına karşın sadece Makarios değil, CIA ve İngiliz istihbaratı da darbenin tam gününü öngöremediler. Yazdıkları raporlarda 15 Temmuz gününde darbe olmasını beklemediklerini belirtiyorlardı. Örneğin Büyük Britanya’nın Yakın Doğu Kuvvetler Komutanı (Kıbrıs) John Aiken, darbenin kaçınılmaz olduğunu düşünüyordu ama Ekim ayından önce yapılacağını tahmin etmiyordu. (Jan Asmussen, a.g.e, s.26) İngiliz Ortak İstihbarat Grubu’nun On beş günde bir yayınlanan İstihbarat Özetlerinde de 19 Haziran-2 Temmuz arasında darbe ihtimaline yer verilmiyordu.
CIA de benzer raporlar hazırlıyordu. Örneğin 12 Temmuz tarihli bir raporda CIA’nin İoannidis ile temas halinde olduğu ve Yunan hükümetinin Makarios’u devirmeye yönelik bir girişim içinde olmadığına dair güvence alındığı yazılıyordu. (Kostas Venizelos, Mihalis İgnatiou, Ta Mistika Arhia tou Kissinger, Birinci Cilt, Livani Yayınları, Atina, 2002, s.63) 14 Temmuz gün, yani darbeden bir gün önce de İoannidis’in Makarios’a karşı müdahalede bulunmaktan vaz geçtiği ileri sürülüyordu. Hatta darbenin gerçekleştiği gün olan 15 Temmuz’da bile CIA darbe ihtimali görmüyordu. Darbeden sonra ABD dışişleri bakanlığını hazırladığı bir raporda İoannidis’in Amerikan hükümetini bilinçli olarak aldattığından söz ediliyordu. (Jan Asmussan, a.g.e. s.29) Gerçekten de Cunta Lideri Dimitris İoannidis darbeden bir gün önce bir araya geldiği ABD Atina büyükelçisi Tasca’’ya hiç bir şey çaktırmamıştı. Kıbrıs’ta uzun vadeli olarak iki ihtimal gördüğünü söyleyen İoannnidis, bu ihtimalleri şöyle sıralıyordu: a) Ada sola kayarak Akdeniz’in Küba’sı olacak; b) Kıbrıslı Rumlar enosisi başaracak… İoannidis, ‘asla gerçekleşmeyecek tek ihtimal adanın Türkiye ile birleşmesidir’ diyordu. (Jan Asmussen, a.g.e, s.28)
CIA darbe konusunda Amerika’nın yanıltıldığını iddia etse de, durum bu kadar basit değil. Özellikle ABD’nin Atina büyükelçiliğinde bir takım ‘tuhaf’ işlerin döndüğü anlaşılıyor. Bu yüzden ABD’nin darbe ile ilgili tutumuna daha yakından bakmakta fayda var.
ABD’nin Kıbrıs Masası Şefi Thomas D. Boyatt -Kıbrıs büyükelçiliğinde çalışmış, Yunanca bilen bir diplomattı- Kıbrıs’ta karışıklık yaşanacağını önceden tahmin ediyordu ve Şubat 1974’ten itibaren dışişleri bakanlığını düzenli olarak uyarıyordu. Boyatt Kissinger’in Cunta Şefi İoannidis’e sert bir uyarı göndermesini ve Makarios’a karşı darbe girişiminde bulunmamasını kesin bir dille ifade etmesini istiyordu. Ne var ki, tavsiyeleri pek ciddiye alınmıyordu. Kissinger Yunan Cuntası ile ilişkilerin bozulmasından çekiniyordu ve Boyatt’ın önerilerini duymazlıktan geliyordu. Fakat Boyatt Cunta ile EOKA B’nin Makarios’a karşı darbe hazırlığı içinde olduğundan emindi ve böyle bir gelişmenin Türk-Yunan savaşına yol açacağını düşünüyordu. Ayrıca, Sovyetler Birliği’nin Kıbrıs Sorununa müdahil olmasına fırsat yaratacağından korkuyordu. Bir şeyler yapılması için ısrarla dışişleri bakanlığını uyarıyordu. En son 17 Mayıs günü dışişleri bakanlığına geçtiği mesajda Milli Muhafız ordusu ile EOKA B’nin Makarios’u devirmeleri durumunda Türkiye ile Yunanistan’ın karşı karşıya gelmesinin