“Boğuşacak ne kadar çok düşman var.
Önce her şekliyle,
her cismiyle gericilik.”[1]
“Modern insan kayıtsızlık batağına giderek daha fazla saplanıyor”ken;[2] “Her çağ kendi cehaletini doğurur,”[3] ile “Nasıl ki insanlığın ilk çağları üretim tipine bağlı olarak taş devri, bronz çağı diye adlandırılmışsa bizim çağımız da sahtecilik çağı diye adlandırılabilir pekâlâ,”[4] saptamalarının altını ısrarla çizmemek mümkün değil…
“Nasıl” mı?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bu ülkede artık laiklik tartışması diye bir şey kalmamıştır,”[5] derken; kimilerinin -o da ilericilik adına!- laiklik savunusunu “tuzu kuru orta sınıfların derdi” olarak mahkûm ederek, görmezden gelmeye çalışması gibi.
Hem de dini duygu ve inançların politik çıkarlara alet edilmesi gibi soru(n)lu bir konunun tüm dünyayı etkisi altına aldığı bir çılgınlığın orta yerinde…
Hem de “laik bir ülke olma iddia”sındaki, yani devletin dini “olmadığı varsayılan” Türkiye Cumhuriyeti’nde sadece Sünnî inançlılar değil, her mezhepten Müslümanlar, Museviler, her mezhepten Hıristiyanlar, deistler, ateistler, agnostikler yaşarken bunlar görmezden gelinip, yok sayılırken…
Öyle ki, Diyanet İşleri Başkanı’nın “şeyhülislâmlık” mercii hâline geldiği, tarikat ve cemaatlerin eğitim alanında cirit attığı, dinin siyasette belirleyici bir araç olarak kullanıldığı, tek bir mezhebin tüm topluma dayatıldığı bu dönemde Cumhurbaşkanı Erdoğan da, “İslâm bize göre değil, biz İslâm’a göre hareket edeceğiz. Dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz,”[6] diyebiliyor
Görülmesi gerek: İslâmcı ideolojinin devletin tüm kademelerinde etkisinin gün geçtikçe arttığı bir ülkede din, toplum ve sanat ilişkisi üzerinde durmanın zamanıdır. Laikliğin Anayasal bir ilke olduğu bir ülkede bir Vali “Türkiye bir İslâm ülkesidir” diyebiliyorsa, İslâmcılığıyla övünen bir profesör “Laikler beyin özürlüdür” diye ahkâm kesebiliyorsa, bir tıp fakültesinin mezuniyet töreninde Hipokrat yeminine sansür uygulanabiliyorsa, kız çocuklarının okutulmaması talebi din adamlarınca dile getirilebiliyor, LBGTI bireylere karşı nefret söylemi politikacıların dilinden düşmüyor, bir tarikat liderinin cenaze törenine devletin en üst kademesi katılabiliyorsa, kadın cinayetleri hız kesmeden devam ederken bir kararname ile ‘İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılıyorsa, tarikat yurtlarındaki taciz olaylarına yayın yasağı getiriliyorsa, olup bit(mey)enin laiklik mevzuu ile ilişkisine kafa yormak gerek.
Hem devlet katlarına, hem de yaşamın özel alanlarına fiilen İslâm referanslı bir gericiliğin yerleştiği tablo karşımızdayken; laiklik, düzen içi muhalefet tarafından da kenara konulmuş durumda. CHP dâhil burjuva siyasetinin hiçbir unsuru bir din devletine dönüşmüş coğrafyamız gerçekliğini dikkate almıyor.
Aksine, sağ bir çizginin hâkim olduğu muhalefet siyasal İslâmcı rejimle bir uzlaşma çizgisinde durmaya devam ediyor. O nedenle de düzen muhalefetinin tek adam rejimine ilişkin eleştirilerinde laiklik kendine yer bulamazken, önerilen sistem değişikliği de parlamenter sisteme dönüş sınırında duruyor ve buna “Hayır” demek gerekiyor!
HÂL(İMİZ) İLE GİDİŞ(İMİZ)
“Hayır” demek gerekiyor; çünkü…
i) Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Yargıtay’ın yeni hizmet binasında dua okuduğu Adli Yıl açılış töreninde, “Bu eserin açılışını besmeleyle gerçekleştiriyoruz. Hayırlı ve mübarek eyle Allah’ım, bereketli eyle Allah’ım” ifadelerini kullanırken Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun yanı sıra Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca’nın da üzerinde cübbesiyle duaya eşlik ettiği…[7]
ii) Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dini konulardaki en yüksek karar ve danışma organı olan Din İşleri Yüksek Kurulu’nun fiyat artışlarının yaşandığı günümüzde, “Ticarette kâr haddi var mı” sorusuna verdiği yanıtta “Fiyatları tayin eden, darlık ve bolluk veren Allah’tır,”[8] hadisini kaynak gösterdiği…
iii) Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın, “günaydın” ve “tünaydın” şeklindeki selamlaşmaları “cahiliye dönemi âdeti” olarak değerlendirip, “Selamün aleyküm” ya da “Esselamü aleyküm” şeklinde kendisine selam verilen kişinin “ve aleykümüsselam ve rahmetüllahi” şeklinde karşılık vermesi gerektiğini belirterek, “Örneğin oyun oynayana, şarkı söyleyene, abdest bozmakta olana, hamamda veya başka bir yerde çıplak bulunana selam verilmeyeceği; hutbe, sesli olarak Kur’an okuma, ezan ve kâmet esnasında da selam alınmayacağı ifade edilmiştir,”[9] dediği…
