İki yıl sonra yüzüncü yaşını kutlayacak olan Türkiye Cumhuriyeti, bir asırlık ömrünün en yalnız dönemini yaşıyor. Ne Kurtuluş Savaşı sonrası Lozan konferansı dönemlerinde, ne ikinci Dünya Savaşı’nın yaklaşan kara bulutları altında Hatay’ı iltihak ederken, ne savaş yıllarında taraf seçmeye zorlanırken, ne soğuk savaş döneminde Batı bloğu ve Sovyetler Birliği arasında sıkışmışken, ne sık sık demokrasiye ara verildiği binlerce insanın hapislerde işkence gördüğü ara rejim dönemlerinde, ne 1974 yılında kısıtlı olanaklarıyla uluslararası olarak tanınan bir ülkenin toprağında askeri harekatı başarıyla gerçekleştirdiğinde, ne garantörü olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ikiye bölüp yeşil hattı tüm adaya yaydığında, ne BM Güvenlik Konseyi kararları hilafına KKTC ilan edildiğinde, ne “bir verip üç alma” beklentisiyle Irak savaşında taraf olmaya çalışırken, ne Yunanistan’la yaşadığı krizlerde, ne de PKK ile sınırlarının dışına taşan mücadelesi sırasında hatta ne de Gezi protestolarını bastırırken bu kadar yalnızlaşmamıştı.
Sıfır sorundan sıfır dosta
Oysa 2002 yılında başlayan ve kulağa hoş gelen “komşularla sıfır sorun” stratejisiyle taçlanan AKP’li yıllarda, ABD-AB eksenli Batı dünyasıyla ilişkileri simgeleyen ve AB parlamenterlerinin “Türkiye’ye evet” pankartlarını taşıdığı fotoğraf Türk medyasının manşetlerinin süslerken, kimse Türkiye’nin bugünkü aşamaya bu kadar hızlı sürüklenebilineceğini öngörmemişti. Türkiye’nin AB ile ilişkilerindeki bu cicim aylarının en önemli ayracının 2004 yılında Annan Planı’a evet denildiği zaman olduğunu da hatırlayalım.
Kimileri bu yalnızlaşmayı Türkiye’nin kendisine dev aynasında görmesine, yeni Osmanlıcı yaklaşımlara, Türkiye’nin Batı’dan koparken Rusya ve Doğu ile maceralara sürüklenmesine, siyaseti ideolojik takıntıların emrine bırakmasına, tek adamlaşmaya, Ortadoğu’da istikrar değil istikrarsızlık üretmesine, veya bölgedeki radikal İslamcı hareketler ile yaşadığı derin flörte yorabilir. Batıya şüpheyle yaklaşanlardansanız, bu “sarsıntıların” Türkiye’nin yüz yıldır bastırılan potansiyeline geri dönüş sancıları” olduğu sanrısına bile kapılabilirsiniz.
Lakin bugün gelinen aşamada tüm komşularının yanı sıra; ABD, Rusya, Çin, AB, İngiltere, Hindistan, İsrail, ve (Katar dışında) Arap ülkelerinin tamamını ayni anda karşısına alma becerisini gösteren Türkiye dış politikasının mimarları bu asırlık “zirveyi” sorguluyorlar mıdır acaba?
Dış siyaset ve kurumların erozyonu
Merkez Bankası’ndan, Türk dışişlerine, yargıdan, askeriyeye, hatta Hürriyet ve Milliyet gibi bir zamanların amiral gemilerinin başı çektiği Türk medyası gibi, herhangi “bir geleneğe” sahip tüm kurumları tasviye eden Türkiye’den böyle bir sorgulama beklediğim için bana gülenler de olabilir haliyle.
Bendeki de naiflik. Sosyal medya derin stratejik analizler yapan, Türk askeri sanayisi konusunda saatlerce konuşabilen, boş zamanlarında tarihi Türk dizileri izleyip gaza gelen bu kadar “uzmanla” doluyken, benim “büyük resmi” göremeyişim anlayışla karşılanmalı bence.