kaçınılmaz olacağını yazmıştı. Sonunda Kissinger gönülsüz de olsa İoannidis’in uyarılması için Atina Büyükelçisi Henry Tasca’ya talimat göndermeyi kabul etti. Fakat Atina büyükelçisi Tasca, ABD hükümetinin Yunan Cuntası nezdinde sert bir girişimde bulunmasına itiraz ediyor, bunun ABD-Cunta ilişkilerini bozacağını ileri sürüyordu. Konuyu ülkeyi yöneten askerler yerine hükümet yetkilileri ile konuşuyor, gerçek gücü elinde bulunduran İoannidis’in uyarılmasına ise karşı çıkıyordu. Aslında Tasca da İonnidis ile Makarios arasında gerilim çıkacağını biliyordu. 24 Haziran günü Washington’a geçtiği bir mesajda Makarios ile İonnidis’in uzun süre birlikte var olacaklarını düşünmek çok zordur’ diyordu. Fakat yine de Atina’nın sert şekilde uyarılmasını istemiyordu. (Jan Asmussen, a.g.e, s.28-27) 1 Temmuz tarihinde Tasca özel kanallar kullanılarak İoannidis’e doğrudan ve sert bir uyarı gitmesine yeniden itiraz etti. Yunan hükümetinin ABD’nin silah zoruyla Makarios’un uzaklaştırılmasına karşı olduğunu zaten bildiğini, İaonnidis’e ayrıca sert bir mesaj gitmesinin doğru olmayacağını ileri sürüyordu. Tasca, aynı İngiliz İstihbaratı gibi, Makarios ile İonnidis arasında Milli Muhafız ordusunun subaylarının değiştirileceği Eylül ayında gerilim yaşanmasını bekliyordu. Fakat Boyatt’ın ısrarlı çabaları sonunda sonuç verdi ve büyükelçi Tasca’ya dışişleri bakanı Kissinger’den bir talimat gitti. Tasca önce karşı çıktıysa da biraz yumuşatılmış bir üslupla ikinci kez aynı talimatı alınca Kissinger’in mesajını İoannidis’e iletmekten kaçınamazdı. Kissinger’in 5 Temmuz tarihli mesajında İoannidis’ten Kıbrıs’ta görev yapan Yunanlı subaylara EOKA B ile işbirliği içinde Makarios’u devirmeleri ve Enosisi desteklemeleri yönünde verilen emirlere derhal son verilmesi isteniyordu. (Kostas Venizelos, Mihalis İgnatiou, a.g.e, s. 62) Fakat ilginçtir, Tasca bu mesajı İoannidis’e şahsen iletmek yerine tatile çıkmayı tercih etti ve Atina’dan ayrılıp oğlunun İsviçre’deki mezuniyet törenine katıldı. Mesajı iletmek büyükelçilikteki diğer görevlilere düştü. Onlar da İoannidis ile görüşmek için hiç bir çaba sarf etmediler. Sonunda, mesajı İoannidis ile iyi ilişkiler içinde olan Yunanistan Başpiskoposu Serafim aracılığıyla Yunanlı diktatöre ulaştırmaya karar verdiler. Kısacası, Henry Kissinger imzalı mesaj, ABD’ hükümetinin mührü olmadan, resmi yollar kullanılmadan ve sertlik dozu yumuşatılarak İoannids’e ulaştırıldı. (Kostas Venizelos, Mihalis İgnatiou, y.a.g.e, s. 62) Hatta mesajın verilip verilmediği bugüne kadar belirsizliğini koruyor. Nitekim Büyükelçi Tasca yıllar sonra verdiği bir mülakatta ABD’nin Atina büyükelçiliğinin aldığı emirleri gönülsüzce yerine getirdiğini, hatta mesajın gerektiği açıklıkta İoannidis’e ulaştırılıp ulaştırılmadığından emin olmadığını söyleyecekti. (Kostas Venizelos, Mihalis İgnatiou, y.a.g.e, s.63)