iv) Diyanet İşleri Başkanlığı’nın en üst danışma kurulu olan Din İşleri Yüksek Kurulu’nun, yılbaşı pastası yapılmasının “İslâm’a yakışmadığı”nı savunup, daha sonra piyangonun kumar kapsamında olduğu için helal olmadığını belirttiği; içki içmenin yanı sıra satmanın ve aracılık yapmanın da haram olduğunu söylediği; ayrıca Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Aydın’ın, “İslâm, içkiyi haram kılmıştır. Bu kesindir. Bundan dolayı içki alma, satmak, aracılığını yapmak kesinlikle haram”[10] dediği…
v) Diyanet TV’de imam Halil Konakcı’nın “Kadın-erkek eşitliği tamamen yalan. Namazını kıldırt hanımına, başını örttür. Bak sokaklar ne hâle geldi? Kasap dükkânı gibi. Et görmekten içimiz dışımıza çıkıyor” sözlerinin gündeme gelmesinden kısa süre sonra; 13 Ağustos 2022’de Din işleri Yüksek Kurulu üyesi İdris Bozkurt’un, “Hepimiz kabul edelim, pantolon dediğimiz şeyler, daracık şeyler oluyor, hele hele kadınlarımızda. Toplumun huzuruna onunla çıkmak tasvip edilir şeyler değil. Dini kuralların ihlâlidir,”[11] dediği…
vi) Daha önce deve sidiğinin içilebileceğini söyleyen İlahiyatçı Ebubekir Sifil’in, “Namaz kılmayan kişinin uyarılara rağmen kılmamaya devam ettiği takdirde öldürülebileceği”ni söylediği…[12]
vii) Hilafet çağrısıyla maruf İmam Halil Konakcı’nın, “Namaz kılmamanın hukukta cezası var, şimdi uygulanmıyor olabilir, sopalama var,”[13] dediği…
viii) Diyanet’in, “4-6 yaş grubu Kur’an kurslarının[14] okul öncesi zorunlu eğitimden sayılmasına” yönelik hedefine benzer bir adımın atıldığı G. Antep’te 4-6 yaş için Diyanet anaokulu açılıp, dini eğitim de verileceği…[15]
ix) 50 yılı aşkındır Kur’an araştırmacılığı yapan Prof. Dr. Gazi Özdemir’in Şira Yayınları’ndan çıkan “Son Davet Kur’an” isimli mealin, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından açılan bir dava sonucu yasaklandığı…[16]
x) Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre, 2021’de 1673’e ulaşan tahsisli taşınmaz sayısının yüzde 56’sı Diyanet’e verilirken; Diyanet İşleri’nin, 935 tahsisli taşınmazla tüm kurumları geride bıraktığı…[17]
xi) “Amasya Üniversitesi’nden İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ümit Toru’nun, bilimin dinsizliği artırdığını iddia ederek, ‘Günümüzde bir çeşit cahiliyenin yaşandığından söz edebiliriz. Ancak geçmişte insanlar cahiliye bilgisizlikten beslenirken şimdilerde küfür ve sapıklık fen ve felsefeyle besleniyor. Zannediyorum bu cahiliye, efendimizin neşrettiği nurlarla bertaraf edilen cahiliyeden daha tehlikeli,”[18] dediği…
xii) 20 Ağustos 2001’de Recep Tayyip Erdoğan’ın 1994’de bir açılıştaki konuşmasında “Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor diye. Bu millet istedikten sonra laiklik tabii elden gidecektir”; “Ya Müslüman olacaksın, ya laik. İkisi bir arada olduğu zaman ters mıknatıslanma yapar,” dediği kasetin ortaya çıktığı…
xiii) Eski Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın, “195 ülkenin 5 tanesinde laiklik ilke olarak geçiyor. Yalnızca Fransa’da ‘din yok’ manasında kullanılıyor,”[19] dediği tabloda laikliği savunmayıp da ne yapacağız?
Kolay mı? Diyanet İşleri Başkanlığı’nın nelerin İslâm’a uygun olup olmadığını tayin ettiği günlerden geçerken; AKP iktidarı ve Erdoğan rejiminde Diyanet’in bizzat siyasal aktör olarak, özne olarak sahnede olduğunu görebiliriz
Hâlâ “Nasıl” mı?!
29 Mayıs günü Arnavutköy, Taşoluk Yeşil Camisi Kur’an Kursu’nda gerçekleştirilen icazet töreni öncesi 393 hafız, sokaklarda cüppe ve sarıklarla “teşrik tekbiri” getirerek yürüdü. 3 Temmuz günü Trabzon’da hafızlığını tamamlayan 254 kişi için düzenlenen icazet töreni öncesi “cüppeli ve sarıklı” kişiler kentte tur attı.
Prof. Dr. Şahin Filiz’e göre, “Kur’an bugün ezberlenerek korunmaya ihtiyaç duymaz çünkü her yerde vardır.” Görüntülerdeki simgelerin anlamlarını bir kenara koyup devam edersek, Kur’an her yerde, ama okullarda, camilerde, tarikatlarda,[20] Diyanet İşleri Bakanlığı’nın kapsadığı kurumsal alanda Türkçe değil. Kur’an’ın içeriğine ulaşmak için, onu okuyarak yorumlayabilen, dolayısıyla, bilgisini fiilen tekelinde tutan uzmanlara başvurmak gerekir. İşte bu “yürüyenler” (hafızlar) bu “uzmanlar” tabakasının en alt basamağındaki kesimdir.
AKP rejimi döneminde bu “uzman” tabaka daha da genişlemiş, “sivil toplum” içindeki örgütlenmesi daha da derinleşmiştir. Diyanet’in harcamaları, Dışişleri, Kültür ve Turizm, Sanayi, Ticaret, Çevre ve Şehircilik gibi bakanlıklarınkinden büyüktür; istihdam ettiği personel 128 bini bulmuş, 90+ bin cami, 20 bin dolayında Kur’an kursu yönetiyor. Diyanet Vakfı, yayıncılık yapıyor, üniversite kuruyor, televizyon kanalı işletiyor, hac turizmi organize ediyor, cami ve Kur’an kursu inşa ediyor, öğrenci yurtlarını yaygınlaştırıyor, inşaat sektöründe de birçok alana yatırım yapıyor: İmam hatip liselerinin sayısı 1651’i buldu ve öğrenci sayısı 610 bini geçti:[21] Ülkede 30 kadar tarikatın, bunlarla ilişkili 2.5 milyonluk bir nüfusun olduğu tahmin ediliyor.