Kimileri bunu dünyaya meydan okuma kahramanlığıyla açıklamak isteyecektir. Tevekkeli değil, “dünya beşten büyüktür” denmemiş miydi? Kimileri ise “Türkün Türkten başka dostu yok” deyip kesip atmak isteyecektir. Dünya siyasetini “diplomasi falan hikaye, bu iş bilek gücüne bakar” tarzı açıklamalarla çözdüğünü iddia eden kahvehane diplomatlarına da laf anlatmak değil niyetim. “Mavi vatan” diyerek 1930’ların Almanyasının yaşam alanı iddiasını çağrıştıranlar, bir ülkenin çıkarlarını korumak istemesiyle çıkarlarını otobüsün altına atması arasındaki farkı anlayamayabilirler tabii.
Ben yine de gerek AB içinde gerekse AB dışında imajı yerlerde sürünen, içte skandallarla boğuşan ve BM kararları hilafına federal çözüm konusunda zigzaglar çizen, 2017’de masadan kalkan yıpranmış Anastasiades yönetimine rağmen Türkiye hariciyesinin Kıbrıs’ta tüm dünyanı kendisine karşı birleştirmeyi başarmış olmasını nasıl izah edebileceğimi bilemiyorum.
Türkiye ne 1974’te ne 1983’te bu kadar yalnız değildi
1974’te Yunan darbesine cevaben başlattığı askeri harekatı, darbenin ve cuntanın düşmesinin ardından ikinci bir harekatla devam ettiren Türkiye, tüm okların aleyhine çevrilmesine rağmen yine de Yunanistan’a duyulan tepkiden faydalanmıştı. Kaldı ki, soğuk savaşın en yoğun dönemlerinde Makarios’un bağlantısızlarla flört etmesi karşısında ABD için NATO üyesi Türkiye’nin Kıbrıs adasındaki varlığı ehven-i şer bir durumdu.
1983’te, 6 Kasım tarihinde Türkiye’de 1980 darbesi sonrasında askerin desteklediği Turgut Sunalp yerine kimsenin kazanmasına ihmal vermediği Turgut Özal’ın ANAP’ı seçimleri kazandığında, kimse Rauf Denktaş’ın bu boşluktan yararlanıp, tam 9 gün sonra 15 Kasım tarihinde KKTC’yi ilan edeceğini, ve Özal’ın kucağında nur topu gibi bir sorun bulacağını hayal etmemişti. Oysa 1975 yılında ilan edilen Kıbrıs Türk Federe devleti anayasasıyla, meclisiyle, devlet başkanıyla, seçimleriyle zaten ayrı bir devlet gibi hareket etmiyor muydu? Tüm BM kararlarını ve prensiplerini ihlal eden bu KKTC açılımı sonrasında BM Güvenlik Konseyi çok sert kararlar almasına rağmen, Türk tarafının görüşmeleri federal temelde devam ettireceğine dair açıklamaları yeni bir sürecin başlamasına fırsat vermişti. Bu noktada gelişmeleri iyi okuyamayan inatçı Kyprianou’ya uluslararası camianın duyduğu kızgınlığı da göz ardı etmemek gerek tabii ki.
Özetle, Türkiye hem 1974 hem de 1983’te NATO üyesi olmanın avantajlarını iyi kullanmış ve diplomatik alanda çok zor durumda kaldığı anlarda bile mutlaka perde gerisinde kendisine anlayışla yaklaşan müttefikler bulabilmişti. Bu noktada Türkie’nin her şeye rağmen güçlü bir hariciyeye sahip olmasının da avantajından yararlandığını da unutmamak gerekiyor.
Türkiye Cumhuriyeti artık işbirliği yapılacak ülke konumundan çıkıp kontrol edilmesi gereken bir baş ağrısı olarak görülüyorsa, bunu sadece Kıbrıs sorunuyla açıklayamayız elbette. Hatta Türkiye’nin bölgedeki tüm egzantrik fantazilerine rağmen Kıbrıs’taki göreceli tutarlılığı, 2004’teki Annan Planı sürecinde, 2008’deki uzlaşılarda, 2014’deki ortak açıklamada ve 2017’de Crans Montana’da yaptığı açılımlarda devam etti. Erdoğan’ın hem kızgınlıkla ama hem de iddialı bir şekilde dile getirdiği “biz hep bir adım önde olacağız” söylemi, başta AB içinde olmak üzere Papadopulos’a karşı duyulan antipatiyle birleşince, Türkiye uluslararası camia tarfından sürecin olumlu aktörü olarak görülmeye devam etti.
