Dönüş yolunda geliş hikâyesi anlatmak gibisi de yoktur sanırım. Gidişi uzun sabırsız yolların, acaba dönüşü bundan mı daha kısa geliyor?
22 Kasım günü beni önce bulup sonra kaybeden erkeği anlatmazsam acımı anlamayacaksınız. Beni Peru’ya kadar küreksiz bir sal gibi, derin okyanusların ortasında ışıksız bırakan Hasan.
Bakın arada şunu da söyleyeyim. İstanbul Havalimanının ortasında, sakin, sessiz ve yokmuş gibi duruyorum. Sadece nefesimi duyacak kadar yok olmuş halimle baktığımda, kimse tarafından fark edilmemenin de avantajıyla. Giderken bıraktığım gibi bir yaşam vardı.
“Birbirini kaybetmekten korkmayan bir toplum, oradan oraya koşturuyor, aslında bizim aramızdaki aşkın bitmiş olduğunu gösteriyordu. Her şeyin sebebini bir yere dayandırdığımız bir çocuklukla görmezden gelmek, görmezden gelinmenin yarattığı bu örtü kalkınca, sanki havalimanı ortasında çırılçıplak, soğuk bacaklarımı, serin dudaklarımı, ılık sırtımı, ürperen belimi, tutkunun yarattığı kokuyla kalakalmıştım.”
Üç sene önce Hasan’ı gördüğüm o ilk ana gidelim, mahallenin balıkçısı Hasan’ı gördüğüm ilk an. İletişim Fakültesini bitireli iki yıl olmuş, bankaya gireli yeni, keman derslerim ise onuncu senesine girmişti. Yine bir ders çıkışı annemin siparişleri için gittiğim balıkçıdaki çocuğa, sardalya siparişi verirken onu izlemeye başladım. Masadan alçak bir sandalyeye oturmuş, sarı uzun çizmeleriyle bacak-bacak üstüne atmış, mavi tulumunun açık düğmeleri gözüme takılıyor, birkaç uyumsuz ilmik ve iplik, tek eliyle ortasından tuttuğu kitabı okuyor, ince bileğini havaya kaldırarak, dirseğini baldırına dayamış sigarayı çektikçe, diğer yandan siyah, ne kısa ne uzun saçlarının karıştığı sakallarını, boynunu eğerek kazağına sürtüyordu.
Ne okuyorsun diye sorunca, soğuk kaşları ve ifadesiz kahverengi gözleriyle bana bakarak, sanki bana meydan okur gibi “Yüksel Nimet Apel şiirlerini bilir misin?, dedi.” Bakışlarımdan bilmediğimi anlayınca, “Ferdi Özbeğen dinledin mi hiç.” “Dilmedim, ben Hasan Hüseyin Korkmazgil severim.” “Demek onu seviyorsun. Bulup bulup yitirmekmiş düşsel bir oyuncağı, çok katılmasam da ben de severim bu şiiri”
Görüşmelerimiz artmış, kısa zamanda dışarıda buluşmaya başlamış, birbirimizin sevdiği yerlere gitmeye başlamıştık. Bir balıkçıyla gezdiğimi herkesten sakladığımın aslında farkındaydı. Ben daha çok onu doğaya götürüyor, o ise çok gariptir ki benim sevdiğim şeylerle bir uyuşma yaşıyor, uzun uzun konuşuyor, saatlerce sevişiyor, her sevişme sonrası o bana şiirler okuyordu.
Aklıma Peru’daki bir anım geldi. Alabildiğine bir ormanda geziyordum. İnsan öyle bir yere gittiğinde, alabildiğince bir yüksüzlükle karşılaşıyor. Sohbet ettiğim bir amca vardı, kaç gün konuştuk hatırlamıyorum. Daha konuşmamızın ilk anında, “hadi gidelim dedi.” “Nereye gidelim?” “Bak… Ağaçların hışırtısını duymuyor musun, bizi ileriye çağırıyorlar.” O an biraz korktum ve gitmek istememiştim.
Fakat insanın öyle zor bir sınırı oluyor ki; ne normal ne anormal birbirinden ayıramıyor. Ne ben ona ağaçların insan olmadığını ne de o bana ağaçların konuştuğunu anlatabildi.
İşte…
Bir insanı yargılama duvarını aştığım ilk an.
Hasan’ı yargılayamayışım belki de buydu. Zaten ben Hasan’ı değil Hasan bana eski ilişkilerimi yargılattı. İlk başlarda onun sürekli insanları yargıladığını düşünüyor, neden bu kadar tepki verdiğini anlamıyordum. Çok sonraları anladım ki; o benim kendi içime derin sorular sorduruyordu. Bu sorular genelde sistematik ve belirli bir düzen içinde olmayan, anlık anlatımlar ve yeni karşılaştığımız herhangi bir olayla ilgili oluyordu. Hiç sıkıntı çıkmayacağınızı düşündüğünüz bir sohbeti bile anlattığınızda, onun içinden kendi içinize soracağınız bir soru çıkarabiliyordu.