Gerçekten ortada bir “sosyolojik gerçeklik” var. Bu “sosyolojik gerçekliğin”, bir ekonomik “gerçekliğe” dayanıyor olması gerekir: “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?”
Öyle ya, Türkiye kapitalizminde, üretilen artık-değerden başka bir ekonomik kaynak yok (dış “kaynaklar” da bundan pay almaya geliyor). Ancak bu “sosyolojik gerçeklik” (“ekmede yok biçmede yok Osmanlı” misali) artık-değerin üretim sürecinde yok. Öyleyse, “bu gerçeklik” artık-değere nasıl ulaşabiliyorlar. Birincisi: Din bilgisinin yorumlarının tekelini, yeniden üretimini kontrol ettikleri için kurumsal yollarla, bağışlarla, vakıflara ait mülklerden gelen rant yoluyla bu artık-değerden pay alıyor. İkincisi, devlet, bu payı alabilmesi için ona gereken kolaylığı, hatta mekanizmaları sunuyor. Üçüncüsü, öyleyse devleti yöneten, kaynaklarını kullanan, dağıtan iktidar (ve onun rejimi) bu “sosyolojik gerçekliğin” bir ifadesi olsa gerekir[22] ki, tam da böyle!
“Demokrasiden otokrasiye, tek adam yönetimine geçiş”ten yakınılıyor, eleştiriliyor. Aslında coğrafyamız teokratik özellikler kazanmaya başladı. Siyasal, toplumsal yaşam, hatta ekonomi; dini kurallarla, fetva, ayet, hadislerle yönetiliyor. Bazı kişiler, kendilerini “tanrı”nın yeryüzündeki temsilcileri olarak görerek nizam vermeye çalışıyor, karşı çıkanları da cezalandırmakla tehdit ediyor. Siyasal düzende otokrasiye geçiş de teokrasiye yönelmenin sonuçlarından biriyken; bunun kapitalizm ile ilişkisini de “es” geçemeyiz.
Öncelikle unutulmasın: “İnsanlar yanlışlıkla, tesadüfen, eksiklikten veya aşırılıktan veya güya kendilerine rağmen aptal değildirler. ‘Sistemin aptalları’ vardır.”[23] Yani “Tiranı koruyan silahlar değil, onu destekleyen ve bütün ülkenin ona kul olmasını sağlayan”lardır.[24]
Bir başka deyişle “Bir öğreti ne kadar mantıksız olursa olsun, toplum tarafından kabul edilerek güç kazandığı zaman milyonlarca insan kendilerini dışlanmış ve izole edilmiş hissetmektense ona inanmayı tercih edecektir.”[25]
Tam bu noktada “Kutsal” devreye sokulur,- yani “Tapınılacak derecede sayılan… Dinsel bir saygının konusu olan… Her türlü değişmenin dışında olan. Değişmezlik, dokunulmazlık, tartışılmazlık…”[26]
Çünkü “Fanatik olan kişi yetersiz ve güvensizdir. Kendi kişisel kaynaklarıyla kendi güvenliğini sağlayamaz, fakat bu güvenliği, bulup sarılabildiği destek hangisi ise ona ihtirasla yapışmakta bulur.”[27]
Denis Diderot’nun ifadesiyle, “Fanatizmden barbarlığa tek adımda geçilir”ken; sistemin aptal(laştırılan)ları üzerinden “İktidar hırsına kapılanlar için önemli olan fikirler değil, sadece kendi güçleridir.”[28]
Bununla bağıntılı olarak “Adına halk da dense, kral da, demokrasi de dense aristokrasi de; bir monarşide de uygulansa, bir cumhuriyette de, diyeceğim aynıdır: Herhangi bir güce her şeyi yapma hakkı ve yetkisi verildiğini gördüğüm anda, işte orada tiranlığın tohumları atılır,”[29] diye uyarır Alexis de Tocqueville!
O hâlde “kutsal”a sığınan tiranlığın karşısında aklı özgürleştiren laikliği toplumsallaştırmaktan başka çare olabilir mi?
LAİKLİK NEDİR?
Eski Yunanca “laikos” sözcüğünden gelen laiklik, Ortaçağ’da Batı’da “Ruhban sınıfından olmayanları” tanımlamak için kullanılıyordu. V. yüzyılda Papa I. Gelasius’un ortaya attığı “iki otorite” teorisine göre toplumda siyasi ve dini otorite arasında bir denge vardır. Ancak zamanla dini otorite (kilise), siyasal otorite üzerinde hâkimiyet kurdu.
Avrupa’da “dini otoriteye” karşı başlayan uzun soluklu mücadele (Reform, Rönesans, Aydınlanma Dönemi) sonunda laik devlet modeli ortaya çıktı. Batı’da laiklik; devleti, siyaseti, hukuku, eğitimi, bilimi “dinsel vesayetten kurtarma mücadelesi” olarak doğdu.
Roma döneminde din adamlarına “Clerici”, din adamı olmayanlara da “Laici” adı veriliyormuş. Fransızca’dan Türkçe’ye geçmiş olan “laik” sözcüğü, “din adamı olmayan kimse, din adamı dışında kalan halk” anlamına gelen Latince “laicus” sözcüğünden gelmektedir.
Voltaire, d’Alembert, Hume, Saint Simon, Auguste Comte, John Locke, Jean Jacques Rousseau gibi birçok düşünür tarafından toplumsal örgütlenme, eşitlik, özgürlük, rasyonel düşünce (akılcılık) ile dünyayı anlama yolu olarak batıl inanç ve doğaüstü inancı reddeden bir düşünce hareketidir.
Immanuel Kant’ın deyimiyle “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır.”
Fransızca “Laïcité” kelimesinden gelen laiklik veya laisizm; dinin ya da dinsizliğin, devlet yönetiminde referans alınmadığı ve devletin din ya da dinsizlik karşısında taraf olmamasını savunan bir ilkeyi kapsar.