ABD’nin Atina büyükelçiliğinde darbe konusunda ‘tuhaf’ olayların yaşandığını doğrulayan başka kanıtlar da var. Örneğin dışişleri bakanı Henry Kissinger ile ABD Savunma Bakanı James Schlesinger arasında 24 Temmuz tarihinde yapılan bir telefon konuşması… Her ne kadar bu telefon konuşmasının tamamı yayınlanmamışsa da, yayınladığı bölümlerden anlaşıldığı kadarıyla Schlesinger’in Kissinger’e Makarios’un devrilmesi konusunda Atina elçiliğinde bir takım zaafların tespit edildiğini söylüyordu ve Yunanlıların Amerika’nın desteğinin kendilerinden yana olduğunu düşünmüş olabileceklerini belirtiyordu. (Jan Asmussen, a.g.e, s.30) Yukarıda da belirtildiği gibi, Atina büyükelçisi Tasca, Kissinger’in mesajını İoannidis’e şahsen vermek yârine İsviçre’ye gitmeyi tercih etmişti. Ayrıca, Atina’da görev yapan bazı CIA ajanlarının darbe konusunda İoannidis’i teşvik ettiklerine dair iddialar var. Özellikle Yunan asıllı Amerikalı bir CIA ajanının bu konuda önemli rol oynadığı ileri sürülüyor. Kıbrıslı Rum siyaset adamlarından Glafkos Kliridis de Atina’da görev yapan bazı alt düzey CIA ajanlarının İoannidis’i Makarios’a karşı darbe yapmak için teşvik ettiklerini ve Türkiye’nin adaya müdahale etmesini engelleyeceklerine dair söz verdiklerini ileri sürüyor. Cunta mensuplarının Yunanistan’da demokrasiye dönüldükten sonra Yunan Parlamentosunun kurduğu Kıbrıs Dosyası Komitesine verdikleri ifadelerden yola çıkan Kliridis -Yunanistan parlamentosunun hazırladığı Kıbrıs Dosyası resmen açılmış değildir- Cunta üyelerinin alt düzey CIA ajanlarıyla temas halinde olduklarının anlaşıldığını ve bu ajanlarının cuntacılara ‘Makarios’u devirin, biz Türkiye’nin müdahale etmesini engelleriz’ dediklerini aktarıyor. (Kostas Venizelos, Mihalis İgnatiou, a.g.e, s.71)
Olaya bu bilgiler ışığında baktığımız zaman, Türkiye’nin adaya asker çıkarmasıyla Cunta liderlerinin kendilerini ‘aldatılmış’ hissettiklerini söyleyebiliriz. Nitekim ABD dışişleri bakan-yardımcısı Joseph Sisco İoannidis’e Türkiye’nin adaya müdahale edeceğini söyleyerek ondan Türkiye’nin şartlarını kabul etmesini istediğinde İoannidis Sisco’ya şöyle haykıracaktı: ‘bizi aldattınız, savaş ilan edeceğim’.(Makarios Drousiotis, Kipros 1974-1977, İ izvoli ke Megales Dinames, Lefkoşa, 2014, s.97)
Buraya kadar yazdıklarımızdan anlaşılacağı üzere, Kissinger Kıbrıs Masası Şefi Boyatt’ın darbeyi engellemek üç aylık ısrarlı çabaları sonucunda ‘gönülsüzce’ bir talimat vermişse de, büyükelçi Tasca’nın da itiraf ettiği gibi, ABD’nin Atina büyükelçiliği emirleri ‘gönülsüzce’ yerine getiriyordu. Açıkçası, darbenin engellenmesi için ABD tarafından ciddi bir girişimde bulunulmadı. Kuşkusuz, bu, ABD’nin darbeyi bizzat örgütlediği anlamına gelmiyor. Nitekim böyle bir iddiayı doğrulayacak bilgi ve kanıt elimizde yok. Ayrıca, ABD o dönemde genel olarak Makarios’tan pek şikâyetçi değildi. Hatta iki taraf bir süreden beri iyi ilişkiler içindeydi. Örneğin ABD 1970 yılında Makarios’a helikopterinde yapılan suikastı kınamıştı. 1972 yılında ise Makarios’a karşı planlanan darbeyi ABD engellemişti. Bunun bir nedeni, Sovyetler Birliği’nden düş kırıklığı yaşayan Makarios’un ABD ile yakınlaşma yollarını aramasıydı. 1970 yılında ABD Başkanı Nixon ile bir araya gelen Makarios iki taraf arasında buzların erimesi için epeyce çaba göstermişti. Makarios Nixon’a Kıbrıs’ın coğrafi ve özel nedenlerle Bağlantısızlar Hareketine katıldığını ama Kıbrıs’ın tarih, kültür ve ideolojik olarak ‘Batı’ya ait olduğunu’ anlatarak, ‘biz diğer bağlantısızlar gibi Doğu yanlısı değiliz’ diyordu. (İlksoy Aslım, American Foreign Policy on Cyprus (1960-1974), Yayınlanmamış Doktora Tezi, Oulun Yliopisto, Oulu University Press, Oulu, 2010, s.271)
