Geçtiğimiz hafta yayınladığım ve Lefkoşa Surlariçi’ndeki olaylar sonrasında Kıbrıslı milliyetçiliğinin yansımalarına dair “Kıbrıslı milliyetçiliği, korku ve öfke” yazısına pek çok destek geldiği gibi, bir o kadar da ‘eleştiri’ geldi. Eleştiri kelimesini tırnak içinde kullandım çünkü gelen tepkilerden çoğunun motivasyonu öfke ve aşağılamaydı. Bu öfkenin ve kötü duyguların kusulduğu tepkilere herhangi bir cevap vermeyeceğim. Zaten bir grup samimi bir şekilde Kıbrıslıların kurtuluşunu milliyetçilikte görmekte ve bunu savunmakta. Aynen dünyanın çeşitli ülkelerindeki neo-naziler gibi. Bir kesim ise ısrarla inkar ve yadsıma yoluna başvurmakta, sol iddiasıyla mağduriyet edebiyatı üzerinden kabullenemediği yabancı düşmanlığını yeniden üretmekte. Açıkçası bu kesimlerin aldığı hal ve durum, politik bir tercihten ziyade artık patolojik de bir karakter taşımaktadır. Sadece olumsuz duygular salgılayan, üretici ve dönüştürücü bir faaliyette bulunmayan, öz güvensiz ama reaksiyon ve öfke yayarak, karşıt ve düşman olarak kendisi için tehdit unsuru olarak benimsediği kesimler üzerinden kendine bir varoluş alanı yaratmakta. Varlıklarına tehdit olarak algıladıkları her bir gelişmede, reaksiyon verdikleri her bir süreçte veya var olmaya çalıştıkları her adımda cansız, donmuş ve nostalji kalıplarıyla doldurulmuş bir kimliğin içine sığınmaktalar. Kıbrıslılık veya Kıbrıslı Türk kimliği!
Bu bağlamda kısa kısa gelen bazı eleştiriler doğrultusunda önceki yazıda eksik kaldığının farkına vardığım bazı eklemeler yapmak istiyorum.
- “Kıbrıslı Türkleri milliyetçi olarak genellemen yanlış. Yurt hakkı elinden alınmış insanların öfkesini ve tepkisini görmezden geliyorsun.”
Bu eleştirinin bir yanıyla haklı olduğunu ve karşılığının da doğru olduğunu düşünüyorum. Öncelikle bir genelleme yapıp Kıbrıslı Türkleri milliyetçi olarak nitelemedim. Fakat toplum içinde, özellikle de demokrasi ve barış savunan bir kesimin ciddi bir biçimde Kıbrıslı milliyetçiliği yaptığını ifade ettim. (Hatta bazı arkadaşlar daha doğru terimin Kıbrıslı Türk milliyetçiliği olduğunu da söyledi.) Hala da bu görüşün arkasındayım. Hatta bunun ülkedeki demokratikleşme mücadelesi açısından da çok zarar verici bir unsur olduğunu düşünmekteyim. Öte yandan yurt hakkı elinden alınmış insanların öfkesi ve tepkisinin anlaşılabilir ve haklı kaynaklardan geliştiğinin de önemsenmesi gerekliliği açıktır. Bu coğrafyadaki on yıllardır devam eden ve kökleri 74 öncesine kadar dayanan asimilasyon politikalarının, ekonomik ve siyasi dayatmaların, kültürel ve toplumsal mühendisliklerin Kıbrıslı Türkler’deki yansımasının elbette tepkisel ve öfkeli sonuçları olacaktır.