Laik devlette siyasal egemenlik dinsel ve Tanrısal kaynaklı değildir; “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir,” denir.
Laik devlette hukuk dini kurallara değil, binlerce yıllık insanlık tarihinden edinilen tecrübenin eseri dünyevi kurallara dayalıdır; eğitimin “değişmez” dinsel bilgiye değil, akılla, deney ve gözlemle elde edilen “değişebilir” bilimsel bilgiye dayalı olduğu varsayılır.
Doğuşu ve gelişmesi incelenirse kolayca görülür ki, teorik ve soyut olarak laiklik kamu yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını; devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan ilkedir.
Somut, cismi, nesnel ve bilimsel niteliği olan laiklik, soyut ve dinsel olandan ayrıdır; tanımı gereği, özgürlük vaadidir.
Laiklikle doğrudan ilişkisi çerçevesinde sekülerizm, aklın özgürleştirilmesini hedefleyen aydınlanmanın önemli unsurlarındanken; egemenlerin iktidarını, din kurallarına dayandırma yönündeki söylem, işlem ve eylemler karşısında laiklik en çok yoksullar ve emekçiler için gereklidir.[30]
Sınıf bilincinin gelişmesini engellemek amacıyla kurulan barikatı yıkmak ve yoksuldan, işçiden çalıp kodamanlara verenlerden hesap sormak ve de dini söylemli soygun sistemine son vermek için gereklidir.
Bu bağlamda aklın özgürleştirilmesi olarak laikliğin yalnız kamusal mekânlarda, kamusal ilişkilerde esas olduğuna ilişkin kanı çok yaygın olsa da hatalıdır.
Laikliğin kişilere değil, devletlere atfedilmesi de aynı mantık yürütmeye dayanıyor. Oysa laiklik, devletten bağımsız olarak toplumsal ilişkilerin odağında bulunan bir ilkedir.
DEVLETÇİ LAİKLİK
Her kavram gibi laikliğin de, sınıfsal bir anlamı vardır ve olmuştur. Örneğin tarihimizden yakinen tanığı/ tarafı olduğumuz laikliğin dini devlet kontrolüne bağlayan burjuva versiyonu gibi…
Malum sömürücü sınıf her zaman ve her yerde, dini bağlaşık olarak görmüşler ve hükmetme aracı olarak kullanarak, din ve dini akımlar için ayrıcalıklar tanımıştır. Yani -tabiri caiz ise- laikliği bir sopa olarak kullanmıştır.
İşte buna coğrafyamızdan birkaç örnek…
i) “Laiklik, Cumhuriyet düşmanlarına karşı ‘yasakçı’ ve ‘baskıcı’dır! Olmalıdır! Ülkemizde yasakçı ve baskıcı laiklik terk edilmedi, LAİKLİK terk edildi. Kur’an kursları edebiyle yapılması durumunda laikliğe aykırı değildir… Laikliğin özgürlükçüsü, esaretcisi falan olmaz. Laiklik laikliktir. İslâmcılıktan icazet alan laikliğe laiklik denmez.”[31]
ii) “Devlet düzleminde: Laiklik öylesine hayati bir konudur ki bu konuda yarım mücadele olmaz. Ya tam mücadele olur, ya da yenilgi…”[32]
iii) “Laiklik hem bilimin hem de demokrasinin temelidir. Laik düzende, bilimin geçerlilik ilkeleri ile demokratik düzenin meşruluk ölçüleri aynı niteliktedir. Laik inanca göre, ‘Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir’… Laik devlet ne dinin düşmanıdır ne de dinin dostudur; ‘Dinin tamamen dışındadır’…”[33]
iv) “Devletimizin siyasal ve evrensel düzeyde büyük itibar ve saygınlık kazandıran kuruluş özelliği, demokratik, laik ve devrimci devlet felsefesidir.[34] Bu nedenle Türkiye Cumhuriyetimizin laik ve devrimci yasaları anayasamızın 174. Maddesi ile koruma altına alınmıştır.”[35]
v) “10 Nisan 1928’de yapılan anayasa değişikliği ile 1924 Anayasası’nın 2. 16. 26. ve 38.maddeleri değiştirildi (Kanun no: 1222). Buna göre ‘Türkiye Devleti’nin dini, İslâm dinidir’ maddesi anayasadan çıkarıldı. (2.md). Milletvekillerinin ‘vallahi’ diye biten dinsel yemini yerine ‘söz veririm’ diye biten laik yemin kabul edildi. (Md.16). ‘Meclis dinsel hükümleri yerine getirir’ maddesi anayasadan çıkarıldı. (Md. 26). Cumhurbaşkanlığı andındaki dinsel ‘vallahi’ sözü de ‘söz veririm’ şeklinde laikleştirildi. (Md. 38)”[36]
Dikkat edin; bu tarz ele alışlarda bir emir komuta diyalektiği, bürokratik düzenleme hotzotçuluğu söz konusudur ki, kabul edilmesi ve aklın özgürleştirilmesiyle hiç bir ilişki olmayan tarz-ı siyasette (dini devlet kontrolüne bağlayan laikliğin burjuva versiyonu) budur. Bunun somut örneği, “Din ile devleti ayırıyoruz” diye, dinin (daha doğrusu zımnen “din” olarak kabul edilen Sünni İslam’ın) düzenlenmesi görevinin bir devlet kurumuna, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bırakılmasıdır.
ÖZGÜRLÜKÇÜ LAİKLİK
Kimileri, “Laiklik zaten özgürlükçüdür, özgürlükçü laiklik de ne?” diyorlar!
Sorunun yanıtı çok açık: Sınırlarını Thomas Mann’ın, “Hoşgörü kötülüğe karşı gösterilirse suça dönüşür,” formülü ile ifade eden özgürlükçü laiklik, toplumun çoğulcu gerçeğine sırt dönen devletçi laikliğin panzehiridir; net bir toplum sözleşmesidir.