Makarios Nixon ile görüşmesinde Amerika’nın Kıbrıs’ta komünizm konusunda endişesini giderici açıklamalarda da bulunmuştu. Hiç bir komünisti yüksek mevkie atamadığı ile övünüyordu ve komünistlerin kendisini desteklediğini, çünkü başka çarelerinin olmadığını, kendisinin de bu desteği kabul ederek onları kontrol altında tuttuğunu ileri sürüyordu. Kıbrıs’ın Küba olamayacağını da iddia eden Makarios, bu iddiasını Kıbrıslı Rumların son derece dindar olmalarına bağlıyordu. (İlksoy Aslım, y.a.g.e, s.271)
ABD’nin Lefkoşa büyükelçiliğinden Washington’a gönderilen mesajlarda da iki ülke arasında ilişkilerin ‘mükemmel’ olduğu ve ABD dışişleri bakanlığının Makarios’u Akdeniz’in Kastro’su’ olarak görmediği belirtiliyordu. (İlksoy Aslım, y.a.g.e, s.269) Makarios, Kıbrıs Sorununun çözümünde belki bir engel olarak görülüyordu ama statüko Amerika’yı pek rahatsız etmiyordu. (İlksoy Aslım, y.a.g.e, s.269) 1973 yılında Makarios-ABD ilişkileri her zamankinden daha ileri bir aşamaya girmişti. Makarios Sovyetler Birliği’nin tepkilerine rağmen Ağrotur üssüne Amerikan U2 casus uçaklarının konuşlandırılmasına onay vermişti. Ayrıca, Kıbrıs’ta Foreign Broadcast Information Service (FBIS) (Yabancı Yayın Bilgi Servisi) kurması için Amerika’ya izin vermişti. ABD, kira karşılığı sağladığı bu servisle bölgenin bütün radyolarının yayınlarını dinleyebiliyordu.
Görülebileceği gibi, ABD 1970’li yılların başında Makarios’tan şikayetçi değildi. Kuşkusuz, Kıbrıs Sorununu katı tutumu yüzünden çözümsüz bırakması Batı’da herkes gibi ABD’yi de rahatsız ediyordu. Çünkü Kıbrıs Sorunu çözülmeden Türk-Yunan ilişkileri tam olarak düzelemezdi. Fakat iki toplum arasında müzakereler iyi kötü devam ediyordu ve Türkiye ile Yunanistan da sorunun çözümü için istişare halindeydi. Gelgelelim, şurası da bir gerçekti ki, Henry Kissinger Makarios’tan hiç hoşlanmıyordu. Ondan ‘Kızıl Papaz’ veya ‘Kötü-Papaz’ gibi tanımlamalarla söz ediyordu. Çok açıktır ki, Yunan Cuntasının düzenlediği 15 Temmuz darbesini doğrudan teşvik etmediyse bile, bunu Makarios’tan kurtulmak için iyi bir fırsat olarak görüyordu. Nitekim Kissinger darbeden sonra Büyük Britanya’nın Makarios’un yeniden cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturması ve 1960 düzenine geri dönülmesi yönünde yaptığı bütün önerilere karşı çıkacaktı ve Kıbrıs Sorununun bambaşka bir mecraya girmesine neden olacaktı…
Kissinger’in Cambazlıkları: ‘Ya Kliridis ya da Çifte-Enosis’