Fakat burada mesele şu ki, bu politikalara ve bu politikaları yeniden üreten Kıbrıs’ın kuzeyindeki yapıya ve siyasi odaklara dair duyulması gereken öfke ve tepkinin insanlara, yani Türkiye’den gelen göçmenlere yönelmesi sol ve özgürlükçü düşünce anlamında tutarlı ve ilkesel midir? Tabii ki hayır. (Kaldı ki burada altının çizilmesi gereken bir mesele de sadece Türkiye’den değil uzak ülkelerden çalışmak için ülkeye gelen insanlara dair de gündelik hayat içerisinde ciddi bir aşağılama ve ırkçılık üretilmektedir)
Bunun da ötesinde Kıbrıslı Türklerin yukarda bahsedilen nedenlerden dolayı öfkeli ve tepkili olmaları, bazı kesimlerin ırkçılığa kadar varan çıkışlarını meşrulaştırmaz. Bu da bir yandan da ilk eleştirinin tehlikeli boyutunu ortaya sermektedir. Birilerinin öfkeli ve tepkili olması, yabancılara dair salgıladığı nefreti meşrulaştırmaz. Sol açısından yurt hakkı elinden alınmış insanların mücadelesi, üzerinde yaşadıkları toprağı yurt olarak kabul etmiş ‘yabancı’ kesimlerle de birlikte emek, adalet, barış, özgürlük ve toplumsal eşitlik zemininde bir mücadele hattı çizmeyi gerekli kılar.
- “Kimliklerinin yok olma tehdidi ile karşı karşıya olanların buna tepki olarak kimliklerine sarılması çok doğal.”
Bir toplumun veya topluluğun kimliğini ve değerlerini görmezden gelemeyiz. Fakat bunu, yani kimlik üzerinden varoluşu yaşamın merkezi haline de getiremeyiz. Kimlik aslında bir hapishanedir. Bedenin hapishanesi. Bireysel ve toplumsal bedenlerin. Kendisini kimlik içine kapatan bir toplum orada tutsaktır. En başından bir içerisi ve dışarısı, biz ve ötekiler, dostlar ve düşmanlar, güvenilir alanlar ve güvencesiz alanlar yaratır. Dışa dair algısı sürekli olarak ya paranoyalarla ya da kendisine yönelmiş tehditlerle şekillenir. Bugün evet, toplumsal olarak Kıbrıslı Türk kimliğine yönelik tehditler pek çok kesimi kimliksel öğelere ve çokça da nostalji kalıplarını yeniden üretmeye sürüklemektedir. Bunun anlaşılabilir sosyolojik nedenleri vardır. Fakat kimlik üzerinden özgürleştirici olduğu iddiasıyla bir siyasal varoluş hattı çizmeye çalışmak, işte esas tehlikeli sular burada başlamakta. Geçmişte de, günümüzde de kimlik, ulus, milli aidiyetler ve bunların somutlaştığı devlet mekanizmaları üzerinden siyaset geliştirmek hınç, öfke ve toplumsal parçalanmalar gibi kötü ve yıkıcı sonuçlar doğurmuştur, doğurmaktadır. Bugün bunun aynısını Kıbrıs’ın kuzeyinde de görmekteyiz. Kimlik üzerinden yapılan tartışmalar ve siyasal alternatif arayışları yıllardır var olan sorunlara bir çözüm getirmediği gibi, emekçi ve tahakküm altında olan kesimlerin daha fazla parçalanmasına ve bir birilerine düşürülmesine zemin hazırlar. Kaldı ki kimlik siyaset sizi bir ulus yaratma noktasına kadar vardırabileceği gibi, sürekli olarak özgüvenden yoksun, yok olma edebiyatını tekrarlayan aciz bir noktada da kısıtlayabilir.
Fakat ne yazık ki kimlik siyaseti yapmaya gönüllü olan kesimler kimliğin, aynı başka toplumsal yapılar gibi değişip dönüşüp ve başkalaşabileceğini gözden kaçırıyorlar veya bununla yüzleşmek istemiyorlar. Kıbrıslı(Türk) milliyetçilerinin kendi kafalarında yaratıkları ‘Kıbrıslılık’ imgesinin de bir yalan ve var olmayan bir halüsinasyon olduğu gerçeği ile yüzleşememekteler. Dolayısıyla kimlik de aslında ulus gibi var olmayan, hayali bir cemaattir. Ama öte yandan aynı zamanda inşa edilip içine kendi kendimizi hapsedebileceğimiz de bir yapıdır. Buradaki mesele de aslında kimlik değil, varoluşsal-ontolojik bir meseledir.
- “Türkiyeli göçmenleri Surlar içine yerleştiren ve orada bir çeşit getto yaratan siyasilerden de hesap sorulmalı.”