“Toplum düzeni bütün öbür hakların temeli olan kutsal bir haktır: Bununla birlikte, hiç de doğadan gelme değildir, sözleşmelere dayanmaktadır. İş, bu sözleşmelerin neler olduğunu bilmektir,”[37] gerçeğine yaslanan özgürlükçü laiklik konusunda “Kendi içinde tutarsız ve çelişkilidir,”[38] veya “Laiklik’in sadesi, orta şekerlisi, az şekerlisi, şekerlisi olmaz; demokratik olanı/olmayanı olmaz; ılımlısı/ılımsızı olmaz”[39] demek karşılıksız/ kolaycı bir toptancılıktır.
Özgürlükçü laiklik ile AKP arasında bir “paralellik kurma” gafletine gelince, bu yanıtlanmaya bile değmez!
Lakin Erdoğan daha 2005’te “yasakçı” yerine “özgürlükçü” laiklik istediğinden söz ederken; bu yalanın bir parçası liberaller olmuşlarsa da, bunun muhatabı kesinlikle sosyalist değildir! Çünkü genel olarak özgürlük ve özgürlüğün sınırlarının sürekli ve kesintisiz olarak genişletilmesi sosyalistlerin varlık nedenidir.
Ve bir şey daha: Özgürlüğün yolu laiklikten geçerken; siyasal İslâm’ın panzehri özgürlükçü laikliktir. Çünkü dinci, ile dindar çok farlı şeylerdir ve aynı kefeye konulmamalıdır.
TAVRIMIZ
“İyi de tavrımız ne olmalı” mı?
Yanıtımız çok net: “Sosyalistlere düşen, dinin kamuyu ilgilendiren bir mesele olmadığını vurgulamak, kamusal alanı dinin tezahürlerinden arındırmak olmalıdır. Din, özel alana taalluk eden bir durumdur, bireyler ve cemaatler, dilediklerine inanmak ve -başkalarına, doğaya, kamu sağlığına vb. zarar vermemek koşuluyla- dinsel inanç ve ibadetlerini sürdürmekte özgür olmalıdır, elbette. Dinsel görüngüleri yasaklamak, bastırmak sosyalistlerin işi olamaz. Ama dinin bir tahakküm aracına dönüş(türül)meşinin, din adına kamu kaynaklarının yağmalanmasının önüne geçmek, sosyalistlerin işidir.
Böylesi bir yaklaşım, devletin dinsel ideoloji ve kurumlarla tüm ilişkisini kesmesi, dini inananların uhdesine bırakmasını gerektirir. Ama aynı zamanda bir dinsel grubun diğer(ler)i üzerindeki tahakkümünü engelleyecek mekanizmalar ve belki de en kritiği, dinsel inançların kişisel bir tercih ve seçim olmasını güvence altına alınması çok önemli. Bir başka deyişle, devletin bireysel özgürlükleri cemaatin kolektif baskısı karşısında koruması, bireylerin inanma olduğu kadar inanmama özgürlüğüne sahip çıkması gerek… ‘Vicdan özgürlüğü’nün önkoşulu, bireyin dinsel tercihlerini özgür iradesiyle yapacak koşullara sahip olmasıdır. Bu yaklaşımda hiç kuşku yok ki ne Diyanet gibi bir kuruma, ne de eğitim müfredatında din derslerine yer yoktur. Bunlar, inananlar topluluğunun işidir.
Ve nihayet, devletin ‘modernleşme’ adına topluma tepeden dayattığı laiklikten farklı olarak, sosyalistler için laikliğin toplumsal tabana yayılması, sınıf mücadelelerine mündemiç kılınması önemlidir. Emekçiler, ezilenler, ekmeklerini küçülten her hamleye, özgürlüklerini daraltan siyasal İslâmcı dayatmaların da eklendiğini yaşayarak gördüler son yıllarda. Bu nedenle, ekmek talebi, devletten, dinden ve sermayeden özgürleşme talepleriyle, kendi yaşamının efendisi olma özlemiyle çözülmez biçimde iç içe geçmiş durumdadır…”[40]
Burada durup, bir şeyin altını ısrarla çizmek gerek: Laikliğin tasfiyesi sınıfsaldır. Artan yoksulluğa, işsizliğe/esnek ve güvencesiz istihdama yanıtın dinsellik olduğu bir düzende laiklik bağımlı sınıflar için nefes kadar, su kadar öncelikli bir ihtiyaçtır.
Laikliğin toplumsal pratik boyutları da olduğunu unutmadan onun, sadece devletin dinden özgürleşmesi değil, aynı zamanda toplumsal alanın bütününün herhangi bir dini ideolojiyle düzenlenmemesi olduğunu da “es” geçmemek gerek. Yani laikliğin sadece yargı gibi devlet kurumlarına değil, ticarete, üretim alanına, sivil topluma da sirayet etmemesi gerekirken; laikliği sahiplenmek nihai kertede sınıfsaldır…
Çünkü laiklik, teorik düzlemdeki sosyalist tanımıyla “dinden politik özgürleşme” demektir. Bunun anlamı dini imtiyazların ve ayrıcalıkların devlet tarafından tanınmaması, devletin herhangi bir dini temel alarak ya da ayrıcalıklı kılarak toplumsal yaşam üzerinde düzenleme yapmaması, din adına yaptırımda bulunmaması ve başkalarının özgürlüklerini kısıtlamaya yönelmedikleri müddetçe münferit dini pratikler üzerinde de tasarruf sahibi olmamasıdır. Burada önemli olan, devletin bizatihi şu ya da bu dini değil, yurttaşların özgürlüğünü güvence altına alma yükümlülüğüdür: inanma ya da inanmama özgürlüğü dâhil.
BİR ŞEY DAHA
Öncelikle şunun altını ısrarla çizmeliyiz: Yerkürede[41] ve coğrafyamızda laikliği “es” geçen tüm “demokratik”, “sosyalist” iddialar karşılıksızdır, asılsızdır ve “Toplumsal kötülüğün kaynağı, ‘Bu benim!’ diyen kişi değil, ‘Sen, benim, eşitim değilsin!’ demeyi ilk akıl eden kişidir,”[42] diye tarif edilen sınıflı sömürücü eşitsizliklerden beslenip, onları besler!