1974 yılında BM üyesi bir devletin topraklarına askeri müdahale gerçekleştirmesinden bu yana Türk hariciyesi hep pedal çevirmeye devam etti. Görüşmelerin kesildiği anlarda bile arka planda Türk hariciyesi çalışmaya devam etti. Yunan cuntasına karşı duyulan antipatiyi, soğuk savaş dengelerini ve gündemi okuyamayan Kyprianou, Papadopulos gibi çözüm karşıtı liderleri iyi kullandı. Ama ne olursa olsun tezlerini dünyadan kopuk bir şekilde formüle etmedi. Zaman zaman Denktaş’ın oldu bittileri yüzünden zor anlar yaşasa da, müttefiki ABD’nin yol göstermesiyle köşeye sıkışmaktan kurtuldu.
Kıbrıs konusunda yapayalnız olmak
Oysa bugün Türkiye yüz yıllık tarihinin en yalnız dönemini yaşıyor. ABD-Rusya arasında oynamaya çalıştığı oyun Biden’in seçilmesiyle duvara tosladı. Truman doktrini dönemlerinden beri Yunanistan ve Türkiye’ye dengeli yaklaşan ABD yönetimi, artık sadece Yunanistan’ı güvenilir bir ortak, Türkiye’yi ise kontrol edilmesi gereken bir baş ağrısı olarak görüyor. Avrupa ile ilişkileri 12 Eylül döneminde bile bu kadar kötü olmamıştı. Almanya, Bulgaristan gibi bir çok AB ülkesi içindeki Türk kökenli vatandaşlarının Erdoğan hayranlığının yarattığı alerji ölçülemez boyutlarda. Hem İsrail’le hem Arap dünyasının geleneksel liderleri Mısır ve Suudi Arabistan’la ilişkileri berbat. Suriye’de ve Libya’da saplandığı bataklıkların bedelini gerek göçle gerekse mali yükü omuzlamakla ödüyor. Bölgedeki İslamcı hareketlerle olan dirsek teması herkesin gözü önünde gerçekleşiyor. Pakistan’daki pozisyonu nedeniyle Hindistan’ı, Ukrayna ile olan ilişkileri nedeniyle Rusya’yı kızdırmaya devam ediyor. Kısaca, Katar’ı ve özel ilişkileri olduğu Azerbaycan’ı saymazsak, Türkiye bugün dünyada yapayalnız kalmış durumda. Üstelik attığı her yanlış adımı bedelini yeni bir ekonomik krizle ödemeye devam ediyor.
Kıbrıslı Türklerin Türkiye’deki iktirdarların gözüne girmek için, bazen de onları yola getirmek için şekilden şekile girmesi yeni değil. Katıksız Menderesçi olanların 27 Mayıs 1960 sonrası yaşadığı şokun boyutlarını yerel tarihe biraz hakim olanların bilmesi gerekiyor. “Kıbrıs bir milli davadır” şiarıyla, 1974 sonrasında Türk derin devletiyle karşılıklı çıkara dayanan bir ilişki içine giren Denktaş, nice Özalları, Çillerleri yola getirmesini bildi. Her sıkıştığında Türk Genelkurmayı’na milli davayı anlattı. Her baskıyı Türk hariciyesindeki Denktaş ekolü hayranı “Kıbrısçılar” sayesinde savuşturmayı becerdi.