22 Kasım günü bana “sevgilini kaybetmekten korkar mısın”, diye sordu?
Her zaman yaptığımız gibi ya o benim ya da ben onun göğsünde çırılçıplak yatıyor, bazen espriler yapıyor, bazen de biraz iğneliyor, gözümüz kapanana, kokumuzu duya duya uyuyorduk.
“Korkmam…”, dedim.
“Korkmuyorsun fakat aşkı arıyorsun öyle mi?” “Bu aşkı, bilgiye, ilahiye aşk olarak da düşünebilirsin fakat ben sevgilierinden bahsetmek istedim.”
“Evet aşkı arıyorum, o da o zaman önce kendini sevseydi, beni kıracak şeyler yapmasaydı.”
“Bak… Eğer kaybetmekten korkmuyorsan orada aşk yok demektir. İnsan önce kendini sevsin, kendini sevmeyen başkalarını nasıl sever denir. Yüce tanrılar şunu söylediler. Başkalarını sevmeyen kendini sevsin. Çünkü başkalarını sevmeyen ancak kendini sever. Sadece kendini sevende başka şeyleri sevemez hale gelir.”
“Ben akışta olmak istiyorum Hasan, tamam kabul ediyorum. Geçmişten gelen güvensizliklerim hep oldu. Senin dediğin gibi konuşmak kolay; Eğer bana acı çektirecekse hayatımda olmasın. ”
“Buket… Acıyı koparmak atmak, sıkıntıları bir an önce örtmek, öneri bulmak çok kolaydır doğru. Benim dediğim gibi konuşmak kolay. Senin anlamadığın, kolay derken öncesini görememen.”
“Neymiş o göremediğim.”
“Acıyı kesersen başka bir yerden yenisi çıkar. Orada aslında ne yaşıyorum, neden bu kadar kaygılıyım, neden bu kadar kızgınlık yaşıyorum demen lazım. Bir aşkta acıyan yerler olur, acıyacak ve o katmanda bir şeyler çözecek, sonra yine acıyacak, sonra yeni bir şey çözecek. Acıların içinden birlikte çıkılacak. Aşk tekâ:mül etmektir. Yani olgunlaşmak ve gelişmektir. Kişinin kendini geliştirdiği en güzel şeydir aşk.”
Bazen içimden Allah’ın balıkçısına bak sen diyordum. Aramızdaki yaş farkının bile örtüsünü kaldırmıştı Hasan. En çok üzüldüğüm de, çoğu zaman onun dediklerini yanlış anlamam oluyordu. Saçlarımı okşar, beni uzun uzun koklar, derin derin bakıp, gülümseyerek, hoşlanarak seyrederdi beni.”
“Tamam işte. Beni geliştirdi gitsin, sonra yenisi gelecek o da geliştirecek, elbet akışta olan aşkı bulacağım.”
“Bak sana bir şiir okuyayım Buket. Kimin şiiri biliyor musun? Yüksel Nimet Apel’in şiiri; bakalım şarkıyı hatırlayabilecek misin?”
“Kanımda, canımda, dört yanımda
Senden başka hiç kimse olmasın
Birgün dönse yeter bana, gözlerim yolda kalmasın
Olmayacak bir duamıydı bu. ALLAH’ım bana reva mıydı bu
Yoksa hemen sonu gelecek, acıyla dolu bir aşk mıydı bu
İşte bu bizim hikayemiz. Öyle saf, öyle temiz
Kenetlenmiş, ayrılamaz, kalbimizde ellerimiz
“Buket…”
“Hasan…”
“Buket sana bir şey diyeyim mi? Aşk mutlaka konforunu bozmalı. Aşk konfor bozmanın en iyi yollarından biridir. Acımadan, acıtmadan, dümdüz, akışta, muhteşemlikte yaşayarak tekâ:mül edemeyiz. Konforunu bozmazsan, kendi içine kısılıp kalırsın. Kokluyorsun güzel, sarıldığın zaman içini dolduran ruh, her şey güzel, sadece kırılınca, bu kaybetmekten korkmayan iğneyi, vücuduna şırınga edince, nasıl da kokuyu kaybedebiliyor?”
“Onu kaybedemiyor evet, haklısın. Koku, özlem bitmiyor, fakat sürekli kendimi kırdırayım mı, ona güveniyorum sonuçta, güvenimi sarstılar hep.”