Darbeden sağ olarak kaçmayı başaran Başpiskopos Makarios Londra’ya gittikten sonra İngiliz hükümeti ile kurduğu temaslarda darbe rejiminin tanınmamasını, eski statüye geri dönülmesini ve Yunanlı subayların adadan ayrılmasını talep ediyordu. Büyük Britanya ve Avrupa Ekonomik Topluluğu da benzer görüşleri savunuyordu ve Makarios’un geri dönmesini destekliyorlardı. Hatta Türkiye’nin ilk tepkileri de benzer yöndeydi. Ne var ki, ABD aynı fikirde değildi. Kissinger Başkan Nixon’a şöyle diyecekti: ‘Kıbrıs’ta sorun, Avrupalıların Makarios’un geri getirilmesi için ortak görüş almaları ve bizim Yunanlılara baskı uygulamamızı istemeleridir. Benim kaygım, Makarios’un şimdi komünistlere ve Doğu Blokuna yaslanmasıdır.’ (Jan Asmussen, a.g.e. s.56-57) Kissinger, hiç bir şekilde Yunan Cuntasına baskı yapmak istemiyor, Cuntanın iktidardan düşmesine kesinlikle karşı çıkıyordu. ABD’nin bu yaklaşımı NATO Genel Sekreteri Joseph Lüns’ü bile rahatsız etmişti. Amerikalıların Yunanistan’da demokratik bir rejimin kurulmasına neden karşı çıktıklarını anlamıyorum diyen Lüns, pek çok NATO üyesinin Yunan Cuntasının devrilmesinden memnun olacağını söylüyordu ve Türkiye’nin Yunanistan’dan daha önemli bir müttefik olduğunu ileri sürüyordu. (Jan Asmussen, a.g.e. s.88) Fakat Kissinger ısrarla Yunan Cuntasının yanında duruyordu. Darbeden sonra tek yaptığı Dimitris İoannidis’e bir mesaj göndererek ABD’nin Kıbrıs’ı egemen ve bağımsız bir devlet olarak gördüğünü, siyasal ve anayasal yapısının değiştirilmesine karşı olduğunu bildirmekti. Yani, Kissinger Türk-Yunan savaşına yol açacağından korktuğu için İoannidis’in Enosisi ilan etmesine karşı olduğunu vurguluyordu ve bununla yetiniyordu.
‘Diplomasi cambazı’ Kissinger abartılı bir anti-komünizm ve saplantılı bir Sovyet korkusuyla ne Makarios’un geri dönmesini istiyordu, ne de Yunan Cuntasına Kıbrıs’tan askerlerini çekmek için baskı yapılmasını… Kissinger, Türkiye’nin anayasal düzene geri dönülmesinden söz etmesini duymak bile istemiyordu, çünkü bunu Makarios’un geri dönmesi olarak algılıyordu ve Türkleri kendi çıkarlarını bilmemekle suçluyordu. Hatta bir adım daha ileri giderek, dışişleri bakan yardımcısı Joseph Sisco’ya Ecevit’e ‘hayatın gerçeklerini’ anlatma görevi vermişti: ‘Görünen o ki, Türkler Makarios’u Türk uydusu yapmak istiyorlar. Yunan uydusu olmayan bir Makarios, Türk uydusu hiç olmaz. Hayatın gerçeklerini Ecevit’e anlatırsan iyi olur.’ (Jan Asmussen, a.g.e. s.57) Aslında Türkiye’nin sadece Makarios’un geri dönmesiyle yetinmeye niyeti yoktu. Nitekim 17 Temmuz günü ABD Ankara büyükelçisi Macomber ile bir araya gelen Bülent Ecevit Türkiye’nin ya İngiltere ile birlikte ya da tek başına müdahale etmeye hazır olduğunu, müdahalenin ancak bir kaç gün ertelenebileceğini açıkça dile getirdikten sonra, müdahalenin amacını şöyle tanımlamıştı: ‘anayasal hükümetin yeniden kurulması -ki bu ancak Makarios’un geri gelmesi veya anayasaya uygun olarak başka birinin seçilmesi ile mümkündür-, Milli Muhafız ordusunda görev yapan Yunanlı subayların adadan ayrılması ve Kıbrıs Türk toplumuna denize açılan güvenlikli bir koridor sağlanması.’ (Jan Asmussen, a.g.e. s.53) Özellikle bu son nokta Türkiye’nin sadece bozulan anayasal düzeni geri getirmek için müdahale etmeyi düşünmediğini açıkça ortaya koyuyordu. Türkiye, Kıbrıslı Türklerin, en azından bir kısmının, adanın kuzeyinde denize açılan bir bölgede toplanmalarını istiyordu.