“İyi de ne olacak” mı?
Her şey değişecek; çünkü “Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir,” Heraklitos’un da altını çizdiği üzere…
Bununla bağıntılı olarak, “İyi şeyler hep gecikir zaten, hep geç gelir”ken;[43] “Bütün fırtınalar hayatınızı bozmak için gelmez, bazıları yolunuzu temizlemek için gelir,” diyen Paulo Coelho sonuna değin haklıdırlar!
25 Ağustos 2022 19:22:41, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] Newroz, Eylül 2022…
[1] Karl Marx, Karl Marx-Friedrich Engels-V. İ. Lenin, Kadın ve Marksizm, Öncü Yay., çev. Ö. Ufuk, Öncü Kitapevi, 1975, s.48.
[2] Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi, çev: Hasan İlhan, Alter Yay., 2012.
[3] Renata Salecl, Cehalet Tutkusu- Neyi Neden Bilmek İstemeyiz, çev: Şafak Tanmaz, Timaş Yay., 2021.
[4] Paul Lafargue, Tembellik Hakkı, çev: Hasan İlhan, Alter Yay., 2009.
[5] “Erdoğan: Laiklik Tartışması Artık Kalmamıştır”, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2022, s.4.
[6] İpek Özbey, “Laiklik İlkesi İhlâl Edildi mi?”, Cumhuriyet, 8 Aralık 2019, s.9.
[7] Zilan Akay, “Gerici Kuşatmanın Panzehri Laiklik”, Birgün, 3 Eylül 2021, s.9.
[8] Özdemir İnce, “Ekonomist Diyanet”, Cumhuriyet, 9 Ağustos 2022, s.3.
[9] Sefa Uyar, “Ali Erbaş’ın Kitabında, Laikliğe ve Rejime Yönelik İfadeler Dikkat Çekti”, Cumhuriyet, 4 Ekim 2021, s.4.
[10] Sefa Uyar, “Diyanet’ten Yılbaşı Fetvası: Pasta Caiz Değil”, Cumhuriyet 30 Aralık 2021, s.4.
[11] “Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Bozkurt: Tayt Şeklinde Pantolon, Dini Kuralları İhlâldir”, 19 Ağustos 2022… https://www.dokuz8haber.net/din-isleri-yuksek-kurulu-uyesi-bozkurt-tayt-seklinde-pantolon-dini-kurallari-ihlaldir
[12] “İlahiyatçı Ebubekir Sifil’den Şok Sözler: Namaz Kılmayan Öldürülebilir”, 24 Ağustos 2022… https://www.sozcu.com.tr/2022/gundem/ilahiyatci-ebubekir-sifilden-sok-sozler-namaz-kilmayan-oldurulebilir-7326169/
[13] “Konakcı, ‘Oruç Tutmayanların Sopalanmasını’ Savundu”, Cumhuriyet, 24 Ağustos 2022… https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/hilafet-cagrisi-yapan-imam-halil-konakci-oruc-tutmayanlarin-sopalanmasini-savundu-1973194
[14] Erzurum’da Diyanet’in Kur’an kursunda yedi çocuğun istismar edilmesi gözleri, sayıları sürekli artan ve denetlenmeyen Kur’an kurslarına çevirdi. 2002 yılında toplam sayısı 3 bin 699 olan Kur’an kursları, 2021 yılı itibarıyla 20 bine dayanırken Yaz Kur’an Kursları’nın yalnızca yüzde 6,1’i denetlendi.
AKP iktidarının ilk yılı 2002’de Türkiye’deki toplam sayıları 3 bin 699 olan Kur’an kursları, 2003 yılının ardından her yıl neredeyse biner biner arttı. Diyanet’e bağlı Kur’an kursu sayısında 2011 ve 2012 yılları arasında rekor artış yaşandı. 2011 yılında 9 bin 486 olan kurs sayısı 2012 yılında 14 bin 676’ya fırladı.
2013 yılına gelindiğinde ise “Fiziki şartların yetersizliği” gibi nedenlerle bine yakın Kur’an kursunun kapısına kilit vuruldu. Resmi verilere göre, 2013 yılında 13 bin olan Kur’an kursu sayısı 2015, 2017 ve 2019 yıllarındaki sayısı sırasıyla 15 bin 611, 15 bin 796 ve 18 bin 675 oldu. 2021 itibarıyla ise sayıları 19 bin 503’e ulaşan Kur’an kurslarının 5 bin 978’inin köylerde olduğu belirtildi. (Mustafa Bildircin, “Kurslar Artıyor Ama Denetim Yok”, Birgün, 11 Aralık 2021, s.6.)
[15] Sefa Uyar, “Diyanet, 4-6 Yaş İçin Anaokulu Açıyor”, Cumhuriyet, 27 Kasım 2021, s.3.
[16] Can Uğur, “Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an Meali Yasaklattı”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2022, s.6.
[17] Mustafa Bildircin, “Vakıf Malları da Diyanet’e Teslim”, Birgün, 8 Nisan 2022, s.7.
[18] Özdemir İnce, “Bilimi Hedef Alan İlahiyatçı”, Cumhuriyet, 31 Temmuz 2022, s.3.
[19] Emre Kongar, “Bir Konferans İki Kitap: Şeriat Devletine Doğru”, Cumhuriyet, 5 Ekim 2021, s.2.
[20] İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Esergül Balcı ve ekibinin raporunda şunlar var:
– Türkiye’de belli başlı 30 tarikat silsilesi ve bunların 400 kolu var.
– Çoğunluğu İstanbul, Siirt, Diyarbakır, Mardin, Adıyaman, Batman, Van, Hakkâri, Şırnak, Muş, Bitlis, Gaziantep ve Şanlıurfa olmak üzere 800’ü aşkın medrese bulunuyor.
