Geçtiğimiz hafta Lefkoşa Surlariçi’nde gerçekleşen şiddet olaylarının yankısı hala sürüyor. Farklı farklı kesimler pek çok yorum ve eleştiri ortaya atıyor. Neredeyse herkesin hemfikir olduğu nokta ise korku! “Surlariçi’ne gitmekten korkuyoruz”, “yolda yürümekten korkuyoruz”, “bu ülke bizi korkutuyor” vs diye devam eden gibi cümleleri çoğaltabiliriz.
Öyle ki bahsedilen korku uzun bir süredir belli başlı kesimlerin sadece duygusal motivasyonunu değil aynı zamanda bilinç dünyasını da şekillendirmekte. Öznesiz gibi ifade edilen bu korkunun aslında somut bir öznesi var. Kendinden saymadığı, varlığına tehdit olarak gördüğü ‘yabancı’, bu korkunun üretildiği öznedir. Son olaylarda da kısa sürede karşımıza çıkan birçok yorumda, eleştiride ve görüşte ‘yabancı’ üzerinden üretilen bir korku var. Fakat bu sadece korku olarak değil, çoğu zaman ve son örnekte de olduğu gibi öfke ve nefret şeklinde kendisine yeni varoluş kanalları açmakta. Özellikle politik ve etik olarak kendisini pozitif ve üretken temeller üzerinde var edemeyen ve sürekli olarak bir şeylerin karşıtı olarak kendisini var eden kesimler için ‘Yabancı’ imgesi paha biçilmez bir dayanaktır. Çünkü bu gibi durumlarda korku ve ‘varlığımızı tehdit etme’ üzerinden kolayca insanların duygularına ve kaygılarına hitap edilebilir ve bunun üzerinden bir nefret dili geliştirilebilir.
Lefkoşa Surlariçi’ndeki yaşanan şiddet olaylarının da ardından yine bu öfke ve korku fabrikası işlemeye başladı. Pek çok kişi meseleyi ya bir adli vaka olarak ya da bağlamından koparılmış bir çete işi olarak okumaya yöneliyor. Geçtiğimiz yıl Kasım ayında yazdığım “Kaynamaya başlayan kazan: Lefkoşa Surlariçi” yazısında bölgedeki değişim ve dönüşümlerin kültürel, sınıfsal ve ekonomik bağlamları olduğunu ve bir çözüm üretilecekse de bu bağlamlarda aranması gerektiğini anlatmaya çalışmıştım. Daha güncel bir yazı olarak Yenidüzen gazetesinden Mert Özdağ’ın “Mayın tarlasında dans” yazısını önere bilirim.
Dolayısıyla burada tekrara düşmemek adına bu meseleye girmiyorum. Bunlar aşılmadığı sürece siz meseleyi ister ırk üzerinden okuyun, ister millet üzerinden okuyun, ister güvenlik ve kriminal olaylar üzerinden okuyun, bu gibi olaylar tekrar patlak verecektir. Burada yaşanan şey sosyal bir patlamadır ve bunun da çözümü yine sosyal politikalar üretmekten geçmektedir.
Fakat yaşananalar doğrultusunda başka bir sosyal patlamadan daha bahsedebiliriz. O da bir kesim Kıbrıslı’da buna benzer her vakada açığa çıkan artçı öfke patlamaları eşliğinde beliren bariz ırkçılık ve yabancı düşmanlığıdır. Birçok ırkçının, ırkçı olduğunu kabul etmemesi gibi, bu kesimler de ırkçı olduğunu inkar eder. Birçok yabancı düşmanının yaptığı gibi kendisine bir ‘mağdur edebiyatı’ yaratır ve karşısına yerleştirdiği ‘yabancıyı’ varlığına tehdit olarak algılar. Birçok faşistin yaptığı gibi karşısındakinin yok olmasını nerde yaparsa yapsın ‘pis’ işlerini orada yapmasını ama burayı da terk etmesi gerektiğini savunur. Bir yandan karşıt olduğu şeyin varlığından beslenirken diğer yandan da karşı olduğu şeyin yok olmasını ister. Bu anlamda karşı olduğu şey ile arasında varoluşsal bağlar da geliştirir. Yani kendisinin varlığı için artık karşısındakinin de varlığı olmazsa olmazdır. Çünkü bu kesimlerin kendisini var edebileceği, üretken ve yaratıcı bir varoluş ortaya koyabileceği bir alan yoktur. Bundan dolayı da acizdir. Kendi varlığının eksikliğini ve tamamlanmamışlığını ancak ‘yabancı’ bir varlıktan devşirdiği negatif motivasyon ile örtebilir.