“Sen birini elde etmeye çalıştın mı Buket?” “Evet çalıştım.” “Evde fakat kaybetme riskin oldu mu?” “Evet oldu.” “Elde ettin mi?” “Evet ettim…”
“Elde edince biter Buket. Toplum da birbirini elde edince biter. Bak mesela eskiden annelerimiz cinsellikten korkardı. Şimdi bu aşıldı. Fakat çok tehlikeli bir tarafa girdik. Aşktan korkuyoruz. Kaybetmekten korkmayan, kendini severek başkalarını sevebileceğine inanan, aslında bu doğrudur, Mevlana da demiştir, Hindistan’da da diyeni bulabilirsin. Kaybetmekten korkmazsan, aşkı kendini beğenmişlik duvarına vurursun. Kendini sevmekle, kendini beğenmişlik arasında fark vardır. Bu son zamanda oluşan durumda, moda tavırlar var, duygusuz gözükmek yani cool olmak, temel duygularını saklama, güçlü olmaya çalışma, başarısız olmamaya, kötü olduğunu göstermeme, sürekli dışarı mutlu olduğunu gösteren gülücükler, saçma sapan bir araba ve apartman dairesi alma çabası. İnsanlar aşka düşmemeye çalışıyor. Oysa aşka düşmek lazım…”
“Tamam da mutlu olacağımızı vaat ediyorlar, öyle hissettiriyorlar, sonra hayallerimizi kırıyorlar, kolay mı bu; Bu kadar hislerimiz var.”
“Bende onu diyorum. Hislerini yaşa, kız ona, bağır, acıt, acı ve bütün bunların içinden birlikte çıkın. Aciz olduğunu unutuyorsun, olasılıklar biterse aşk yok demektir. Düşünsene artık bu odadan çıkmayacağız. Olasılık bitti. Biteriz işte o an. Çok mutlu olacağız demek olasılıkları ortadan kaldırıyor. Başka bir olasılığın olmasıdır hayat. Sadece beğenilme arzusu olursa aşkta, o zaman sadece beğenilen şeyleri yapmaya gayret edersin. Ve bir gün o beğenilen şeyler artık beğenilmezse, sonun gelmiş demektir. Çünkü sevgi her şekilde sevmektir. Beğenilmeyen şeyleri de yapmaktır sevgi. Karanlıktan korkana al bu hapı iç ya da bak ben korkmuyorum yahut ışıkları yak dersen, onu öyle derin kuyularda, karanlıkta bırakısın ki; Sevgi, bu duruma nasıl düştün diye soran şeydir. Sende bunu hem kendine soracak hem de karşı tarafın her zaman soracağı bir yerde olman lazım.”
“Aslında bir erkek bana bir zaman, Buket ne ister diye sormuştu.”
“Tamam işte. Sana bu duruma nasıl düştün demek istemiş.”
“O zaman açık açık söyleseydi, felsefe yapmasaydı.”
“Açık açık söylemiş aslında. Ne istediğini kendine sorduğun an, neden, ne için istediğini de sorarsın, sonra soracağın ilk soru bunların geldiği yer olur. O acıya eğilip bakmıyoruz ki”
“En tehlikeli aşk nedir biliyor musun?”
“Diğer aşkları gölgeleyen aşktır Buket.”
Sonra müzik açtı, genelde müzik açardı. Ne derdi vardı bilmiyorum da, iyi seviştiği, bana iyi hissettirdiği ortadaydı. Az önce okuduğu şiiri Ferdi Özbeğen şarkı olarak okumuştu. O şarkıyı, İşte bu bizim hikayemiz şarkısını açmıştı. Birbirimize öylece uzanıp, çırılçıplak sarılmıştık.
O günü iyi hatırlıyorum. O konuşmanın nereye götürdüğünden çok, şimdi nereye getirdiğini daha iyi anlıyorum. Bir gün çok büyük bir aşk yaşıyor, sonra başkasıyla sevişiyor, sonra yine aşk yaşıyor, bir gidiyor, bir geliyor, yarım bir cümle, yeni yanıp sönmüş bir tahta parçası gibi, yağmurun altına öylece bırakılıyor, sonra da aşklarıma yas tutuyordum. Önce başıma geleni inkâr ediyor, sorguladıkça öfkeleniyor, öfke vücudumu ele geçirdikçe, neden ben diye soruyor, hemen sonrasında kabul edilebilir bir seviyeye getirmeye çalışıyor, depresyonum başlıyor ve sonunda da kabulleniyordum.
İçimde yarattığım bu kuluçka dönemlerinde, kendi kendimi içimden tekrar doğuruyor, tuttuğum yasın, diğer yarımdan eksilttiği ne varsa, bunlara her zaman kendi başıma çare arayarak, başımın üstünde yeri olan şey sayısı o kadar artmıştı ki;
İşte şimdi dönüş yolumda, gideceğim adresi biliyordum. Bana, “bu hale nasıl düştün” diyenin yanına gideceğim.
Eve yeni geldim beni biraz rahat bırakın. Müşkülpesent komşumuz Fatma Abla hemen balkondan beni süzmüş, biraz ortamdan çekinmiş, Kıbrıs’ta bir bok değişmemişti.
Haftaya onun yanına beraber gideceğiz. Size Portekiz’de rehin kaldığım dört günümü de anlatacağım. Lefkoşa’ya geldim, ilk ne yaparım sizce? Kahve yapacağım tabi, haftaya görüşürüz.
Birinci hikayeyi için