Erdoğan’ın kişisel kızgınlığı
Dış siyaseti, içten bağımsız, kişiliklerden arınmış rasyonel bir şey gibi görmek dış siyasi analistlerin en sık yaptığı hata aslında. Bu çerçevede iktidara geldikten sonra ilk gerçek dış siyaset deneyimini kişisel olarak Bürgenstock’a katılarak yaşayan, Crans Montana’da risk alan bugünün Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel kızgınlığını denklemden çıkarırsanız yanlış sonuçlara varırız. Putin’i saymazsak 2004’teki liderlerin hepsi artık tarih oldular. 17 yıl önceki Kıbrıs referandumunu kimse hatırlamıyor. Erdoğan’dan başka! AB dediğimiz mevhum zaten seçilmiş ve atanmışlardan oluşuyor. O zaman AB’yi yönetenlerin hiçbiri görevde değil. Üye devletler ise kendi aralarındaki karşılıklı ilişkilere daha çok önem veriyor. Bu, AB’nin dış politikadaki geleneksel başarısızlığıyla da birleşince, Erdoğan’ın Kıbrıs konusundaki öfkesinin AB tarafından algılanmamasını doğuruyor. Her şey bir yana, Erdoğan’ı birazcık tanıyan biri, miniminnacık Kıbrıs’ın AB’ye sırtını dayayarak slalomlar yapmasını, Türkiye’nin her attığı adımda karşısına çıkmasını, Erdoğan’ın “bunlar da kim oluyor” kızgınlığıyla egosal bir sorun haline getirdiği iddiasını şaşırtıcı bulmayacaktır. Akıncı da ayni kızgınlığın kurbanı olmamış mıydı?
Bürgenstock gibi Crans Montana da anılardan silinecek
2004 bir yana, daha 4 yıl önce Crans Montana’da masayı terk edenin Anastasiades olduğu da yavaş yavaş zihinlerden silinecek. Örneğin o masada bizzat oturan AB Temsilcisi Mogherini artık görevde değil. İngiltere temsilcisi AB Bakanı Duncan hükümette değil. Yunanistan Dışişleri Bakanı Kotzias artık siyasette bir unsur bile değil. Özel Danışman Eide, özel danışman değil. Yakında görevi bırakacak Almanya Şansöylesi Merkel’i saymazsak, geriye bir tek Guterres kalıyor, o da Kıbrıs yüzünden kariyerini tehlikeye atmaya niyetli değil. Özetle, 2004 örneğinde de gördüğümüz üzere, “sempati” Kıbrıs sorununda orta ve uzun vadede geçerli akçe değil.
Türkiye komşuları ve dünyayla olan tüm sorunlarını politika değişiklikleriyle çözebilir. İsrail ve Mısırla yapmaya çalıştığı açılımlarla, Yunanistan’la geçmişe dayanan ve Mavi Vatan doktriniyle durup duruken kaşıyıp kanattığı Ege ve kıta sahanlığı sorunlarında yeni bir statüko oluşturabilir. ABD-Rusya ekseninde kendine yeni bir denge kurabilir. Artık bir aday ülke olarak görülmediği için Brüksel ile karşılıklı çıkara dayanan, ekonomik ilişkilierin ön plana çıktığı bir boyuta geçiş yapabilir. Yeni bir iktidarın göreve gelmesiyle, Erdoğan’a duyulan antipatiyle birlikte Türkiye’ye bakış açısı değişebilir. Hepsi ama hepsi düzeltilebilir. Kıbrıs hariç.
Türkiye’nin 1974’ten bu yana attığı tüm olumlu adımlar, BM Güvenlik Konseyi kararlarına dönüşmediği sürece buza atılan imza gibi unutulacaktır. Geriye, altında imzası bulunan 1960 anlaşmalarını ihlal eden, BM ve AB üyesi bir ülkenin toprağını işgal eden, BM Güvenli Konseyi kararlarını ihlal eden bir ülke statüsü kalacaktır. Ne 1974’de öne sürdüğü Garanti Anlaşması argümanı, ne geçmişte Cuellar ve Gali belgelerindeki tutumu, ne Annan Planı’nı onaylaması ve ne de Crans Montana’da açılımlar yapması hatırlanacaktır.
