Gecelerin bitmediği bir yer, bir hapishane vardı. Kimi mahkûm, günleri kimisi ise geceleri sayardı; geceler bitmez, sabahlar olmaz, zaman aynı noktaya gelip dururdu. Kimi mahkûm lapa lapa yağan karı kimisi ise ışıl ışıl parlayan yıldızları izlerdi, parmaklıkların ardından. Her biri kızgın gölgelerdi. Çünkü her biri yanlış gölgelikteydi. Geceleri uyanık, sabahları ise uyur olurlardı; her şey aynı, sıkıcı, bunaltıcı, yorucuydu, ancak farklıymış gibi davranıyorlardı ki bir diğer mahkûm da benzer durumdaydı. Adı ise Kerim idi, ancak diğerlerinden bir farkı vardı. Nereye giderse gitsin hep bir mahkûm olacaktı.
Yeni bir gün olmuştu. Kerim yeni bir güne uyanmıştı, ama suratı asıktı. Kış bitmemiş, soğuklar devam ediyor, kar yağıyor, her yer anı gibi beyazlaşıyordu. Kar tanelerini seyrediyor, gittikçe yüzü daha da asılıyor, yorganı geri üzerine çekiyor, uykusu kaçıyor, geri kalkıyor, yine uyuyamıyor, yine kalkıyor, gittikçe sinirleniyor…
________________________________________________________________________
Yaşlı bir adam,
keşkeleri hatırlayan
yalanlaşan keşkeleri anımsayan
yaşlı bir adam
bir de
uzaklara bakan
bir gölge
________________________________________________________________________
Yine sıkıcı bir gün olacak, diye düşünüyordu, ama alışmıştı. Diğer mahkûmlar da yeni yeni uyanıyordu, ama hiç uyumamış olan da vardı. Uyku onların ilacıydı, ancak herkes tedavi olamaz, kolayca unutamazdı. Çünkü geçmiş her zaman bir adım öndeydi, bir engeldi ki sadece uyurken unutulurdu, ancak Kerim unutamıyordu. Özellikle bir anı onu çok etkiliyor, oyalıyordu. Düşünmeden edemiyor, aynı anıyı tekrar yaşıyor gibi öfkeleniyor, sessizleşiyor, daha da sessizleşiyordu… Aslında o anı çok basitti. Bir kuş vardı bir de gölge. O gölge Kerim’in gölgesiydi. Kuşa baktıkça kaybolur gibi oluyor, gözlerini kapatıyor, düşüncelere hapsoluyordu. Bu kuşu ona annesi almıştı. Kuşun sesi ninni gibi geliyor, rahatlatıyor, ona huzur veriyordu. Çünkü bu ses, annesinin sesi gibi güzeldi. En azından o öyle düşünüyordu. Hatta duyduğu en son ses de o kuşun sesiydi. Hatırladığı en son şey de o kuşun gölgesiydi.
Kahvaltı saati gelmiş, sıraya girmiş, yemeğini almış, bir yere oturmuştu. Herkes yemeğini yiyor, arada bir fısıldaşıyor, yine yemeye dönüyordu ki bu böyle sürüp giderdi. En azından açık hava saatine kadar. Neredeyse bütün mahkûmlar çıkmış, hava alıyorlardı. Kerim hariç. Parmaklığa dayanmış, uzakları seyrediyor, zamanını bu şekilde geçiriyordu, ancak bundan da sıkılmaya başlamıştı. Sanki artık burada olmayı istemiyordu. Yirmi beş yıl geçmiş, ancak oradan çıkması bu kadar uzun sürmeyecekti. Tek gereken bir kıvılcım, küçük de olsa bir kıvılcımdı. Nefretti.
________________________________________________________________________
Bir gölge,
keşkeleri hatırlayan
yalanlaşan keşkeleri anımsayan
bir gölge
bir de
uzaklara bakan
bir adam
________________________________________________________________________
Gece olmuş, evini bulmuştu, ancak nasıl tepki vereceğini bilemiyor, hiçbir şey hissedemiyordu. Evin etrafını gezdi, kapının önüne geldi, anahtarı aldı. Anahtar yine saksının içinde gizlenmişti. İçeriye girdi, etrafa baktı, üst kata çıktı, yatak odasına girdi. O kafes yine oradaydı. Kuşunun kafesi hâlâ oradaydı. Pek bir şey değişmemişti, ancak kafese iyice baktı, saatlerce baktı, belki bir şey hisseder diye biraz daha bekledi, ancak değişen bir şey olmadı, derken siren sesleri duyuldu, aşağıya indi, hareketsizce bekledi, kafasını çevirdi, son kez eve baktı, götürüldü. Çocukken de o kafese öylesine derinden bakardı. Kafesin bir şeyler söylediğini düşünür, başından ayrılmaz, gözlerini başka yere çevirmezdi. Bir de altın sarısı bir kuşu vardı. Onunla da mutlaka ilgilenir, yemeğini suyunu verir, ihtiyaçlarını karşılardı. Kerim ile pek ilgilenen, arkadaşlık kuran olmazdı ki o da sadece kuşuyla konuşur, onu arkadaşı gibi görürdü, ancak aynı zamanda kuşu için üzülürdü. Çünkü kuşların kafesi olurdu. O da kuşu gibi bir parmaklığa tıkılıp kalmıştı, diye düşünüyordu, ancak bir fark vardı. Bunlar görünmez parmaklıklardı. Dışarısı içerisi hiç fark etmezdi. Kaçıp gitse de her şey eskisi gibi kâbus olacaktı. Çünkü ona göre geçmiş, gittikçe kapana kıstıran bir kafes gibiydi. Nefretti.
”Kuş”
Akşam saati gelmiş, herkes koğuşuna kapatılmış, ışıklar söndürülmüştü. Gardiyanlar ise devriye geziyordu. Özellikle Kerim’e dikkat ediyorlardı. Çünkü bir mahkûm bir kere özgür kaldı mı, özgürlüğün tadını aldı mı aynı şeyi tekrarlardı, ancak bu, Kerim’in umrunda değildi. Gözlerini kapattı, uykuya daldı, derin bir uykuydu. Annesi önce beyazlayan sakalına dokunmuş, sonraysa alnına öpücük kondurmuş, üstünü örtmüş, odasından çıkmıştı. Kerim hemen doğruldu, kuşuna öylece bir bakmak istedi, baktı, iyice baktı… Pencereyi açtı, kafesi yaklaştırdı, çıkarttı, gökyüzünü seyretti; bir anda gözlerini açtı, parmaklıkları gördü, yaklaştı, yine gökyüzünü seyretti, ancak yine her şey eskisi gibiydi.
Gecelerin bitmediği bir yer, bir hapishane vardı. Kimi mahkûm, günleri kimisi ise geceleri sayardı; geceler bitmez, sabahlar olmaz, zaman aynı noktaya gelip dururdu. Kimi mahkûm lapa lapa yağan karı kimisi ise ışıl ışıl parlayan yıldızları izlerdi, parmaklıkların ardından. Her biri kızgın gölgelerdi. Çünkü her biri yanlış gölgeliğin altındaydı. Geceleri uyanık, sabahları ise uyur olurlardı; her şey aynı, sıkıcı, bunaltıcı, yorucuydu, ancak farklıymış gibi davranıyorlardı ki bir diğer mahkûm da benzer durumdaydı. Adı ise Kerim idi, ancak diğerlerinden bir farkı vardı. Nereye giderse gitsin hep bir mahkûm olacaktı.