Henry Kissinger Cuntanın iktidardan düşmesini engelleyecek, Türk-Yunan savaşının önünü kesecek ve Sovyetler Birliği’nin soruna müdahil olmasına fırsat vermeyecek formüller ararken aslında Türk müdahalesini kaçınılmaz kılıyordu. Makarios’u kesinlikle istemiyordu, Türkiye’nin de Sampson rejimine katlanamayacağını biliyordu. Bu verilerden hareketle demokratik meşruiyet sorununu göz ardı ederek ortaya Glafkos Kliridis kartını atmayı karar verdi. Kliridis cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturursa, solcularla Sovyetler Birliği’nin durumdan yararlanmalarının önü kesilebilir ve iki toplum arasında görüşmelere devam edilebilir diye düşünüyordu. Oysa Kıbrıs dosyasına vakıf olan İngiltere başbakanı James Callaghan bunun mümkün olamayacağını Kissinger’e açık ifadelerle anlatmıştı: ‘Kliridis bu yükü kaldıramaz.’ (Jan Asmussen, a.g.e, s.56) ABD Dışişleri bakanlığının Kıbrıs Masası da Kissinger ile ayni fikirde değildi. Fakat Kissinger, her şeye ve herkese rağmen, bu son derece yüzeysel yaklaşımını ABD’nin resmi politikası olarak kayda geçirmeyi başardı ve 17 Temmuz günü toplanan WSAG (Washington Özel Eylem Grubu) durum değerlendirmesi yaptıktan sonra Kissinger’in önerisini onayladı. WSAG’ın değerlendirmeleri şöyleydi: ‘Türkiye büyük bir ihtimalle Sampson hükümetini de-facto Enosis olarak görüyor ve bir alternatif olarak kabul edilemez buluyor. Makarios’un geri dönüşü bizim ve ilgili tarafların çıkarlarıyla örtüşmüyor. Türklerin Makarios’un dönüşünde özel bir çıkarı yoktur. Böyle bir gelişme, Yunan rejiminin çabalarına karşı bir tepki olacak ve Atina’da iç karışıklığa sürükleyen zorluklar kadar, ABD için de zorluklar yaratacaktır. Yunan etkisinden arınmış ve içeride solculara dışarıda da Doğu Blokuna dayanan bir Makarios rejimi bizim çıkarlarımıza hizmet etmez. Mantıklı alternatif, Türk-Yunan uzlaşmasına temel oluşturacak Kliridis çözümüdür.’ (Jan Asmussen, a.g.e, s.53)
Aslında Kissinger ilk etapta açıkça söylemese de, ‘Kliridis-Çözümünün’ başarısız olması halinde diğer alternatifin Türk müdahalesinin sonucu olarak ‘Çifte-Enosis’ olabileceğini hesaplıyordu. Nitekim Kıbrıs krizini yönetmekle görevlendirilen dışişleri bakan yardımcısı Joseph Sisco İngiliz hükümeti ve Bülent Ecevit ile temaslarda bulunmak üzere Londra’ya uçarken kendisine ‘Türkleri müdahaleyi askıya almak için ikna etmek’ görevi verildi ve iki alternatiften söz edildi: ya Kliridis-Çözümü ya da Türk müdahalesi sonucunda Çifte-Enosis veya iki toplumun görüşmeler yoluyla bulacağı bir çözüm… (Jan Asmussen, a.g.e, s.56)
Türkiye’nin Yaklaşımı
Türkiye başından beri 15 Temmuz darbesinin Kıbrıslı Rumların iç meselesi olmadığını, bunun Yunan Cuntası tarafından yapılan bir dış müdahale olduğunu biliyordu. Nitekim, Türk Alayı’nın başında bulunan Albay Katırcıoğlu, darbeden hemen sonra İngiliz büyükelçiliğinin savunma danışmanına Yunan alayının darbede önemli rol oynadığını kanıtlayan fotoğraflar göstermişti. Başbakan Bülent Ecevit açıkça Yunan müdahalesinden söz ediyor ve Garanti anlaşmasının çiğnendiğini vurguluyordu. 15 Temmuz günü Bakanlar Kurulu toplantısından sonra yaptığı açıklamada ‘Bu, bir Yunan müdahalesidir’ diyordu ve ekliyordu: ‘Ada’daki anayasal düzen yıkılmış, gayrı meşru bir askeri yönetim kurulmuştur. Türkiye bunu antlaşmaların ve garantilerin ihlali saymaktadır.’ Ecevit aynı gece yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra da benzer açıklamalar yaptı: ‘Kıbrıs’ın bağımsızlığı için hazırlanmış olan Garanti Antlaşmasının 4.üncü maddesinin işletilmesi ve Sampson düzeninin değiştirilmesi için, adada bir Türk askeri mevcudiyetinin bulundurulması gerekmektedir. Hazırlıklar başlamalıdır.’