En acısı da Türkiye’nin Kıbrıs’ta olmasının tek meşru dayanağı Kıbrıslı Türklere karşı takındığı tavırdır. Gerek demografik gerekse siyaseten Kıbrıslı Türkleri eritmeye başlaması, Türkiye’nin kendi bacağına sıktığı en büyük kurşundur. Çünkü Kıbrıslı Türkler olmadan Türkiye’nin ada üzerinde savunabileceği hiçbir geçerli argümanı yoktur. Türkiye’nin stratejik derinliği ya da ada üzerinde yasallığı hep tartışılacak Türk kökenli vatandaşlarının varlığı, hele de tüm dünya ile ilişkileri bu kadar kötüyken asla geçerli bir gerekçe olmayacaktır.
Türkiye’nin kıbrıs esareti
Belki hiçbir güç Türkiye’yi adanın kuzeyinden askeri yollarla çıkarmaya kalkışmayacaktır ama çözüm süreci olmazsa Kuzey Kıbrıs Türkiye’nin değil, artık Türkiye Kuzey Kıbrıs’ın esiridir. Bu esaret, asla kabul görmeyecek “iki devlet” söylemiyle, asla unutulmayacak Güvenlik Konseyi kararları yüzünden iki arada bir derede kalınacak olunmasıyla derinleşecektir. Türkiye muhalefetinin bu konuda farklı davranabileceğinin işareti yoktur. Kıbrıs’ı “milli dava” yapan “milli” unsurun ada üzerindeki toprak emelleri değil, ada üzerindeki Kıbrıslı Türkler olduğu unutuldukça, Türkiye’nin Kıbrıs adanındaki tüm meşrutiyeti bir tek silah gücüne dayanmış olacaktır. Bu, hem Kıbrıslı Tüklerin, hem Türkiye’nin hem de uzun vadede Kıbrıslı Rumların felaketine yol açabilecek bir esarettir.
Bugüne kadar Türk hariciyesi neredeyse her platformda karşısına çıkan “Kıbrıs sorunu” konusunda, “görüşmeler BM çatısı altında sürüyor” veya “bizler BM çatısı altında, BM kararları doğrultusunda görüşmeye hazırız” diyerek topu taça atıyor, baskıdan bir nebze olsun kurtuluyordu. “İki devletli çözüm” iddiası Türk hariciyesinin elinden bu bahaneyi de almıştır.
Kıbrıslı Türklerin Türkiye iktidarıyla uyumlu olmaya çalışması yeni bir şey değildir. Ama hiçbir Türkiye iktidarı bu kadar dümeni kırık bir sürüklenişin parçası olmamıştı. Bu sürüklenişi kontrol altına alabilecek hiçbir kurum, hiçbir siyasi oluşum, hiçbir gelenek de kalmamıştır. Üstelik Kıbrıslı Türkler de son yarım yüzyıldır bu kadar kapasitesiz bir yönetimi deneyimlememiştir. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kontrol eden Kıbrıs Rum liderliğinin vizyonsuzluğunu, yolsuzluğunu, köhnemiş milliyetçi reflekslerin esiri olmasını ve gerek AB içinde gerekse dünyada kredisini tüketmiş olmasını bile kullanabilecek bir yönetim başarısı ancak hayaldir.
Crans Montana’yı terketmesinden tutun da Guterres çerçevesi konusunda oynadığı basit oyunlar daha tazeyken bunları kapitalize etmek yerine, nereye gideceği kesin olan bir “iki devletli çözüm” fantazisi yüzünden Anastasiades’i hem mağdur hem haklı duruma getirmek az buz bir şey değildir.
Mevcut Türkiye iktidarının daha kaç seçim kazanabileceği, daha ne kadar görevde kalacağı, dahası mevcut siyasetini daha ne kadar sürdürebileceği belli değildir ama bugün diplomatik gücü sıfırı tüketmiş, ekonomik krizlerle boğuşan Türkiye’nin başına kabul görmeyecek bu iki devletli çözüm belasını saranlar, Türkiye’yi BM Güvenlik Konseyi kararlarını ihlal eden bir ülke durumuna düşürenler, Kıbrıslı Türkleri geçtim, Türkiye’ye en büyük kötülüğü yapmaktadırlar.
Çünkü söz uçar, yazı kalır. Yazılı olanlar da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarıdır.
Dahası, Türkiye’nin bu kararları ihlal etmesine veya sündürmesine göz yumacak tek bir dostu bile kalmamıştır.