– Büyük kentlerde kaç apartman medresesi faaliyet gösteriyor bilinmiyor.
– Tarikat okullarındaki öğrenci sayısı 210 bin.
– 4 binin üzerindeki özel yurdun 2 bin 400’ü bir tarikata bağlı.
– Dört + dört + dört uygulanmasına başlandığı 2012’den bu yana 4 bin 22 okul kapandı, yerlerine tarikat okulları geçti. (Ali Sirmen, “Laiklikten Vazgeçmeye Gör…”, Cumhuriyet, 13 Mart 2018, s.4.)
[21] Mustafa Sönmez, Al Monitor, 13 Mayıs 2021.
[22] Ergin Yıldızoğlu, “Bunlar Kim?”, Cumhuriyet, 7 Temmuz 2022, s.9.
[23] Maxime Rovere, Aptallarla Ne Yapmalı?, çev: Servet Ugan, Kolektif Kitap, 2020.
[24] Etienne de la Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, çev: Mehmet Ali Ağaoğulları, İmge Yay., 1995.
[25] Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış, çev: Selçuk Budak, Öteki Yay., 1993.
[26] Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, Cilt:3, Remzi Kitabevi, 1977.
[27] Eric Hoffer, Kesin İnançlılar, çev: Erkıl Günur, Tur Yay., 1980
[28] Stefan Zweig, İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, çev: Kasım Eğit, Can Yay., 2016.
[29] Alexis de Tocqueville, Çoğunluğun Zorbalığı, çev: İnci Malak Uysal, Can Yay., 2020.
[30] Paris Komünü Kilise’nin eğitimle bağını kesti, bütün çocuklar için zorunlu, kamusal ve laik eğitim kuralını getirdi. Kilise okulları kapatıldı ve okullardan bütün haçlar, dini heykeller ve ikonlar kaldırıldı. Tüm bu düzenlemelerde Enternasyonal’in üyeleri büyük rol oynadı, zaten Enternasyonal daha 1867’deki Lozan Kongresi’nde laik eğitim çağrısında bulundu.
[31] Özdemir İnce, “Özgürlükçü Laiklik imişmiş”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2021, s.3.
[32] Mehmet Ali Güler, “Laikliği Savunabilme Sorunu”, Cumhuriyet, 9 Eylül 2021, s.8.
[33] Yıldız Akalın, “Laiklik Demokrasinin Önkoşuludur”, Cumhuriyet, 7 Nisan 2022, s.2.
[34] “Cumhuriyetin kurucusu, büyük önderimiz Atatürk laikliği şöyle tanımlamaktaydı: “Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi ne bir din, ne de mezhep kabulüne zorlayabilir.” (A. Âfetinan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Türk Tarih Kurumu Yay., 1969, s.56.) Kişiler dinsel inançlarında özgürdürler; devlet ve toplum, dinsel inançlarından ötürü kişilere ayrıcalık yapamaz. Kişiler de kendi aralarında inançları ne olursa olsun, birbirine karşı saygılı olmak zorundadır.
Yine Atatürk’ten laiklik konusunda birkaç alıntı yapalım: “Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar, ilmin çağdaş medeniyete temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve tatbik edilir. Din telakkisi vicdani olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş olarak ilerlemesinde başlıca muvaffakiyet etkeni görür.” (Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, 1999, s.77.)
“Artık Türkiye, din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok uzaktır. Bu gibi oyuncular varsa, kendilerine başka taraflarda sahne arasınlar. Mazinin dalgınlıkları, paslı durgunluklarının Türkiye halkının dimağından silinmiş olduğunda şüphe ve tereddüde yer yoktur. Eriştiğimiz mesut vaziyetten bir adım geriye gitmek, kimsenin söz konusu etmeye dahi yetkili olmadığı kati bir hakikâttir.” (Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, 1999, s.77.)
Laiklik, cumhuriyetçilik ilkesiyle birlikte yeni devletin siyasal biçimini, halkçılık ile birlikte toplumsal özelliklerini, milliyetçilik ile çağdaş ve ilerici milliyetçilik olarak yeni bütünleştirici ideolojinin önemli bir parçasını ve devletçilik ile birlikte ekonomik yapıyı belirliyordu. Devrimcilik ise laikliğin güncel olarak özüydü. (Emre Kongar, Atatürk ve Devrim Kuramları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, TİSA Matbaası, 1981, s.394.)
Atatürk’e göre laiklik, geniş anlamıyla sosyal özgürlük problemiydi. Amaç hukuk, eğitim, kültür alanlarını dinsel dogmaların denetiminden kurtarmaktı. (Hüner Tuncer, “Atatürk’ün Laiklik Anlayışı”, Cumhuriyet, 21 Eylül 2021, s.2.)
Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli laik dünya görüşüne dayalıdır. Atatürk bu gerçeği 20 Aralık 1930’da Kırklareli’nde şöyle ifade etmiştir: “Cumhuriyetin temelinin laik bir dünya görüşüne dayalı olduğu hiçbir zaman unutulmamalı ve bu gerçek gözden kaçmamalıdır. Zira Türk halkı teokratik (dinsel) yönetimden çok ıstırap çekmiştir. Geri kalışının nedenleri arasında bunun önemli bir yeri vardır…” (Utkan Kocatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, s.437)
Atatürk’ün CHP’sinin temeli de laikliktir. 1928’de CHP laiklik ilkesini kabul etmiştir. 1931’de laiklik CHP parti tüzüğüne alınmıştır. Parti, devlet yönetiminde bütün yasaların bilim ve tekniğe, çağdaş uygarlığa ve dünya ihtiyaçlarına göre yapılmasını ve uygulanmasını kabul etmiştir “Din anlayışı, vicdana ilişkin olduğundan parti din düşüncelerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı ulusumuzun çağdaş ilerlemede başarılı olmasının başlıca etkeni görür” denmiştir. Görüldüğü gibi Atatürk’ün CHP’si, laikliği sadece din ve devlet işlerinin ayrılması olarak değil, bütün yasaların bilim, teknik ve çağdaş uygarlığa göre hazırlanması ve dinin, devlet ve dünya işlerinden ayrılması olarak tanımlamıştır.