Görülebileceği gibi, Türkiye darbenin ilk günü olan 15 Temmuz’da müdahaleye karar vermişti. Başbakan, adada Türk askeri mevcudiyetinin bir gereklilik olduğunu söylüyordu. Askerler müdahale etmek için beş günlük bir hazırlığa ihtiyaç duyuyordu. Bu da Ecevit’e Garantörlük anlaşmasının 4.üncü maddesini işletip, diğer Garantör ülkelerle istişare etmek için olanak sağlıyordu. Yunanistan darbeyi bizzat örgütlediğinden Yunanistan ile temas kurulması düşünülemezdi. Dikkatler diğer garantör ülke olan Büyük Britanya’ya çevrildi ve Bülent Ecevit kalabalık bir heyetle 17 Temmuz’da Londra’ya gitti.
Londra Temasları
Bülent Ecevit Londra’ya gittiğinde, Türkiye halihazırda müdahale kararı almıştı. Ecevit, İngiliz hükümetine iki öneri sundu: a) birlikte müdahale etmek, b) bu olmuyorsa, Türkiye’nin İngiliz üslerini kullanarak adaya tek başına müdahale etmesi… Ecevit, ortak müdahaleden sonra Türkiye’nin ‘minimum’ beklentilerini de sıraladı. Gelecekte Kıbrıs’ın statüsü ne olursa olsun – ister bağımsızlık isterse herhangi başka bir düzenleme – Türkiye’ye yakın bir yerinde, yani adanın kuzeyinde, Kıbrıslı Türklerin denize açılan yerleri olması talep ediliyordu. Ecevit, ‘ortak müdahalenin iki toplum arasında işbirliği için iyi bir fırsat olacağını’ belirtti. Tuhaftır ama Türkiye’nin ‘Makarios’un gitmesine neredeyse ağladığını ama adada bir ulus oluşturma fırsatının doğduğunu ve bunun heba edilmemesi gerektiğini ileri’ sürdü. Ecevit, ulus oluşturmadan gerçek bir bağımsızlıktan söz edilemeyeceğini’ de söyledi. Görüleceği gibi, Türkiye bir yandan ayrılıkçı bir anlayışla Kıbrıslı Türklerin ayrı bir bölgede toplanmasını savunuyor, diğer yandan da iki toplumun bir ‘ulus’ olarak kaynaşmasından söz ediyordu.
İngiliz hükümeti Ecevit’in iki önerisini de geri çevirdi ve Yunanistan ile görüşmelerin yapılmasını önerdi. Türk tarafı Yunanistan ile görüşmeyi anlamsız buluyordu.