İşte son günlerde gerek gazete köşelerinde gerekse de sosyal medya ağlarında karşımıza çıkan ve nefret söylemine kadar varan bir kesim Kıbrıslı’nın motivasyonu da bu eksiklik ve tamamlanmamışlıktan; beslendikleri öfke ve korkudan; içine saplandıkları kimliğin karanlık dehlizlerinden gelmektedir. Açıkçası Surlariçi’ndeki nefret ve şiddet her ne kadar tehlikeli ve yıkıcı ise; buna karşı geliştirilen Kıbrıslılık kimliği üzerinden şekillenen ırkçı, korumacı çıkışlar da bir o kadar tehlikelidir. Böyle bir bağlam içerisine gömülen kişi, ne çözüm geliştirici çıkarımlar geliştirebilir ne de başka toplumsal meselelere dair sağlıklı bir tavır takınabilir. Sadece toplum içerisinde yayılmaya müsait olan korku ve öfke iklimini besler, yaratıcı değil köreltici; dönüştürücü değil yıkıcı bir rol oynar. Kapalı bir toplum olan ve bu kapalılığın tüm varoluşsal kanallarına sirayet eden bu toplumda, Kıbrıslılık milliyetçiliği hem bu kapalılıktan kaynaklanan hem de bu kapalılığı besleyen bir zehirdir. Sadece gündemde olan ‘çete’ olaylarına dair değil, bu ülkedeki tüm ‘yabancı’ kesimlerin üzerine kusulan bir zehir! Orta ve üst sınıf, elit, beyaz ve statü aşığı bir ırkçılık! Ontolojik tamamlanmamışılığının yaması olarak nefreti ve yabancı düşmanlığını benimsemek.
Nefret nefreti besler. Klişe bir söz değil. Aynı zamanda güncel de bir durum tespiti. Bu Ada yarısında çok fazla nefret birikmeye başladı. Varlığımıza dair ne kadar eksik, gedik açık varsa oraya nefreti boca ediyoruz. Bu böyle gitmez. Çok net. Sadece bu meselede değil. Hayatın neredeyse her alanında inanılmaz bir bencilik, aç gözlülük ve nefret var. Kendi içine doğru patlayan, çürüyen ve çözülen bir toplumsallık söz konusu artık. Belki de toplumsallaşamamak demek daha doğru olur. Bunun karşısına pembe düşler gören iyimserler gibi, sevgiyi koyalım demiyorum. Fakat politika üreteceksek, toplumsal ilişkiler inşa edeceksek, varoluş süreçleri tasarlayacaksak ve bu ülkede özgürlüğün mücadelesini vereceksek bu elbette sevgi ile, aşk ile olacak. Nefretin yeri yoktur, ne toprakta, ne gökte; ne yanımızda ne de içimizde.
Konu ile ilgili Hiçbir Yerden Haberler bölümü için:
https://www.spreaker.com/user/gazeddapod/kacan-hirsizlar-kaynayan-sehirler
Son not
Polisin silahlarla gece baskınlarına çıkması, barlara-cafelere girmesi ortaya çıkan korku kültürünün azalmasına değil tam tersi büyümesine, kamusal mekanların polisleşmesine ve özellikle Surlariçi’nin bir eğlence mekanı olmaktan uzaklaşmasına yarar. Yönetici elitler, güvenlik açığından ve korku kültüründen faydalanarak daha fazla güvenlikçi ve denetim odaklı teknolojik açılımlar yapacaktır. Bunlar sorunların çözümü değil tam tersi daha fazla tahakküm ve özgürlük alanlarının kısıtlanmasını getirecek. Çünkü şu ana kadar bahsi geçen çete/ler ile ilgili doğrudan ve ciddi bir adımdan ziyade, kamusal alanların militerize edilmesine yönelik adımlar atıldı. Bu da alkışlanacak herhangi bir şey olmadığı gibi, özgürlükler adına kaygı verici bir durumdur.