“Memnuniyetle tekrar görüyorum ki laik Cumhuriyet esasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur.” (Atatürk, Hâkimiyeti Milliye, 12 Ağustos 1930.)
Atatürk, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kuran Fethi Okyar’a, 10 Ağustos 1930’da gönderdiği mektupta da “Memnuniyetle tekrar görüyorum ki laik Cumhuriyet esasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur” demiştir. (Utkan Kocatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, s. 430.)
Atatürk’ün ifadesiyle din, “Allah ile kul arasındaki bağlılık”tır. Devlet, bu bağlılığa karşı değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Camiler açıktır. İbadet serbesttir. Dini bayramlar kutlanmıştır. Devlet, Kur’an tefsiri (Elmalılı Tefsiri) bile yaptırmıştır. Şu sözler Atatürk’e aittir: “Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emirlerine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işlerine karıştırmamaya çalışıyoruz… Gericilere asla fırsat veremeyiz.”
Atatürk, laikliği, aynı zamanda din ve vicdan özgürlüğü bağlamında değerlendirmiştir. 1930’da okullarda okutulması için hazırladığı “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabına şunları yazmıştır: “Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre malik olmak, intihap ettiği (seçtiği) dinin icabatını (gereklerini) yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine maliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz. (…) Türkiye Cumhuriyeti’nde her reşit dinini intihapta (seçmekte) hür olduğu gibi muayyen bir dinin merasimi de serbesttir…”
“Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes Allah’a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılamaz. Türk Cumhuriyetinin resmi dini yoktur. Türkiye’de bir kimsenin fikirlerini zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur ve buna müsaade edilemez…”
Atatürk’ün laik devleti, dine ve dindara değil, dini kullanıp halkı sömürenlere, Atatürk’ün deyişiyle, “Din oyunu aktörlerine” karşıdır. Atatürk, “Dinden menfaat temin eden kimseler, iğrenç kimselerdir. İşte biz bu vaziyete karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz…” demiştir. Atatürk, 1924’te, dinin siyasi araç olarak kullanılmasını önlemek istediklerini söylemiştir: “İnanıp bağlanmakta mutlu olduğumuz İslâm dinini, yüzyıllardan beri alışılageldiği gibi bir siyaset aracı hâline düşmekten kurtarıp yüceltmenin pek gerekli olduğu gerçeğini görüyor ve biliyoruz…” demiştir. (Utkan Kocatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, s.349) Kısacası Atatürk’ün laiklik anlayışı, dinin siyasete alet edilmesini kesinlikle reddeden bir anlayıştır.
Sözün özü şu ki, Laik Cumhuriyete saldırmak, ulus egemenliğine, demokrasiye, akıl, bilim ve çağdaş hukuk eksenli uygar yaşama, tüm özgürlüklere, kadın haklarına ve tam bağımsızlığa saldırmaktır; laikliğe düşmanlık, tüm kurum ve değerleriyle çağdaş Cumhuriyete ve ulus devlete düşmanlıktır. (Sinan Meydan, “Laiklik”, Sözcü, 20 Eylül 2021, s.2.)
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün tanımladığı anlamda milliyetçilik, ırkçılık ve etnik kimlik temeline değil, vatandaşlık ve ulus kavramına dayanır.
Monarşik, teokratik ve feodal bir imparatorluk modelinden çıkarak, halkın egemenliğine dayalı bir cumhuriyetin kurulabilmesi, ümmet bilinci yerine, vatandaşlık bilincine sahip bir ulusun varlığını da gerektirdiği için, Atatürk, birçok başka ilkeyle birlikte, milliyetçilik ilkesini de devreye sokmuştur…
Atatürk, halkın egemenliğinin sağlanması için sadece laiklik ve milliyetçilik ilkeleriyle de yetinmemiştir. Cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik ve devrimcilik ilkelerini de laiklik ve milliyetçilik ilkeleriyle birlikte kullanmıştır. Bunların her biri, halkın egemenliğine dayalı demokratik bir düzenin kurulabilmesinin önkoşulu olan ilkelerdir. Monarşik, teokratik, feodal ve oligarşik düzenlerin bertaraf edilmesinin yolu, bu ilkelerle açılır. (Örsan K. Öymen, “Laiklik ve Milliyetçilik”, Cumhuriyet, 20 Eylül 2021, s.12.)
[35] Kemal Onur, “Laiklikten Ayrılarak Şeriata Gidiş Çabaları”, Cumhuriyet, 17 Haziran 2022, s.2.
[36] Sinan Meydan, “İhanet Fetvasından Laikliğe”, Sözcü, 11 Nisan 2022, s.2.
[37] Jean Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev: Vedat Günyol, Adam Yay., 1984.
[38] Yakup Kepenek, “… ‘Özgürlükçü Laiklik’ Derken?”, Birgün, 5 Haziran 2022, s.4.
[39] Özdemir İnce, “Laiklik Üzerine Safsatalar”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2019, s.3.
[40] Yasin Durak, “Sibel Özbudun: AKP’nin Laikliğinin Başlangıcı ve Bitişi”, Birgün, 16 Ekim 2021, s.13.
[41] Fransa, Cumhurbaşkanı Macron’un Piskoposlar Birliği üyeleriyle buluşmasında sarf ettiği “Kilise ile devlet arasındaki yıpranmış bağlar onarılmalı” sözleriyle çalkalanıyor. Macron’a her kesimden tepki yağıyor. (“Macron’a Laik Öfke…”, Cumhuriyet, 11 Nisan 2018, s.2.)
[42] Thomas Hobbes, Leviathan, çev: Semih Lim, Yapı Kredi Yay., 2012.
[43] Thomas Mann, Buddenbrooklar, çev: Kasım Eğit-Yadigar Eğit, Can Yay., 2009, s.378.