Bülent Ecevit Londra’da ABD dışişleri bakan yardımcısı Joseph Sisco ile de bir araya geldi ve iki toplantı gerçekleştirdi. Özellikle ikinci toplantıda Ecevit’in tavrı oldukça sertleşmişti. İki geçici otonom idarenin kurulmasını ve bu idarelerle üç garantör ülkenin yapacağı bir anlaşmayla yeni bir yasal statünün oluşturulmasını savunuyordu. Kıbrıs Türk toplumunun bütün deniz ve hava limanlarında söz sahibi olmasını veya bu limanların iki toplum tarafından birlikte yönetilmesini talep ediyordu. Ayrıca, Kıbrıslı Türklerin denize açılan yerleri olmasında ısrar ediyordu. Sisco, Ecevit’in bu sert tutumunu şahinler tarafından baskı altına alınmasına bağlıyordu. (Jan Asmussen, a.g.e. s.70)
Türk tarafının müdahalesini askıyı almayı başaramayacağını anlayan Sisco Atina’da cunta yetkilileri ile görüşmeler yaptıktan sonra 20 Temmuz’da Ankara’ya uğramayı önerince, o gün çıkarma yapılacağını bilen Ecevit Sisco’ya 19 Temmuz’da gelmesini söyledi. Sisco, Atina görüşmelerinde Türkiye’yi müdahale etmekten vaz geçirecek tavizler koparamadı. Cunta yetkilileri sadece Londra’ya gidip Kıbrıs görüşmelerine katılmayı ve Kıbrıs’ta da Barış Gücünün deniz ve hava limanlarını daha sıkı bir şekilde kontrol etmesini kabul ediyordu. Daha sonra buna Milli Muhafız ordusunda görev yapan ve darbeye karışan subayların değiştirilmesi de eklendi. Bu öneriler halihazırda adaya çıkarma yapmaya karar veren Türkiye’yi tatmin etmekten çok uzaktı. Nitekim Atina’dan Ankara’ya geçen Sisco Bülent Ecevit ve Turan Güneş ile 20 Temmuz sabahı saat 02.00 ile 04.30 arasında yaptığı görüşmelerden hiç bir sonuç alamadı. Kissinger’in talimatları doğrultusunda Sisco görüşmelerde çok dikkatli bir dil kullanıyordu ve ABD’nin Türkiye’ye tehdit ve baskı uyguladığı anlamına gelecek sözlerden kaçınıyordu. Sisco, Kliridis’in çözüm olabileceğini söylüyor ve ABD ile Türkiye’nin birlikte Enosis’i engelleyebileceklerini iddia ediyordu. Müdahalenin Türkiye’nin çıkarlarına zarar verebileceğinden söz eden Sisco, Kıbrıs Rum toplumunda müdahale sonrası oluşacak hükümetin hem içeride hem de dışarıda komünistlere dayanacağını ileri sürüyordu ve Türk hükümetinin dikkatini komünizm tehdidine çekiyordu. Bülent Ecevit, Kliridis’in çözüm olamayacağını, en iyi çözümün Türkiye’nin adaya asker çıkarıp güç dengesinin kurulması olacağını, güç dengesi sağlandıktan sonra müzakereler yoluyla çözüm bulunabileceğini söylüyordu. Komünizme karşı en büyük güvencenin adada Türkiye’nin varlığını kuvvetlendirmek olacağını da ileri süren Ecevit, Kissinger’in taleplerini yerine getirmenin dostluk değil, ona boyun eğmek anlamına geleceğini belirterek sitemde bulundu. Bunun üzerine, Sisco, Kissinger’in mesajında ‘talep’ anlamına gelecek hiç bir şeyin olmadığını söyleyerek ABD’nin Türkiye’nin geçmişte iyi müttefiki olduğunu, gelecekte de iyi müttefik olmaya devam edeceğini söyledi ve Türkiye’ye baskı yapmak niyetinde olmadığını belirtti. Sonunda Sisco, bir kez daha Atina’da görüşme yapabilmek için Ecevit’ten müdahaleyi 48 saat ertelemesini istedi. Ecevit konuyu Bakanlar Kurulu ile görüşeceğini söyledi. Saat tam 05.00’de Sisco ile son kez bir araya gelen Ecevit ertelemenin mümkün olamayacağını, Türk askerlerinin adaya ayak basmak üzere olduğunu söyledi. (Jan Asmussen, a.g.e. s.84)
Bu görüşmeden sonra 20 temmuz günü TBMM’nin kapalı oturumunda Ecevit Amerika’nın müdahale ile ilgili tavrını şöyle özetleyecekti: ‘yeşil ışık yakmadılar ama kırmızı ışık da yakmadılar…’
‘Diplomasi Cambazı’ hayalci ‘Kliridis-Çözümünün’ suya düştüğünü görünce, çalışma arkadaşlarını bir araya çağırarak onlara ‘Kliridis Çözümü’ kadar hayalci olan esas stratejisini açıkladı: ‘Akılda tutacağımız tek şey çifte-Enosis kapısını açık tutmaktır. Fakat bunu şimdi hemen bastırmaya başlamayalım…’ (Jan. Asmussen, s.87)