Anlamlı eleştirilerden biri de buydu. Çoğu kişinin gündeminde olmayan, sol içerisinde de bu konuda ciddi bir çaba gösterilmeyen meselenin insani ve göçmenler açısından dramatik boyutu. Uzun uzun Surlariçi’ ne dair geçmişe dair anlatı yapmayacağım. Bunu daha önce yazmıştık. Fakat bu eleştiri bir şeyin daha altını çizmemiz gerektiğini göstermektedir. 74’den sonra Lefkoşa Surlariçi’ ne Türkiye’den gelen yoksul ve eğitimsiz kesimler yerleştirildi. Onlar oraya yerleştirilirken Kıbrıslı Türkler de Lefkoşa Surlariçi’ ni terk etti. Fakat kimse, en azından neredeyse kimse, Lefkoşa Surlariçi’ne yerleştirilen insanların hayatına ve yaşam standartlarına dair kaygı duymadı, siyasi partiler ve hükümetler bu yönde sosyal, kültürel ve ekonomik politikalar üretmedi. İnsanlar oraya yerleştirildi ve kendi hallerine bırakıldı. Zamanla da Surlariçi bir getto haline dönüştü. Şu anki yaşanan gerginliklerin de en önemli alt yapısını bu oluşturmaktadır. Fakat Kıbrıslı (Türk) milliyetçilisi kesimler insanlara ve Türkiyeli göçmenlere dair öfke kusarken, çıkıp da başta DP, UBP olmak üzere siyasi partilerden hesap sormuyor. “Siz o insanları oraya yerleştirdiniz, ama bunca yıldır neden o bölgeye alt yapı yatırımı yapmadınız? Neden yaşam standartlarını güçlendirici yatırımlar yapmadınız? Neden yerel yönetimler bölgedeki insanların katılabileceği, katılımcı mekanizmalar geliştirmedi? Neden oradaki insanlar izole edildi? Neden bu kesimlere dair sosyal yardım politikaları hayata geçirilmedi?”
Neden mi? Çünkü Surlariçi ve benzeri bölgeler UBP ve DP için her zaman satın alınacak oy depoları olarak görüldü. İnsana değer verilmedi. İnsan sadece bir oy haznesi olarak görüldü. Ve bu ilişkilerin hakim olmasıyla da orada çeteleşmeye, mafyalaşmaya müsait bir kültür oluştu. Ama dahası da var. Sol iddiasında olan partiler, mesela CTP veya TKP geleneği şimdiki TDP… Yıllardır Kıbrıs Sorunu üzerinden siyasal varoluş sergileyen bu partiler neden bunca yıldır bu ve buna benzer bölgelerdeki insanları emek ekseni üzerinden örgütlemeye, onlara sahip çıkmaya çalışmadı.
Kıbrıslı Türk orta sınıf insanı siyasetin kamusal üretiminde öyle veya böyle her zaman yer aldı ve bu siyaseti şekillendirdi, iyi veya kötü. Bugün ne yazık ki gelinen noktada Türkiyelilerin olduğu iddiasıyla Türk milliyetçiliği üzerinden YDP gibi faşist bir liderliğe sahip parti ortaya çıktı. Böyle bir partinin doğup karşılık bulabilmesinin bir sebebi de sanırım orta sınıf Kıbrıslı Türk siyasetinin Türkiyeli göçmenleri görmezden gelmesidir. Bu da yüzleşmemiz gereken bir diğer meseledir.
Kimliğin içine hapsolmak yeni tahakküm alanları yaratır, özgürleştirici değil köreltici süreçler başlatır. Belki ne yapılması gerektiğini tam olarak bilmiyoruz, elimizde hazır mücadele reçeteleri yok. Öyle bir hazır reçete var mı onu da bilmiyorum ama olduğunu da sanmıyorum! Emin olabileceğimiz tek şey tepkisel bir siyasetin kurucu ve dönüştürücü olamayacağı. Öfkeye ve nefretin ise bizzat öznelerini içten içe tüketeceği.
İhtiyacımız olan şey belki de kimlikleri aşan yeni ortaklık alanlar ve müşterek hayat akışları yaratmaktır. Bugün eğer yurt hakkını geri kazanmak istiyorsak, bunu ancak yaşam hakkını savunarak ve bu alanda müşterek bir politik hat inşa ederek yapabiliriz. Bu da bu ada üzerinde tahakküm altında yaşayan, üreten ve paylaşan kesimlerin dayanışmasıyla gerçekleşebilir ancak.